PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

31 Ocak 2010 Pazar

Bulut

“Apaçık sorulara yenilmiş şu adamın
düşlerini, gözyaşlarını, öfkelerini
yorumlayacak bir addan yoksun.
Diyaloglarımız da değişmiş şimdi bak
saçmalıklar da mümkün olmada.”

Salvatore Quasimodo

…ve perdeden çok önceydi tanışıklığı aşkla… Susuz toprakları en iyi o bilirdi ya da bildiğini sandığı şeyi iyi anlatmasını. Masal bu ya, elbet göz kapakları düşerdi günceye, hiç beklenmedik bir zaman diliminde. Bazen şarkılar tanık olur gecenin damarlarından geçen öykülerin vurdumduymazlığına, bazen düşler… Kimsenin ortak bir hesabı olmaz. Yalnızca süresiz bir gölge ve ışık takibinde kovalanır gülümsemeler. Hani bilirsiniz, en çok da tek başınayken usulca, içten içe gülümsetir ya sizi. Gülüp geçmek gibi ya da ne bileyim bir anda ufacık, haylaz bir tebessümün dudak kenarlarınızdan küçük bir kas hareketiyle dokunup geçtiğini hissetmek gibi. Bir benzetmeyi sözcüklere ilmek ilmek dokumak ve ondan koca bir dünya yaratmak. Sonra da o dünyanın hareketlerini umursamayan tavırlarla kollamak. Hayır, sinsice değil; oldukça derinden ve yakından.

Konukluğunun bir zaman dilimi hiç olmadı. Gelmek istediğinde geliyor, gitmek istediğindeyse ondan iyi bir evin odalarını boşaltıp ve kapıyı sıkıca kilitleyip giden olmuyordu. Belki de bu yüzden düşlerin dili daima sürçüyordu sessizlikte. Kimi zaman, inceden yağan bir yağmur damlasının şehrin üzerinden kendini bırakışına takılan gözlerin loşluğu; kimi zamansa bir bulutun, kendini bırakmaya en yakın olduğu anda kabaran gövdesiyle, dile geliyordu kadın ve erkek. O buluta âşıktı. Bunu iyi biliyordum…

Bir ressam için bir kadını çizmek belki kolay olabilirdi; ama onun için bir kadını çizmek, sanıldığı kadar kolay değildi. Yani bir bedenin hatları değil aslına bakarsanız anlatmaya çalıştığım. Kolay olmayan o kadının hatlarındaki bağlardı… Öyle herkesin “aşk” dediğinde dokunamayacağı, çözemeyeceği, hissedemeyeceği bir bağ… Bir bağ ki sözcüklerin kuvvetinden daha kuvvetli. Bir bağ ki eriyen karların onun içinde bıraktığı soğuktan daha soğuk ve bir bağ ki uykulu gecelerin omuz omuza düşen tenselliğinden daha sıcak… Aşk bir kuvvetse, onun kadınlarının kuvveti daima onunla varoluyordu. Yokluğuna katık ettiğindeyse kuvvet, yerini zamanla olması gereken sıradanlığa bırakıyordu ve elbet er geç, yola bir şekilde devam ediliyordu… Yol çizgilerinin belirginliği düşlerden ırak olsa bile.. Çünkü bir tek düşlerin izini silebilmek için yeterli bir kaybediş yolu bulunamıyordu. Bu tıpkı bir enjeksiyon gibiydi. Bir parça kahve, bir dilim sarella ya da belki de bir tutam düş tozu… 
Şimdi şehrin gerdanına düşen yağmurlarla birlikte, eski ve tanıdık cümleler yavaş yavaş piyanonun tuşlarındaki salınışa teslim ediyor kendini. Her dizede bir başka tanıdık yaşam ağacının dalları ve o dallardan sarkan, yüzlerce gecesi sabaha zorla dönmüş kadın suretleri… Aynadaki karşılığın sahibi unutuşa bırakınca kendini, gözlerden yansıyan koca bir boşluk oluyor.

An kollanıyor…
An derlenip toparlanıyor
Ve yine an, sarhoş gövdelerin kırılgan yalnızlığına doğru ilerliyor…

Resmi kayıtlarımdan kısa ve küçük bir not düştü biraz önce… Ne diyordu:

“ Kelimeler her zaman daha önce yola çıkar ve senin yol çizgilerin olurlar senden önce. Yine ağrılarla uyanacak kalbim, sensizliğe tıpışladığım geceden…”

Her halini benimsediğim ve her haliyle koca bir dünyayı ayaklandırdığım adamın gözleri düşkünü olduğum sonbahar gibi…
Sonbahar gider, sonra yine gelir.
Sonbahar biter; sonra yine başlar.
Sonbahar bir türlü içimden geçmek bilmez.


“Hayat düş değil. Doğrudur insan
ve onun kıskanç yakınışı sessizlikten.
Susku tanrısı, açık yalnızlık.”

S.Q

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder