PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

31 Aralık 2011 Cumartesi

Yıla Veda... Neler Yaşadık Öyle Değil Mi?


Ömür diye tanımlanan sözcük telaffuz ederken nasıl da yumuşatıyor insanın içini. Kim, ne isterse doldurabilir onun içine. Duygulardan örülü koskoca bir yumak var. Sevinçler, paylaşımlar, acılar, kızgınlıklar, öfkeler, şaşkınlıklar, suskunluklar, ağlamalar, haykırmalar, heyecanlar... Dediğim gibi büyük bir karma ömür dediğimiz şey. 
Bir yılı daha geride bırakırken her zamanki gibi yılın son yazısını yazmadan veda etmek olmazdı. Hem şöyle kısaca bir neler olduğunu hatırlamak hem de neleri beklediğime dair kısacık da olsa bir şeyleri bazı zamanlarda kendime anımsatmak adına yazacağım.

2011...

Uzun ve yorucu bir yıl oldu. Bu sene çok fazla üzüldüm. Ülkece çok ağır hesaplar ödedik. Terör, şike operasyonları, sansür, Emek sinemasının yıkılmaması için verilen mücadele, Hopa olayları, üniversite sınavındaki şifre olayları, N.Ç davası, kadına şiddet, heykelin yıkılması, Van Depremi, gazetecilerin ve öğrencilerin tutuklanmaları, Uludere, kültür ve sanat dünyasında yitirdiklerimiz... İnsan yazarken bile bu dökümün altında kalıyor ister istemez. 
İnsanca yaşamanın onurunu yitirmemize, unutmamıza sebep olan, birlik ve beraberliğe sekte vurduran, can alan, can yakan ve geriye dönüp bakıldığında hiçbir zaman unutulmayacak görüntüler ve bıraktığı izlerle geçip giden bir yıl 2011. Sosyal medya, bu sene görsel basının yapamadığını yaparak haber ulaştırmada ve gelişen olaylar hakkında insanları bilgilendirmede önemli bir rol aldı. Bazı insanların öfke kusan açıklamaları, faşist söylemleri damga vurdu. Benim de en aktif kullandığım mecra twitter oldu.

Nereden tutacağımı bilemediğim öyle çok olay oldu ki. Yaz tatilinin en güzel günlerini yaşadığım Ayvalık'ta akşam üstü keyifle yemeğimi yedikten sonra twitter'dan öğrendiğim bir haberle Amy Winehouse'un öldüğünü öğrendim. O gece her şeyi bırakıp balkona oturdum ve denize doğru uzun uzun baktım. Bir ölümle ne çok şeyin insan aklına gelebildiğini fark ettim. Sadece Amy'nin ölümü değil, Türkiye'nin gündemindeki bir çok tatsız olay da başımdan aşağıya an be an döküldü. Kin ve nefret duygularıyla yaşayabilen insanları anlamakta çektiğim zorluk, duygu ve düşüncelerimi de zorladı. Böyle zamanlarda sevgi ve anlayışın, birlik ve beraberliğin, ne kadar önemli ve hayatın ilerleyişini sağlayan güçlü bir lokomotif olduğunu görmek içten bile değil.

Ölümler çoktu. Gary Moore, İsmail Gülgeç, Jane Russell, Elizabeth Taylor, Ali Teoman, Cüneyt Çalışkur ve daha aklıma gelmeyen, alanında önemli diğer isimler...

Elbette çok güzel olaylar da oldu. Meselâ ben sevgili Gülenay Börekçi sayesinde Egoist Okur'da yazmaya başladım. Üzüldüğümde, sıkıldığımda, en mutlu anlarımda o sayfalarda kendime yer buldum. Elimden geldiğince ve tüm kalbimle destek vermeye çalıştım. Egoist Okur, benim için 2011'in en kayda değer gelişmelerinden birisiydi. 

Van İçin Rock konserinin o muhteşem gününü, saatlerce Küçük Çiftlikpark'ta binlerce kişiyle birlikte yaşadık.  Rock müziğinin en sevdiğim gruplarından biri olan Redd öncülüğünde, sosyal medyanın böylesine güzel bir oluşumda nasıl bir katkısı olduğunu gördük. Sıra 2012'de yapılacak okulun heyecanını paylaşmakta.

İnstagram sayesinde fotoğraflarla hayatı kendimce paylaşmaya başladım. Sayesinde yeni yeni insanlarla tanıştım. Güzel dakikalar geçirdik. 

En büyük hayallerimden birisi olan film senaryosunu yazmaya başladım. Ne zaman biteceğini bilemesem de birgün gerçekleşeceğini umutla beklediğim gelişmelerden biri oldu.İkinci romanımın neredeyse yarısını bitirdim. 2012'nin devamında beni itekleyecek güçlerden belki de en önemlisi, onun kurguları arasında dolaşmak olacak.

İşten ayrıldım. Uzun bir süredir onun boşluğunda sallandım. Bu sırada kendime yatırım yapmaktan da geri durmadım. Daha çok kitap okudum ve yazı yazdım. Sevdiğim müzikleri dinlemek için fazlaca zamanım oldu. Kimi zaman takıntı derecesinde uzun uzun yer verdiğim bazı isimler vardı. Nick Cave, Tom Waits, Bach, Mozart, Nina Simone ve Adele bunlar arasındaydı.

Ubor Metenga oturumlarında Yekta Kopan, Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy sayesinde öykülerle ve kendi hayatlarından notlarla hem buruk hem de mutlu, güleç dakikalar paylaştık. Bu sene en çok Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Tomris Uyar, Nabokov, Yusuf Atılgan okuduğum dönemdi. Çoğu eskiden okuduğum kitaplar da olsa yeniden onlarla karşılaşmak güzeldi.

Hakan Günday'ın AZ romanı muhteşem kurgusu ve hüzünlü bitişiyle beni inanılmaz etkiledi.

Hiç beklemediğim bir şekilde sevdiğim bir arkadaşımla yollarımı ayırmak zorunda bırakıldım. Yanlış anlaşılmaların ne denli etkili olduğunu ve beni dinlemekten ziyade, kesin hükümlerle almış olduğu bu karardan dolayı elden bir şey gelmeyeceğini gördüğüm andaki çaresizliği yaşadım.

Uzaklarda olan bir arkadaşımla karşılıklı maillerimiz günlerimi doldurdu. Hesapsız, beklentisiz, anlarla dolu kocaman bir paylaşımda bulunduk birlikte.

Adını burada yazamayacağım ama çok sevdiğim ve benim için değerli olan insanlarla tanıştım. Sohbetler ettim. 
Sinema ve tiyatroya bolca gittim. Konserleri de unutmamalı.

Burada soluklanmak gerekiyor. 

2011 acısıyla tatlısıyla daha birçok şeyin yaşandığı yıldı. Her birini yazmak neredeyse bu yazıyı bir kitap eşiğine getireceğinden duruyorum.

Çok özledim. Çok sevdim. Unutuldum. Yanlış anlaşıldım. Anlattım. Anlaşılabildim.
Kimi zaman pes etme sınırına geldim ama sonra gökyüzünü hatırlayıp devam ettim.
Ağladım. Güldüm. 
Yazdım. Yazdım. Yazdım.

2012'de kendime verdiğim sözlerim olacak. Her birini hazırladım. 

Geriye dönüp baktığımda bireysel tarihimde yine koskocaman bir yaşanmışlık bıraktığımı gördüm. Şimdi bu son kelimelerini yazarken birazdan evden dışarı çıkıp İstanbul'un o büyülü havasını soluyacağım. Evlerinde, dışarıda, barlarda her kim varsa, herkese, bütün insanlığa kısa bir sözüm var.

SEVİN. SEVİN. SEVİN. Lütfen hayatlarınızda bu küçük ama etkisi büyük kavramı unutmayın. Güzel günler, 2012'de yakanızı bırakmasın.

Kalabalık Odalarda'dan sevgiler ve iyi yıllar...





28 Aralık 2011 Çarşamba

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -39-



Bazen ne kadar anlatsan boş! İnsanın kendisiyle olan kavgasında o kavgayı bile anlayamayanlar elbette seni de suçlayacaklardır. Elbette sen hep " özürlerin" söylendiği kişi olacaksın. Asıl düşündüklerin boşlukta tıpkı bir balon gibi süzülecek. Uçtuğunu görecekler ama nereye indiğini hiçbir zaman bilemeyecek, daha doğrusu bilmek istemeyecekler. "Geldin ve geçtin", bunu öğren diyecekler ama bunu söyleyecek kadar bir cesarete asla sahip olamayacaklar. Diğer her şeyde olduğu gibi bunu da senin anlamanı bekleyecekler... Kızacaklar, öfkelenecekler bu duygularda nefes almaya çalışacaklar. Soru sorulduğunda verdiğin cevaplar tatmin etmeyecek. Çünkü sen onların istemediği yerlerden sesleniyor olacaksın. “Anladığımı iyi bilirim” deyip seni bastırmaya çalışacak, hareketsiz halinden beslenecek ve daha da saldıracaklar…

Bazen neyi yaşamış olursan ol, her şey bir yere kadar! Zamanında paylaşılmış birçok şeyin içi, yine zamanla boşalıyor. Boşalan yerler bambaşka şeylerle doluyor. Sen bir yerde sabitle(n)meye çalışsan da yapmaya çalıştığın eskiye geri dönüş gibi algılanıp yine o yöne sapma olmasın diye söylemek istediklerinden çok farklı bir kulvarda diyaloglar kuruluyor. Öyle ki sen bile oraya nasıl gelindiğini, neyin buna sebep olduğunu anlayamaz hale geliyorsun. Aslında çok basit bir açıklaması var. Korku. Karşı taraftan duyulan korku değil, tam tersine onun kendisine karşı duyduğu korkudan bahsediyorum. Vazgeçemeyeceğini bilmekten korkmak, daha fazla o yörüngede durmaktan korkmak, duyacaklarından korkmak... Bir de bunu kendine itiraf etmek konusunda bir sıkıntı varsa şayet, işte o zaman ne yaptığınız konuşma konuşmadır ne de anlatmak istediğin asıl konu anlaşılabiliyordur. Devasa bir dalgada, küçük bir kayıkla kürek çekip kurtulmaya çalışmanın anlamsızlığı ile karşı karşıya kalırsınız. Denemek istersiniz, çaba göstermek, o dalgalı denizden bir an önce kıyıya çıkıp sakin sakin yaşamak; oysa bu şartlarda pek mümkün değildir. Denediğinizle, yorulduğunuzla, bir de üstüne üstlük bunu yapmış olmaktan dolayı suçlandığınızla kalırsınız. Değer verdiğiniz için çok konuşuyorsunuzdur. Daha doğrusu "çok konuştuğunuz", kızgınlık safında duran kişi tarafından size bildirilir. Çok konuşuyorsun diyerek değil; çok kızdım diyerek. Anlarsınız. Şaşırırsınız pekâlâ. Niyeti bu olmayan köyün, niyeti kötü insanı oluverirsiniz birden. 

Hissettiklerimi söyleyemeyeceksem orada bir paylaşımdan söz edilmesi mümkün müdür? Ya da farz edelim (bu da mümkün elbette) yanlış anlamış ya da yanlış bir yoldan anlatmaya girişmişsem, düze çıkmak için doğru düzgün uyarılmayacaksam neden varız? Zaten hayat yeterince gergin. Bir de böyle bir noktada sürüklenmek niye?

Kızgın değilim ama yeterince kırgınım. "Ben kimseyi incitmem, ben kimseyi kırmam, ben seni anlarım" diyorsunuz da ben de bıraktığı etki hiç de öyle değil. Ziyadesiyle kırgınım bu durumdan.














4 Aralık 2011 Pazar

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -38-

"İnsanlar hadiseleri basitleştirmeye, bayağılaştırmaya ne kadar meraklı..." Sabahattin Ali/İçimizdeki Şeytan

Ben nasıl biriyim? sorusunu kendisine sormayan insanlar var. Ya da sorsa bile samimiyetten binlerce kilometre uzakta olanlar... Uzun bir süredir bir kelimeye takılıp kaldım. Bunun üzerine kısa kısa da olsa bir arkadaşımla "orada bir yerde" karşılıklı yazdığımız maillerde dile getirdim. Meğer ne uzun ne aşılmaz bir konuymuş bu. Aklımın bile bazen durduğu, kendimle baş başa kaldığım zamanlarda ya da hiç beklemediğim bir kitap cümlesinin hemen sonrasında bile gelip de karşıma dikiliveriyor. İşin içine bir sürü başlık da giriyor. Karakter, hayatı algılama desturu, algılama zayıflığı, haset vs. vs. Oturup sıralamaya kalksam nereden tutacağımı bilemeyeceğim kadar çoklar ve bugünlerde zihnimi oldukça fazla kurcalıyorlar.

Hal böyle olunca bahsetmemek olmazdı. Sözlü sanatın bir süre mümkün olmadığı durumlarda yapılabilecek en doğru şeylerden birisi ya beklemektir zamanı gelinceye ve konuşacak doğal bir ortam yaratılana kadar ya da bir şeyleri yazıya dökebilme şansını kullanmaktır. Şimdilik yazmak sanırım en doğrusu. Hem böylece aylardır bozulan frekansımı da tamir edebilirim. Her ne kadar frekansı bozuk radyo alıcısı olsa da yazının ismi. Yani işin sırrı ayarları yeniden kendine getirebilmekte. Han serisi uzun bir zamandır vaktimin çoğunu aldığı için yazıları boş vermiş gibi görünsem de durum öyle değil. Bir kenarda toplanan, devamı getirilen ve egoist okura gönderdiğim yazılar var. 

Kalabalık bir ortamın en sevmediğim yanlarından birisi de gereğinden fazla sesin yükselmesi ve haddini aşan cümle ve yorumların zikredilmesidir. Bir boy ölçüsü alıp ortalarda elimde durmadan mezurayla dolaşamayacağıma göre bazılarına sus payı vermek de zamana yayılabiliyor. Ara sıra söylüyorum "Ne çok ses." var diye. Ses elbette iyidir ama bahsettiğim sesler çoğunuzun da bildiği gibi bir ayarsızlık halini anlatan seslerdir. En sevdiğiniz müzik cd'sinin birdenbire cızırdaması, radyo kanalının bozulması ya da çok sevdiğiniz bir filmin ortasında, sinemada, yanınızdaki, arkanızdaki birinin aniden konuşmaya başlaması gibi bir şey... Sinirlenirsiniz doğal olarak ve bazılarınız anlık bir feverana kapılıp yeri göğü inletir bu gibi durumlarda. Yapı itibariyle oldukça sessiz bir şekilde "konuşabilme" erdemine sahip olanlardanım. İma vuruşlarını kavrayıp geri gönderebilme üslubunu iyi bilirim. Naif ve inceden yapılan göndermeler her zaman daha çok hoşuma gitmiştir. Ama yeri geldiğinde de oldukça açık ve doğrudan olmayı da tercih ederim. Yani her şeyin bir oluru mutlaka vardır diye düşünenlerdenim. Saygısızlığa tahammülüm yok. Anlamaya çalışırım ama bu durumda bile hâlâ bir inatlaşma ve kabul etmeme durumu varsa kendimce iyi olduğunu bildiğim metodlarım da vardır. Bir defa aklın kullanılması koşuluna her zaman ihtiyacım vardır. Özellikle kendince yorumlara kalkışan birtakım insanların yeri geldiğinde en büyük ahkâmlardan başlayarak hayatı sorgulama telaşına içten içe gülümser ve geçerim. Ama aklımın bir köşesinde ağdalı bir soru işaretini koymaktan da geri durmam. Çünkü böyle insanlar mutlaka yeri geldiğinde muazzam bir oyunu sahneye koymaktan da çekinmeyeceklerdir. Kisve dediğimiz şeyin nerede olacağını tahmin edebilmek her zaman kolay değil. Bir nevi kisveli harikalar dünyasının kisvesi bol, kahkahası sahte, sayısız müdavimi var.

Yazının başında Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan kitabından bir alıntı yaptım. Okuduğum günlerde altını çizdiğim birçok cümlesinden yalnızca bir tanesi ama şu duruma öyle haklı bir bakış açısı kattı ki eklemeden duramadım. Oysa herkes kendisiyle biraz daha fazla meşgûl olsa hiç fena olmayacak. Ya da illa ki bir yorum yapılacaksa da çemberi fazla genişletmeden kendi oyun bahçelerinde bazı işlere kalkışsalar çok iyi olacak. Sabrımla bir sorunum yok. Uzun uzun başbaşa kalabildiğim, dinlediğim, ne demeye çalıştığını anlamak için fazla mesai yaptığım özelliklerimden birisidir. Fakat onun da kendi huzurunu bozmak istediği zamanları yok değil nihayetinde çoğu zaman bir artı görevi görmeyi sevse de ve ona en çok bu hali yakışsa da bazen eksi tarafta neler olduğunu merak etmiyor değil. Nasıl ben onu dizginlemesini becerebiliyorsam bunu beceremeyenler de var. Tıpkı kimi zaman benim de beceremediğim gibi... Fark -ki şu noktada ortaya çıkıyor- yeterince bir şeylerin kendi içimde zamanı geldiğini düşündüğüm an vakit kaybetmeyi sevmem. İşte o an bir mezuraya ihtiyacım olabilir. 

Ortam maymunu olmaya ne sabrım ne de zamanım var. Yekta Kopan'ın Bir de Baktım Yoksun kitabında ilk defa duyduğum sözde ne diyordu: "Cahil ile lak lak edeceğine alim ile taş taşı." Ben her türlü ağırlığı kaldırmaya hazırım. Bayağı ve boş laflarla hayat dönmez. Dönse de bir yere varmaz.

Demem odur ki herkes mümkünse kendi içindeki şeytanla mutlu olmayı öğrensin. Yok öğrenemiyor ve illa başkalarıyla da tanıştırmak istiyorsa bunu doğrudan olayların muhatablarıyla paylaşsın. Çünkü sonradan duyduklarım bende inanın keyifsiz bir tat bırakıyor ve ben, o tadı da sevmiyorum!