PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

21 Ocak 2010 Perşembe

Cinayet Mahallinde Bir Şehir: Ankara

Boyası akarken bir geçmişin soğuk renkli gözlerinden, dur demeye hiç cesaretim olmadı. Bunca yıl, ne ben sana sorular sorabilmiştim ne de sen bana. Öylece, koca bir gürültü halinde yaşadık. Cevaplar hep bana kalıyordu. İçimde yükselen seslerin, hiç durmayan bir şarkı gibi kendini tekrarlamasından sıkılmıştım. Şimdi, kim bilir bu harflerin gücünden gün gelir de sana dokunan bir yan bulma çabası içine düşersen, bir kez olsun kendine bakman, kendini dinlemen yeterli. Çünkü insan ancak kendi sesini duyabilmeyi başarabilirse, başka sesleri duyması kolaylaşıyormuş.

Duvarlara sinen seslerimizin hepsi silindi. Geriye ne kaldı diyecekken, yazdıklarımın arasında incinen parmak uçlarımın, son bir gayretle içimde kalanları ortadan kaldırmaya çalıştığı bu çabayla karşılaştım. Ne kadar zorlasam da bir şeylerin üzerinden basıp geçmek kolay olmuyor. Hiç olmadı zaten. Bu da benim kendime bakamadığım yanım. Bir yerde, teni zorlayan, aklı sarmalayan, kimi zaman uykudan uyandıran ufacık da olsa bir tını kalmışsa şayet, olur olmaz bir anda başından aşağıya her notada dökülüyor o tını. Karmakarışık sesler içerisinde tutunmaya çalıştığın yerlerin değeri, sana yol gösterecek düşüncelerin varlığı, işte o an içinde önem kazanıyor. Bir kez daha tökezlemek istersen, her şey oldukça basit. Tıpkı bir kasedi geriye doğru sarmaya benziyor bu iş. Sesler ve görüntüler dünyasında boylu boyunca uzanmak yani. Dinlemek istediğin müziği sanki aynı heyecanla bir kez daha dinlemek ya da izlemek istediğin bir filmi yeniden görmek istersen, tek bir hamle yetiyor geçmişi çağırmaya. Nedir bu geçmiş ve onun bıraktıklarının anlamı gerçekte? Kaybolmasına yeterince izin vermediğimiz, kendi hapishanelerimizi yarattığımız duygu birikintilerinin hayatımızda kapladığı alanın genişliği neden bu kadar büyük?

“Hatırlar mısınla” başlayan cümlelerin yerini “hatırlıyorum da” alıyor şimdilerde. Hatırlıyorum da güneşi gözlerimize batan bir İstanbul sabahıyla uyanmak isteyip de bir türlü uyanamamıştık. Ankara bir türlü peşimizi bırakmamış, arkamızı toplamamıştı. Hep bir dağınıklık arasında yüzyüze geliyorduk. İlk başlarda canımızı yakmayacağını düşündüğümüz bu durum, zamanla sesi yükselen kavgalarımızın en can alıcı yerinde duruyordu. Dağılan parçalarımızın yerine koyabileceğimiz, ufak da olsa küçük bir mutluluk anı kalmayana kadar tükettik birbirimizi. Ankara da işte o an tükendi. Tenedos Cafe’nin ahşap ayaklarında dinlediğimiz jazz müziği de kapılarını sıkıca kapattı üzerimize. Bir daha hiçbir zaman geçilemeyecek uzaklıkta, yıllarla ölçülebilen bir geçmiş anında kaldı. Hatırlıyorum da her akşam yorgun argın soluğu orada aldığımız, soğuk biraları kana kana içtiğimiz ve keşke hiç sabah olmasa dediğimiz ne çok şey yaşamıştık. Bir anıdan diğer bir anıya sıkılmadan yarıştırdığımız cümlelerimizle geçen sayısız gece kaçamağı, kahkahalarla yan masalardaki insanları bezdirdiğimiz, neredeyse kovulacak kadar gürültü çıkardığımız mutlu anlarımız olmuştu. Bir zamanların hatırlar mısınla başlayan cümleleri, koca bir yanılgı sonrasında bir daha hiç paylaşılmadı aramızda.

Ankara’nın kırılgan caddeleri vardır. Hani bir gün oraya ayak basmazsanız, size eninde sonunda kendini anımsatacak bir geçmişle karşınıza çıkabilecek kadar cesaretli; yaptığınız ya da yapmadığınız işleri bir tanık edasında anlatıp ve sonrasında susup sizden konuşmanızı bekleyecek kadar da sabırlıdır o caddeler. Bugün, burada, o kırılganlığın kaldırım taşları birer birer yüzüme vuruyor birkez daha tökezletmek istercesine. Oysa en büyük cezayı Ankara’yı terk etmekle verdiğimi sanmıştım. Ne kadar da yanılmışım. Aklın yolculuğunu sonlandıramadıktan sonra onu yalnızca erteleyebildiğimizi, İstanbul’da yaşamaya başlayınca anladım. Cinayet mahalline gidemeyecek, bir daha onlarla boy ölçüşemeyecek kadar yorgundum ama hatırladıkça, olur olmaz zamanlarda aklıma geldikçe, her şeyi yeniden yaşayacaktım. Suçun asıl sahipleriyse o caddelerde, içlerinde hiçbir zaman beceremeyecekleri sözleri taşımaya devam edeceklerdi. . Kalabalığın arasına karışarak hep aynı saatlerde oralardan geçecek, belki de yerli yersiz geride bıraktıklarına güleceklerdi.

Tam karşımda koca bir ekran televizyon ve onun içinde durmadan değişen hayatların anlattıkları var. Bakmak istemiyorum. İçimdeki huzursuzluk buna bir türlü izin vermiyor. Sanki bir şey olacak da o kutunun içinden çıkagelecekmişsin gibi. Sesini kısıyorum. Kanalı değiştiriyorum. Kapatıyorum. Olmuyor... Orada durman ve artık geride kalmış bir düzeni –öylece- kaldığı yerde bırakman için daha ne yapabilirim ki?

Hatırlıyorum da...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder