PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

31 Aralık 2010 Cuma

Bol Kopyalı, Bol Bakışlı ve Elbette Vicdanlı... Kim Mi Var?

Uzun bir başlık oldu farkındayım. Ama kocaman bir yıl bitti. Kendime de telaşsız bir başlık yazmak istedim. Şöyle uzun uzun bir hikâye geçtim aslına bakarsanız. Güzel de oldu.


Neler neler oldu bu yıl... Kimilerini yazılarımla anlatmaya çalıştım, kimilerini dinlediğim müziklerin ve okuduğum kitapların içlerine sakladım. Ne güzeldir öyle değil mi bir kitabı okurken şöyle göğsünüzün üzerine yatırıp da düşünceler içinde birkaç gürültülü(!) zaman geçirmek... Ben severim. Kitap okurken yazılmış cümleleri bir kenara bırakıp kendi cümlelerimi yazmayı. Elbette eylem olarak değil; düşünerek... Gülümsersiniz, sesli sesli konuşur kendi kahramanlarınızı yaratırsınız. Bazıları buna yalnızlık diyor bazılarıysa benim evde kitaplarla yaptığımı arabada veya bambaşka yerlerde yapıyor. 


Bu sene 'yalnızlık' kelimesinden bana gına geldi. Şu gerçek: "Yalnızız!" Yeterince kendini besleyen bir kelime nihayetinde ama belki de bu sene okuduklarımdan, duyduklarımdan sonra biraz huysuzlandırdı beni.


2010 yılının ilk ayında blogumu açtım. İyi de oldu. Bu blogta ne yazılar yazılıp yarım bırakıldı ve taslak halinde kaldı bir bilseniz. 2011'de onları bitirmeyi umut ediyorum. Bazen yazı kendini kenara çekiyor dinlenmek için, o zamanlarda üzerine gitmemek, yeniden kendini harekete geçireceği zamanı beklemek gerekiyor. Çok güzel başlangıçları var. Arada açıp bakarım. Atılması gerekenler de atıldı zaten. Acımamak lâzım.


Edebiyat açısından kendimi birçok anlamda ilerlettiğim bir yıldı. Öykülerle içli dışlı geçen, sıcak aylar... Bu yıl elbette roman da okundu ama 2010 benim adıma öykülerin yılı oldu. Bunda etken kişilerin paylarıysa büyük! İyi ki varlar...


İlkbahar başlangıcı biraz sarsıntılı zamanlarla geçti. Özledim. Özledim. Özledim. Çok ama çok özledim. Öyle ki özlemek kelimesinin çok defa içinden geçtim. Anlamını boşaltıp boşaltmadığımı sorguladım. Sonunda en sakin anlarımda, içimdeki delilik geçtikten sonra şöyle dedim: "O çok önemli ve değerli." Ömrümce de öyle olacak... 
Zaman cumartesi sabahlarına sığmadı. Üç noktamın bol olduğu bir alan burası...


Yaz dönemi tuhaf ayrıntıları içinde barındırdı. Ağustos sonunda can sıkıcı birkaç hafta yaşandı ama o da hayatın bir zamanlar kendime dediğim gibi siyah beyaz öyküleri... 


Sonbahar her zaman ki heyecanlarıyla ve ilginç olaylarıyla geldi. İnsanlar, yaşanan anlar, hızlı verilen kararlar, yolculuklar, geceden sabaha uzanan konuşmalar, bilinmeyen mekânların tedirginlikleri, dokuları, sesleri... Benim için en özel zamanı ise 29 Ekim öğleden sonrasıydı... Bir kez daha bu evin kapısını açmak, harikaydı. 
Ayrıntıları atlıyorum, nasılsa kalem elime her düştüğünde bir parçasını ekliyorum bu güzel dünyaya ve sizler de benimle birlikte okuyarak yaşıyorsunuz.


Ve kış...
Güzel arkadaşlıkların başlangıcı oldu. Bol kahkahalı sohbetler...


" Bir de Baktım Yoksun" açık ara en çok okuduğum ve son bir yılda en çok hediye ettiğim kitap oldu... "İyi Uykular" öyküsü uzunca bir süre aklımdan çıkmayacak! Çok ağlattı beni çokk!
Son aldığım kitap Sappho'nun -Nedir Gene Deli Gönlünü Çelen- adlı şiir kitabıydı. Alındığı gün itibariyle de önemli ve kendi anısını kendisi yazan bir kitap olma özelliğine sahip şimdiden.


Aklımdan çıkmayacaklar arasında başka şeyler de var. Burası bol üç noktalı kısımlardan...


Evet bol bol kopya çektim okullu çocuklar gibi ben bu yıl. Çok izledim, sürekli baktım durdum bir şeylere. İzledim. Soru sordum. Bekledim. Sessiz kaldım. Bağırdım. Heyecanlandım. Duruldum. Sinirlendim. Her ne olduysa bir tek sözün etkisinden çıkamadım. Hiç unutmadım o sözü... 2010'da hatırlamayı en çok sevdiğim an, o sözün söylediği ikinci zaman dilimiydi. Koca bir yıl geçmiş üzerinden ve birkaç da nasıl geçtiği anlaşılamayan ay...
Her zaman ki gibi vicdan muhasebesi hiç sektirmedi. Fevri çıkışlarımın sonrasında hemen kulağım çekildi onun sayesinde. Ona özel bir selam olsun benden! Acaba her yerde olduğunun farkına varabilmiş midir?


2011'de de olması, olması ve zamanı ara sıra da olsa çalması dileğiyle...
2011'de kim mi var? Ya da ne var?


Bakalım...











30 Aralık 2010 Perşembe

Limon Kokusu

“Bir el silah sesi duyuldu. Sonrasını hatırlamıyorum.”

Uzun upuzun bakışları vardı. Bir an gözümü kaydırsam, o uçurumun toprağı kaygan zeminine ayaklarımı bir koysam biliyorum oraya, o karanlığa yeniden düşecektim. Hızla uzaklaşıp eski ve ahşap binanın kırık dökük tahtalarına sırtımı dayadım. Kim bilir kaç yıldır burada ve bu halde duruyordu. Belki onu bana anlatabilecek herhangi bir iz, bir tabela, bir yazı vardır diye etrafıma şöyle bir baktım. Kuru insan kalabalığının sesinden, muhtemelen anahtarlık veya ona benzer bir metal parçasıyla kazınmış birkaç isim ve anlamsız şekillerden başka hiçbir şey yoktu. İçimdeki izlere ne de çok benziyordu. Çatlamış duygularıma, eskimiş yürek yollarıma ve diğerlerine. Benim de beni anlatabilecek ‘Bir zamanlar işte buymuş’, denilebilecek herhangi bir iz yoktu bedenimde. Varsa yoksa yemyeşil bir örtünün hemen altında saklanan bakışlarım. Onlar çok şey anlatırlar değil mi? Kaçırsan da kaçmaya çalışsan da çok şeyi örtmeyi beceremezler… Şimdi bu dikdörtgen masanın üzerinde durup onları ilk ne zaman çaldırdığımı düşünüyorum. Bazı şeylerin telafisi yok!

Birkaç dakika daha… Yürümek ve bir gün öncesinde kararlaştırılan yemeğe gidebilmem için yalnızca birkaç nefes ve sakinleşme dakikası daha. Sonra çekip gideceğim ve yine o tanıdık seremoniye kendimi bırakacağım. Unutmak istemediğimi daha önce söylemiştim.

Bazen yalnız ve sadece kendinle yürümek lazım! İç seslerin kontrolü ve içte yankılanan yüzlerce sesi duyabilmek adına, adımların usul usul tedirginlikten uzak atılması, insanı rahatlatıyor. Farkında olmadan, geçip gidilen yollar üzerinde, kendi yolunuza çıktığınızda, dökülen gözyaşının bir başınalığı karşısında irkilebilirsiniz. Çünkü o, tüm habersizliğiyle yanaklarınıza düşmüş ve ıslaklığı sayesinde diğer herkesten çok ‘ben buradayım’ diyebilmiştir. Belki de onun kadar kimse dürüst, doğal ve yakın olmamıştır size. Hatta çoğu zaman, bu yakınlıktan nefret bile etmiş olabilirsiniz. Oysa birkaç küçük damlanın da size ait bir parça, bütünüyle siz olduğunu unutursunuz..
‘Bir daha ağlamayacağım’ nidaları da neyin nesi? Göz pınarları kuruyunca yaşamın bir perdesi eksilir.. Notaların yan yana oluşturduğu mükemmel karışım sekteye uğrar ve sonra, ruhun karışık sesleri arasındaki koca bir duygu, karambole yok olur.

Yemek kokuları. Üzerimde sabahtan kalma parfümün birazdan kaybolacağını, etkisinin kalmayacağını tenime anlatır gibi bedenime yayılıyor.

Bazı kokuların varlığı silinmiyor. Ne kadar çabalasanız da tıpkı bir zamk gibi üzerinize yapışıp kalıyor. Saplantı derecesinde hatırlıyoruz.

Burası da ahşap! Tamam, niye dakikalarla sınırlı tutuyorsun bazı şeyleri? Bilinçli bir seçim mi yoksa bu? Ya da bilincin içindeki bilinç mi? Her bir boşluğumuzu dolduran ve bir türlü bitip tükenmek bilmeyen anımsatıcılar dolu her yanımız. Çelişkilerimiz ve gerçeklerimiz arasındaki kavganın, yaralı kurbanlarıyız biziz! Yok oluş derimizin altında ve her an yeni bir tuzak için hazır!!

Yan yana ve karşılıklı konulmuş onlarca masanın arasından geçerek seni bulmaya çalışıyorum. Kalabalığın arasından bulup bir an önce çıkarmalıyım seni.. Gözlerimdeki yorgunluk artık baş edilebilecek gibi değil. Gözlerini kapatsan bile yine de seni bulabilir miyim, diye düşünüyorum. Çok sevdiğim şairlerden birinin son dizeleri geliyor aklıma hemen..

...
Yokluğun cehennemin öbür adıdır.
Üşüyorum kapama gözlerini.”
A.Arif

Şair üşüyordu. Ölüm, iki dize arasında pusu kurmuştu. Ölümün yankısını bilerek koymuştu belki de oraya, kim bilir…
Yanına geldiğimde gözlerin kapalıydı. Gülümsedim. Ellerinle ovuşturuyordun bir önceki gecenin yorgunluğunu. Oysa bacaklarına biriken asidi kovuşturmak için çabalıyor olmalıydın. Ne de olsa gece boyunca dans etmiş ve bir an bile durmamış olmalıydın! İnsan bir şeyi ne kadar çok severse, o kadar vazgeçilmez olmuyor muydu hem?

- Geciktin.
- Öyle mi? Farkında değilim.
- Olmalıydın.
- …

Bazen koca sessizlikler keskin bir kelimenin hemen ardından gelebiliyor. Gereklilik kipinin lüzumsuz(!) çığırtkanlıklarını duymaktan her ne kadar haz etmesem de katlanılabilir kılan bir sesin vurgusu sayesinde bu, hazza dönüşebiliyor.

Çok sakindin. İçindeki bu sessiz limanın konukluğuna her şeyden çok ihtiyacım vardı. Ellerinle elimi tuttuğun, avuçlarımdaki sıcağa kendi sıcaklığını kattığın o ilk günü anımsıyor muydun acaba? Limon kokusu yayılmıştı dudaklarının kenarlarına ve nane. Koklayarak öpmüştün avuç içlerimi. Kokumu sevmiştin, tıpkı diğerleri gibi… Ama sen durgunluğunla gelmiştin. Ilık bir su gibiydin...

- Gidiyor muyuz?
- Evet.
- Hadi o halde.
- Yemek?
- Bir şeyler hazırlarız evde. Ya da dışarıdan söyleriz.
- Olur.

Şarap aldık. Kırmızı. Yol boyu sessizliğini dinledim. Hiç bitmesin istedim.
Gecenin uzun misafirliğinde yaşanan her bir anı, burada sonlandırıyorum... 

27 Aralık 2010 Pazartesi

Bahane

Bir bahaneyle kaldırdım tüm fotoğrafları. Nasıl ve ne şekilde yerleşmişti albüme, hatırlamıyorum. Sanırım uzun ve dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmış, bütün olası iletişim yollarını birer birer yok etmiş, geçmişe dair tek bir nefes bile bırakmadığım günün öğleden sonrasının herhangi bir zamanıydı. Yeniden başlamak ve onca yılın ardından, söz verilmiş cümleleri çiğnemeyi kendime yapılmış bir ihanet olarak saydığım anda kalakalmıştım. İnsan tüm hayatı boyunca kaç defa dönüm noktası yaşar ki! Bir defa ellerine bulaşmışsa toz, hele bir de benim gibi alerjisi varsa, ne yapacağını şaşırıyor. Ağır ve okkalı bir tokat gibi iner bazen aşk!
Öyleydi...

Fotoğraflar... Birer birer yok ettim hepsini. Yüreğime vurulmuş onca mühürden, avucumda terk edilmiş nice sıcaklıktan ve saçlarımda kalmış nefesinin kokusundan sonra sıra onlara gelmişti. Bir düş ne kadar yayılırsa bedenin her bir noktasına, işlerse hücreye, o denli ayıklamak zorlaşıyor. Hâlâ içinde bahar kokan bir bahçe, hâlâ önemsenen bir tarih ve sır gibi tutulan bir kitap kalmışsa eskilerden, yaşanmış an kadar bir zaman gerekiyor yitirmek için.

Çaba sarf etmeden ayağa kalkmaya çalışmanın durağanlığı geceyi öylesine zorlar ki, göz kapaklarına inen uyku da olmasa, düşün'cenin çeperlerine çarpar durur o çemberin içinde kalanlar... Sayısız kere ört bas etmeye kalkıştıysam da bir şeyler dönüp durdu sayfaların arasında. Oysa ayraçları çıkardığımı sanıyordum.

Üşüyor, gecelerden kalan yarım. Susuyor, susuyor, susuyorum.

Kaybedecek neyimiz kalacak geriye, her şey olağanca hızıyla silinip gittikten sonra? Uçurum kenarında bırakılmış birkaç sesli avuntu, yüzüstü uzanılan kanepenin rahat bedeni ve gülümseyerek uyandırılmış bir sabah sonrasında, en sevdiğim kahvaltılıkların başucunda uyuyakaldığımız televizyonun gürültülü eşliğinden başka...
Çok şey!
Yetmeyecek hiçbir an, onca şeyin ardından. İçimde büyük bir okyanus, fısıldıyorum kulaçların ardından... Derine daha derine; suların en derin noktasına...
Yemyeşil bir denizin yeşil bakışlı kızıyım artık, ne çıkar öyle değil mi?

Hızla yokuşu çıkmaya devam ediyorum. Bacaklarımın sızladığını, yorgunluğun ağır ağır kendine kalıcı bir yer edindiğini her geçen gün biraz daha fazla hissediyorum. Sürekli sızlanan bir yanım var. Ne zaman içime kulak versem aynı şeyi duyuyorum...

...
Yağmurun bir damlası süzülmüş küfür,
Bir damlası aşk.
Senin uykuların hayin,
Düşlerin kardeş.
A.Arif

Emanetim, dalgınlığım, sorgusuz suallerim… Her şey içeride bir yerde demirlenmiş. Fotoğrafların bir tarafa kaldırılmışlığı, aslında hiç istenilmemiş bir düşüncede kalmış. Olmamış. Yanmamış. Zehirlenmemiş. Yaranın içinde bir sokak, hangi yönden estiği belirsiz bir rüzgâr. Köşeye, parka, yol kenarına zincirlenmiş herhangi bir bankın ziyaret edilişinden hemen sonraki tekil hali.
Burası benim beyazlığım.

21 Aralık 2010 Salı

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı XXVI

Kimi gölgeler vardır aslında her şeyi saklayamayacak kadar açıktır görüntüleri. Biraz suskunluk, biraz kendine has kıvrımlar ve birkaç da işlenmiş cümleyle hayatınıza aldırmaksızın girerler. Seçim özgürlüğünü kullanmanın acısını sonra sonra anlarsınız. Elinizi kolunuzu bağlamayı başarırlar bir şekilde. Hayatın gerileyen bir noktasında durur ve sizi beklerler. Zaaflarınızı, kontrol altına alamayacağınız bazı anlarınızı sizden biriymişçesine iyi bilirler. Hatta bazen sizden bile iyi...


Öykünün eli kolu bağlanır. Sözcüklerin kısmeti kapanır. Kahvenin en keyif alınan o ilk yudumundaki tat kaybolur. Giderek sıkışırsınız. 


Fotoğraf karesinin küçük bir yerine düştüğünüz not derinden sarsılır. Birbirinden habersiz uykulara gözler kapanır, rüyaların ortak dili, kayboluşun içerisinde sızlanarak yol alır. Böyle zamanlarda geniş zamanlıdır benim cümlelerim. Kimseye söz geçiremem. İstemem de. Bir sarsıntının içinizde bir yerde başladığının şahiti olmak ve o sarsıntıyla yol almak biraz zorlayıcı olsa da hafif gerilim iyidir. 


O akşam orada yağmur yağıyordu. Islak kalemin ucundan dökülen de yağmur oldu. Ben o ıslaklığın takipçisiyim.


Sonra görüntüler değişti.
Günler bir iki devir daha yaşadı. Yine aynı anahtarlarla girdim kapıdan. Merdivenleri çıktım ve sola döndüm. Birkaç satırarasının ucundan izledim. Ahşap kokusu, kitapların kokusu ve dünyamın kokusu, her şey içiçeydi. Gülümsedim. Sanki o an dilimin ucundaki her şey boynuna dolandı. Başım döndü. Kelimeler döndü. Kısacık bir sıcaklık yanaklarıma dokunup kayboldu.


Akşama doğruydu. Yağmur yoktu. Dudaklarında hiçbir iz yoktu...

18 Aralık 2010 Cumartesi

Oradaydım Söylenceleri I " Tarifsiz Döngüler"

Oradaydım...

Anımsayışında gülümsemesini saklamış küçük bir kız çocuğunun dudak kenarlarında. Baktıkça büyüyen huzurun gölgesinde... Yalnızca ne kadar zamanın geçtiğini değil; nelerin geçtiğini de düşünmeden, orada olmanın bilinciyle...

Her şey bir anda gelişmiş gibi gözükmüş olsa da uzun zamandan beri, çağırdığım sesin tek sahibi sendin... Yok, hayır, düşündüğün gibi yeniden bir şeyleri yakma isteğinden değildi tüm bunlar... Yalnızca eksik kalmış birkaç cümlenin, içimde bıraktığı garip huzursuzluktu belki... Yine de onca geçmiş sığlıktan sonra, yan yana gülebilmek yaşanmışlıklarımıza, işte bu gerçek bir saygıydı, her şeye rağmen...

Yürümekte zorlanılan bir kalabalığın hemen içerisinde, ayaklarımızın bir önceki ve bir sonrakiyle sanki kendi bedenimizin bir parçasıymış gibi yakından seyrettiği arnavut kaldırımlı dar sokağın bir yerinde, büyülü bir şehir şarkısı gibi şimdi İstanbul...
O şarkıyı nasıl söylediğine bağlı olarak şarkıyı duyabilmen an meselesi... Sen de işte tam o "an" içinde rotasını değiştirmiş bir ilerleyişin karşılaştırdığı bir aralıkta karşımdaydın... Şaşırmış gözlerimdeki asıl ifadenin şaşkınlıkla çok da ilgisi yoktu aslına bakarsan... Belki biraz da biliyor olmanın rahatlığı, biraz geçmiş kalp hissiyatının verdiği eminlik, biraz da zamanın doğru işleyişi... Her şey olması gerektiği gibi...
Alkol dar sokaklar arasında, nefes alışıma kendinden bambaşka rüzgârları bırakıyor olsa da kaygısız, beklentisiz, en güzeli de sorunlarından ve sızılarından sıyrılmış bir ruhla İstanbul'u seninle yürümek keyifliydi... Orada olmak ilk defa bu kadar ben gibiydi...

Gece ağır ağır sorgusuzca kendi karanlığını terk ederken, adımlar hızlanmış ve gidilecek yerin isteksizliği belli belirsiz sorularla gökyüzüne işlenmişti. Düşüncelerin, hafif keskin bir soğukla belki de her şeyi daha sıradan ama daha katlanılabilir kılıyordu...

Oradaydım...
Hani bal rengi bir geçmişin bakışlarında...
Hani o yaz günü sarhoşluğunu özlemlerimize taşıdığımız balkonun pencere kenarında...
Ya da yol çizgilerinin umutla çerçevelendiği bekleyişlerin yol ayrımında...

Orada olmanın o tarifsiz döngüsünde...

9 Aralık 2010 Perşembe

Şüphenin Mukavemeti

"Karanlıktan korkuyorsan elimi tut" dedi. Siyah boşluğun içerisinde ufak bir yansımasına şahit olduğum ince uzun parmakların, kıvrılarak uzandığı yerde "gel, hadi" diyen isteğe doğru baktım. İçimde ne bir harekette bulunmak ne de konuşarak bir şeyleri anlatabilme gayreti vardı. Kalmamıştı. Zamanla çürüme hızlanmış, yerini korkularla dolu bir şüpheye bırakmıştı. Şüphenin mukavemeti arttıkça hiçbir iyi niyetli beklentinin de önemi kalmıyordu. Kemirme önce his üzerinde başlıyor, giderek kılcallara yerleşiyor, en nihayetinde de düşünce kapılarından vakit kaybetmeden içeri doğru sızmaya başlıyordu. Sızıntının kaynağını kurutmak için sarf edilen her türlü çaba da nihayet sonuçsuz kalıyordu.

Her şey bir yaz günün bitişiyle başlamıştı. Eylül kıvrak rüzgârlarla tenleri okşarken ve henüz ağustosun kucağından tam olarak kendini kurtaramamışken gelmişti. Kırlaşmış saçlarının yeni kesildiği belliydi. Kulaklarının arkasından yayılan parfüm kokusu önce hafızamda hiçbir iz bırakmamış, ilerleyen günlerdeyse oturduğu koltuğun bir kenarından kaldırdığım yastıktan yayılan kokuyla bir daha aklımdan çıkmamıştı.

Uzun bir süre hemen hemen her gün onunla birlikteydim. Sabahı karşılayan ilk cümleler ondan geliyor, akşam genellikle aynı saatlerde heyecanla beni arayıp "Naber?" dediğinde mutlu oluyor ama derinde bir yerlerde eksik bir tebessümle olanlarla baş etmeye çalışıyordum. İnsan bir yanında varlık, bir yanında yoklukla yaşayınca eksikliklere olan tahammül kuvveti de yol boyunca düşüyordu. Ara sıra üzüldüğümü bilmesin diye ona hiçbir şeyden bahsetmedim. Kendi mücadelemle başa çıkamadığım zamanlarda ağzımdan çıkan sitemli sözcüklerin karşısında da ağzımın payını daima geçiştirilmiş "saçmalama" cümleleriyle fazlasıyla almıştım. Onu arkasını dönmüş gidiyorken düşünmeyi hiç istemedim. Ama bir yüzü bu gerçeğe hep yakındı.

Kış mevsimi olduğundan daha da soğuk geçmişti. Her şey azalan bir hızla geçip gidiyordu. Ne eskisi kadar onu görebiliyor, sesini duyabiliyor varsa yoksa herkesin ulaşabileceği kadar yakın bir uzaklıkta kendimi avutuyordum. Bütün bunlar her şeyi biliyor olmamdan dolayı başıma geliyordu. Bazen bilmek harekete geçmeyi engelliyordu. Kıpırtısız, bir köşede öylece kalıp olanı biteni izlemek lüksünü(!) veriyordu. Belki de hayatın bellek sızılarından en can alıcı olanları da böylelikle kendi kimliğini çekinmeden bize tanıtıyordu.

Şimdi, bu gecede hayatın prospektüsünde aşırı duyarlı zaman dilimlerinin yaşandığı şu anda, elini uzatmış bir yabancının seslenişinin ne kadar uzaklardan geldiğini söylememe gerek yok sanırım.

Karanlığın içinden yükselen bu sözümona iyi niyetin hiçbir anlamı yok. Hepsi hepsi anlamsız bir yakınlaşma çabasının önsözü. Okursunuz ama asıl hikâye bir sonraki sayfada başlıyordur. O sayfayı açacak bir meraka da henüz rastlamadım. Her şey saç tellerinin ucundaki kırılmış teller gibi çıt sesinde kırılıyor. Bir daha o tel oraya kaynamayacak. Kırılmış bir saç telinden geriye kalanın sağlıklı olup olmadığı da hiçbir zaman tam anlamıyla bilinemeyecek. Çünkü insan ne de olsa kendine ait bir parçadan ortada hiçbir sebep yokken ayrılmak istemez. Ya da istese de ayrılamaz.

O eli tutmadım. Şüphenin mukavemeti de artıkça arttı. Bazı insanlar anlık isteklerini yerlerine getirmeniz için gelirler. Dünyanızı avuçlarlar. Hoşunuza gider. Kimin gitmez ki? O anda kalabiliyorsanız ne alâ, yok kalamıyorsanız da hallaç pamuğu gibi düşünceleriniz arasında atlamadan hiçbir ayrıntıyı, çevirir durursunuz.

Birbirinden farklı iki kişi. Birini ben seçmedim. Diğeri de istediği zaman geldi istediği zaman gitti. Hiçbir şey söylemedim. Bazı insanlar sebepsiz mutluluk kaynağıdır. Bir şekilde nüfuz etmişlerdir hanenize, yerleri ömürlüktür. Teslimiyetin böylesi görülmemiştir.

Özlem, her zaman olduğu gibi barın en uç köşesindeki masada oturmuştu. Votkasını yudumlarken ağır ağır çektiği sigarasının dumanları arasında gözlerinden birini kısarak çaprazda oturan bir adamı izliyordu. Her gece aynı görüntüler, değişmeyen içkiler, saf tutulan yerlerin karşı konulamayan cazipliği... Yazmaya devam etti ama sona yaklaştıkça kendisini tekrarladığını fark ediyor hep aynı hikayelerin aynı kahramanlarını bilinen bir sonla ebedileştiriyordu. Birkaç defa kahramanının elini tuttuğu da olmuştu. Oradan bir yazma yolculuğuna çıkmıştı. Fakat ilerledikçe eninde sonunda aynı anlama teslim oluyordu.

Kendi adının anlamsal döngüsünde savruluyordu hayatı. Ben onu izliyordum. O ise tüm bunları seslendirmem için beni seçmişti. Aslında benim varlığımın çok da bir önemi yoktu. Nasılsa özlem de bir gün çekip gidecekti. Ya da kendi yarattığı hikâyelerin kahramanları gibi o da teslim olacaktı günün birinde.

Her şey yeniden başa dönüyor. Bu yerlerin hepsinden geçmemiş miydim zaten ben? Neden dönüp dolaşıp buraya geliyorum? Niye yerimde sayıyormuş gibi hissediyorum? Vücuduma yayılan bu ağrıların sebebi ben miyim? Siz nasıl içeri girmiştiniz? Öyle ya kapı açıktı değil mi? Oysa yüzlerce kez kilitlediğimi hatırlıyor gibiyim. Elini uzatmıştı. Tutsa mıydım? Tutmadım. Sebepsizce sevmiştim. Sevmese miydim? Bu sokakta nasıl beklenilir?

"Ve bir gün her şey bitti... O kadar basit, o kadar kati bir şekilde bitti ki, ilk anda işin azametini anlamak benim için mümkün olmadı." Kır saçlı adam da kendine haritada uzak bir yer seçti. Bir daha göremedim.





* İtalik cümle Sabahattin Ali'nin -Kürk Mantolu Madonna- adlı kitabından alıntıdır.

5 Aralık 2010 Pazar

Oradaydım Söylenceleri I: "Yüzleşme"

Başlangıç ve son arasında bir ayırım yapılamadığında, seçim yeri gittikçe zorlaşır. Ya başa sararsın ya da son içinde kıvranır durursun. Aslında olasılıklar elbette bu kadarla sınırlı değil. Ya sen belirlersin ikili bir seçimsizlik içerisinde yitip gitmeyi ya da zaman, sana, istesen de istemesen de birkaç seçeneği daha sunuverir. Alışverişlerin bu denli sıkıcı olabileceği bir başkalaşım, aşk içinde bağcıkları birbirine dolanmış bir dolaşım, toplamda kalbe zarar bir kaç titreşim...


Oradaydım...
Elbette senli birkaç duygunun ve aynı zamanda sensizliği anlatma çabası içerisinde...

İnsan ne de çok haykırıyor canı yandığında. Sanki koskocaman bir dağ oluveriyor sözcüklere yansıttığı cümleleri... Anlamsız bir güç pompalanıyor gözlere ve bir aşkın elde kalanlarını da ardına alıp yola devam ediyor.
Hangi yola?
İşte burada başlıyor bütün geç kalmışlıklar, yarım bırakılmış anlar, uykuya dalmadan önce sağ tarafından sol omza doğru uzanan bir kolu reddetme isteği, yanyana izlenemeyecek filmlerin bilgisayarın deposunda anlamsız bekleyişi, kanepe üstündeki cilveleşmeler, kahvaltı masasındaki keyifler...
Ard arda sıralanabilecek öyle çok anı var ki. Birini yazmasam diğeri gelip aklımın en rahatsız edici köşesine kuruluveriyor ve sonra gün ve gece boyunca, onunla uğraşıp duruyorum. Bazen hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor bu ses. Oysa sessizlik değil miydi çığırından çıkan? Hoş bu defa ben, ses içindeki sese tahammülsüzlükten kanattım kalbimdeki bekleyen yarayı...
Aylardır namlunun ucunda dışarı çıkmayı bekleyen kurşun misali, ben de o tetiği çekip çekmemekteki kararsızlığımla boğuştum. Henüz şekillenmemiş bir şeylerin kararını vermek hiç de kolay olmuyor... Sonrasında insanın eline yüzüne bulaşıyor tam anlamıyla temizlenemeyenler...

Oradaydım...
Hani, 'bu gece gitme, burada kal' deyişinin boynumu büken yanında... İçimi sızlatan tınısında... Ayağımın altında bastığım yerin olmadığını hissettiğim her anda. Baharın o mis kokulu tazeliğini sen olmadan yürümek zorunda kaldığım, seni bıraktığım o evde. Kim bilir hangi çıkmazın çıkar yollarını aramaya başlamak için cesaret bulacağımı düşündüğüm, o kendime dair birkaç ipucunun etrafında. Geçerli korkularla yüzleşmenin, geçersiz bir korkuya yenik düşmekten daha az acıya karşılık geleceğini umduğum, yerini yaptığım, ara sıra kuşkuya düşsem de başa çıkabileceğimi kendimi inandırdığım o masum vedada, gözlerinin içindeydim...

Birazdan ufak bir yolculuğa doğru adımlarımı bırakıp müziğin o eşsiz sevdasında, dans eden bir kadını canlandıracağım. Bu defa İstanbul benim parmak uçlarımda uyuyacak...
Ne tuhaf ve ne benzer hayatlardan geçiyoruz.
Devirsiz günler...
Devreden sadece yalnız başıma kendime söylediğim şarkılar...

Oradaydım...
Sesinin kabullenmişliği anlatan isteksizliğinde...
Şaşkınlığında...

1 Aralık 2010 Çarşamba

Sürprizli Bir Kış Karşılasın

Apar topar bir şeyler aradım kendime. Okumak için. Hali hazırda devam ettiğim kitabın haricinde başka bir ses, belki bir şiir, ne bileyim ama bir şey işte!

Kitap okurken bazı takıntılarım var. Meselâ çok önemli bir durum olmadığı müddetçe bölüm arası gelmeden bırakmam. Bölüm arası olmayan kitaplarda da uygun bir yer buluyorum kendime. İlginç ama gülümseten takıntılar bunlar. Yazarken bile az önce bunları yazmak için yattığım yerden doğrulabilmek için elimdeki kitabın çaktırmadan bölüm arası nerede diye baktım. Olacak iş mi? Hay Allah, oluyor işte!

Hepimizin başucunda biriktirdiği kelimeleri vardır. Benim de kullandığım belirgin kelimeler illa ki var. Hatta onların arasında birkaçı var ki değmeyin keyfimize. Zaman zaman başıma olmadık işler bile açıyorlar. Tutamıyorum kendimi, dalıveriyorlar onlar da sektirmeden yaşamın içine, en çok beslendikleri yere.

Saate baktım. Geçen yaz haziran ayının birinde bir yazı yazmışım. Bir temenni yazısı. Başlığı gördüm ama yazdıklarıma bakmadan aklıma düşen yeni yeni yeni bir dize okuma güdüsüyle, Cemal Süreya'nın şiir kitabını elime aldım. Hokus pokus bir şiir seçtim. Sayfaları kardım yani. Rüzgârda uçuşurmuşçasına onlar kayıp giderken parmaklarımın arasında, bir sayfada durdurdum. Hah, bunun adı işte hokus pokus. Hangimiz şarkılardan fal tutmadık ki? Hâlâ da yaparım. Önceleri canımı sıkardı; şimdilerdeyse bu da arada sırada arkadaş sohbetlerinde araya kaynayan, konuşmayı kaynatan bir oyun aracı haline geldi. Şarkıyla başlayan muhabbet içeriğini genişletiyor da genişletiyor. Öyle ki bazen " buraya nereden geldik ki biz?" dedirtecek kadar.

Bana da Cemal Süreya'dan payıma şu düştü:

"Kısa Türkiye Tarihi ve Ortadoğu" Sevda Sözleri kitabından iki bölüm başlığı. Şiirleri okumak için bir sonraki sayfayı çevirmek gerekiyor yani. Olmaz dedim. Bu sayılmaz. İlle de şiir göreceğim.
Üçüncü denemem başarılıydı. "Dört Mevsim" adlı şiiri çıktı. Okudum. Sonra beni bu yazıyı yazmama iten sebebi düşündüm.

Söylemeyi unuttum. Yaz başında yazdığım yazının adı: "Yaza ve Hayata Temenniler" idi. Bugün 1 Aralık. Sözümona kış mevsiminin ilk günü. Dışarıda bahar akşamlarından kalma bir hava. En azından önceleri mayıs sonlarında böyle havalar olurdu. Sonbahar bile bir tuhaftı bu yıl. Mevsimler içiçe geçti ya da aralarından birkaçı istifa etti. Ne olursa olsun tabiat ana karşımıza nasıl çıkacak diye merak eder oldum. Biraz ürkmüyor da değilim açıkçası.


"...
Kış mezarına gömsünler sizi
Sokaklar gibi buluştunuzdu
Çarşılar gibi seviştinizdi
Kış mezarına gömsünler sizi"

Bu da mevsimin anlam ve önemini göz önünde bulundurarak şiirden yaptığım kısa bir alıntı. O yazıya az önce dönüp baktım. Babamın bana attığı maili yazmışım. Sigarayı bırakmam üzerine bol temennili birkaç cümle. İlginçtir ama ben de son zamanlarda sigarayı azaltmak üzerine cümleler kurup duruyorum. Kim bilir bu kış yazdan kalma bazı şeyleri gerçekleştirmenin tam da sırasıdır.
Sigara konusunu bir kenara bıraktım elbette.

Diyeceğim odur ki bu kış şöyle güzel bir kar yağsın. Halbuki karı sevmem. Şehir hayatını felç eder. Güzelim beyaz simsiyah bir kötülüğe bürünür. Ama doğanın içinde bir yerdeyseniz de enfes kareler düşürür hayallerinize. Sanki kışın hüznü sonbahara göre daha fazla.

Eylül kızıyım ve bildim bileli içimin bir köşesinde bu isim kendini saklar durur bir şeylerden. Ne olduğuyla bugüne kadar ilgilenmedim. Eylül dedim, eylül iyidir.

Şimdi bol filmli, patlamış mısırlı, içinde güzel dost sohbetlerini barından sürprizli bir kış karşılasın hepimizi. Hem bir düşünsenize, şöyle tarçınlı mis gibi bir salep içmeyeli ne kadar oldu?

Kış gelsin, mevsimler de artık bir yörüngeye girsin...



İsteyen için o yazı: http://kalabalikodalarda.blogspot.com/2010/06/yaza-ve-hayata-temenniler.html