PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

22 Ekim 2013 Salı

Gölgelerin Uğultusu

Suların toprağa döküldüğü bir geceyarısıydı. Birkaç parça elbiseyi gönülsüzce valize yerleştirdim. Şehir sancılıydı. Köşe başları her zamankinden biraz daha fazla kalabalıktı. Gelip geçen herkes yağmur sanki ölüm getiriyormuş gibi kaçışıyordu. Birkaç defa omuzumdan vuruldum. Ama dönüp de ses edecek, bir şeyler söyleyecek dermanım yoktu. Saatlerdir o sokak senin bu cadde benim dolaşıyor, Sinan'ın giderken ardında bıraktığı sözleri hazmetmeye çalışıyordum. Kalbimin bağları çözülmüştü. Aklım, hali hazırda olanlara gülüyordu. Belki de delirmenin katsayısı gülmekle çarpılıyordu. 
Deliriyor muydum? Böyle bir şey olabilir, insan kendi kendine delirdiğinin farkına varabilir miydi? 
Bir tek yangın yerinin adresi farklıydı, orası da sular altında kalmak üzereydi. Alıp başımı gitmek istedim. 

Otobüs garına gidip ani bir kararla Ayvalık'a bilet aldım. İki kişilik. Biri kendim, diğeri de gereksiz konuşma teşebbüsünde bulunabilecek herhangi birinden kurtulmak için. İstanbul'da kaldığım her dakika bana onu hatırlatıyordu. Sanki ruhum yaptığımız sohbetlerin, içtiğimiz kahvelerin, darma duman olmuş yolların arasında bulmaya çalıştığımız o yerlerin zabıt kâtibiydi. 
Pazar günlerinden, pazartesinin bir bölümünden ve hiç unutamayacağım o cumartesi günlerinden kaçmaya çalıştıkça sanki haftanın yedi gününden geriye kalanlar aradan çekiliyor ve ben yalnızca o üç günle haftaları, ayları bitiriyordum. Unutmanın, olup biteni hatırlamamanın bir iksiri olsaydı onu ilk ben içerdim.

Otobüsün kalkmasına az bir zaman vardı. Sigaramı yakmış ilk nefesi içime çekiyorken birden Leyla bitiverdi karşımda. Ben daha ne olduğunu anlamaya çalışırken o muhtemelen yirminci cümlesini çoktan kurmuştu. Nasıl oldu da soluğu otobüs garında aldığımı bildiğinden bahsetmeyeceğim. Henüz ben bile o aklın bunca çene düşüklüğüne nasıl yettiğini çözemedim.

Bıdır Leyla. Böyle derim ben ona. Şu hayatta en iyi yapabildiği şey konuşmaktır. Sırf çenesinden kurtulmak için kaç defa yanında uyuyakaldığımı bilirim. İyidir iyi olmasına da ne bileyim işte bazen yıldırır. 
Bazı insanlar iyilik kumkumasıdır. Gerçekten iyilik yapmak için varı yoğu ortalığa dökerler. Sanki bu hayat onları acıtmaz, kendi dertlerinden tüyüp başkalarına derman olmaya çalışırlar. Belki de böyle mutlu oluyorlar. Kim bilir. 
Leyla da bu sınıfın en başarılı örneklerindendir. Komik kızdır. Aramız sanıldığının aksine, gayet de iyidir. Can dostum, neden olmasın ki? Kaçmak nafile. 

"Bakıyorum da sen iyiden iyiye boşladın beni. Bensiz gidebileceğini düşünmedin değil mi? Elin adamına verdiğin değeri bir ben göremedim. Ee nereye gidiyoruz?"
-Ayvalık
"Aman, zaten sormam kabahat. Ne zaman bir şey olsa soluğu orada alıyorsun."
-Susacak mısın?

Gülüştük. Leyla'yla gergin konuşmak neredeyse imkânsızdır. Ne söylediğinden çok, neleri anlayabildiğini bilince sıkıysa kız, bozmaya çalış ya da bağır. Olmuyor. Olmaz. 

Hiç susmadı. Yıllardır susmamıştı. Mola yeri de dahil olmak üzere Ayvalık'a gidene kadar bana, son yaşadığım hezimetin faturalarını ağır ağır kesmişti. Büyük büyük harflerle, dolgun dudaklarıyla üzerine basa basa söylediği: "Çok aptalsın kızım." cümlesi neredeyse her nefes alışında hazırda bekliyordu. Yol boyunca o kendi bildiğini okudu ben de ondan arta kalan zamanlarda yol kenarlarındaki direkleri saydım. 

Otel odasına girer girmez Leyla kendini yatağa bıraktı. Uzandığı yerden yağan yağmura bakıp: "Bu havada hayatta beni dışarı çıkaramazsın bunu bilesin." diye söyleniyordu. Bense ağaçların arasından kumsala bakıp geride bırakmaya çalıştığım adamı, Sinan'ı düşünüyordum.

Bir defasında: "Sıkıştık bu şehirde. Bir yerlere mi gitsek?" demiştim. Uzun uzun bakmıştı gözlerime. Sanki içinde kabaran bir hüzün vardı da onu bir tek ben göremiyordum. 
"Kalkıp kaçarız ne olacak, altı üstü ömrümüzden sayılı günler çalmışız ne fark eder?" gibisinden cümleler kurmuştu. Şaşkın şaşkın onu izlemiştim. Çünkü kılını kıpırdatmayacağını, beni türlü hayallerle kandırıp önünde sonunda karabasanlarla dolu bu şehirde çakılıp kalacağını iyi biliyordum. Varsa yoksa bitmeyen iş yoğunluğu ve o yoğunluğun arasında zorla aldığım bir dirhem sevgisi vardı.

Cümleleri hep özenliydi. O kış günü, onunla ilk defa karşılaştığımız o yerde de öyle itinalı kurmuştu ki cümlelerini sanki önümde heybetli bir dağ yükseliyor sanmıştım. Meğer ince ince sızılar, zehirli sözlermiş yükselen. Tabii her kadın gibi ben de o inceliklere aldandım. Ara sokaklarda vuruldum. 
İnanmıştım. 
Kar bile yağmıyordu şehre ama suya, ateşe, rüzgâra hasret kalbim hepsini bir anda kucaklamıştı. İnsan kendi başına göz göre göre yağmayan karı bile yağdırır şu ahir ömründe. Ölümüm yanılgılar yüzünden olacak.

Leyla'ya baktım. Yatağın bir köşesine kıvrılmış öylece uyuyakalmıştı. Bir iki defa seslensem de duymadı. Kapıyı çekip çıktım.

Ayvalık baharda ayrı güzel oluyordu. Güneş sessizce dokunup kaçarken tatlı bir serinlik tenimi sımsıkı sarıyordu. Kumsala indim. Tahtaları çıkmış iskelede yürüdüm. Paslanmış demirler arasından parlayan deniz suyunu izledim. Bazen yani böyle ne yapacağımı ya da ne olacağını bilmediğim durumlarda gözlerimi sabit bir noktaya dikip bakmayı seviyordum. O an kimse baktığım şeyle aramıza giremezdi. Öylesine kaskatı kesilirdi ki düşüncelerim, saatlerce en ufak bir duygu kırıntısına rastlamadan geçip giderdi saatler. Bu da bir çeşit kendini kandırmanın mantığa bürünmüş hali değil miydi? Hem, bir kaçış hikâyesiyle her şeyin düzeldiğini kim görmüş ki? 

Otele dönmeden önce Mesut'a uğrayıp iki Ayvalık Tostu yaptırdım. Biri domatessiz. Sulanmış tostu sevmiyordum. Leyla da sevmiyordu. Sırf sinir olsun diye onunkini domatesli yaptırdım. Belki de biraz tartışırsam, içimde kalanları ona kusabilirsem rahatlarım diye düşündüm. Oysa Leyla ile tartışılmayacağını elbette ki çok iyi biliyordum.

Yavaş yavaş yürüyordum. Bir an durdum. İçimden deli gibi Sinan'ı aramak geliyordu. Elimi hırkamın cebine soktum. Sonra diğerine. Sonra yine aynı tarafa. Telefonum yoktu. İskelede düşürmüş olmalıydım. Telaşla kumsala doğru inerken Leyla'nın arkamdan bağırışını duydum.
"Ohoo, sen de ne aptalsın be kızım. Ben de o göz var mı? Bırakır mıyım onun yanına. Sen daha aramaya devam et. Anca bulursun."
-Sende mi?
"Eh, sayılır."
-O da ne demek? Sen de mi değil mi? Nerede?
"Yanımda değil demek. Sanırım otel odasında unuttum."
-Ah be Leyla!
"O ahın asıl sahibi ben değilim ya hadi bu seferlik benim olsun. Tost mu aldın?"
-Evet ama...
"Versene."

Leyla bir hışımla elimden tostu kaptığı gibi hızlıca yemeye koyuldu. Açlıktan ya da benim içine domates koydurmakla ne yapmaya çalıştığımın farkına vardığından olacak, gıkını bile çıkarmadan tostu bir güzel yedi. Sinirimden açlığımı bile unutmuştum.

Odaya girdiğimde telefonu yatağın altında buldum. İki cevapsız arama, üç tane de mesaj vardı. Arayanlardan biri Leyla diğeri de bankaydı. Mesajlardan da nasibimi alacağım belliydi. Banka, banka...
Sinan!

"Müsait misin sana geleceğim."

Cümleyi baştan aşağıya defalarca okudum. Hayır müsait değilim Sinan. Şu an senden nefret ettiğim ve bir daha seni görmek istemediğim için kilometrelerce uzaktayım. Uzağındayım. Ve inan, bir adım bile yakınına gelmeye halim yok. Gelmeyeceğim, demek istesem de tabii ki diyemedim. Yüzüne söyleyemeyeceklerimizi söyleyip rahatlayacağımızı bildiklerimizi havaya kusmak diye bir şey varsa bunu biz kadınlar iyi beceriyorduk. Hava, aşk acısından ölmüyordu.

Üçüncü günün sonunda dayanamamıştım. "Ayvalık'tayım." diye sade bir mesaj attım. Kapıları ardına kadar açmıştım. Leyla o bildik cümleleri savurup duruyordu. Kalbimde ne onu ne de kendimi savunacak bir şey kalmıştı. Hep sustum. Suskunluğuma da saydırdı. Nihayet: " Kalk gidiyoruz İstanbul'a. Burada böyle aylak aylak duracağımıza bari dönelim, sen de biraz daha nasibini al elin adamından. Acı mıknatısı var sende ben anladım. İlla yapıştıracaksın onu oraya. Akıllanmayacaksın değil mi?"

Ah Leyla dedim, alt kat üst kata yenilmeye her daim hazır. 
Duymadı.

Dönüş yolunda neredeyse hiç konuşmadı Leyla. Uyudu. Ara sıra gözlerini açıp bana bakıyordu. Hiçbir şey demeden geri kapatıyordu. Sadece mola verdiğimiz yerde sigara içerken: "Bize hava değişimi yaşattırdığın ve bu değişimden zerre faydalanmadığın için teşekkür ederim." dedi. 
Ben onun gevezeliğe alışkındım oysa. 

Gece yarısı İstanbul'a geldiğimizde yağmur onu bıraktığım yerden devam ediyordu.  Sanki zamanı burada durdurmuş, Ayvalık'a gitmiştim. Değişen hiçbir şey yoktu. Ortada, ne olduğu belli olmayan bin otuz beş kilometrelik kocaman bir boşluk vardı.

Leyla o gece bana gelmedi. Israr etmedim. Ayrılırken otobüste baktığı gibi gözlerime baktı ve gitti.

Eve geldiğim zaman valizleri boşaltmadan yatağa yattım. Telefonu elime aldım. Hiçbir şey yoktu. Sinan yoktu.

Akşamlar, akşamlar geçip gitti. Severken her şey geçip gidiyor önünden, göremiyorsun. Yaşamak dediğin kendi karmaşasından sıyrılıp elini kolunu bağlıyor. Kendiliğinden akıp olmadık sebeplerden son buluyor. Sonra sahipsiz bir yığın hatırayla baş başa kalıyorsun. Bir süre en seçkin küfürlerle ortalığı velveleye veriyor, bütün ince sızılarının baş sorumlusunu kendin ilan ediyorsun. O kısacık, uykuyla uyanıklık arasında geçirilen zamanların bizden başka şahidi yok! 

Sonra an geliyor,  güzelliklerin de içten pazarlıklı, sonraki adımları kollayan bir tarafının olduğunu  hayatının en paha biçilmez saatlerini onunla yaşadığını sandığın güneşli bir cumartesi gününde anlıyor insan. 
Aşk, acemi bir gölge misali ayaklarının ucuna takılıp seninle uzun uzun yürüyor. 
Ben hâlâ her adımımda o gölgelerin uğultularını duyarım.

Sinan bir daha hiç gelmedi. Aramadı, sormadı. Ben sordum. İnatla... Arada sırada ufak tefek gündelik mesajlarla beni geçiştirdi. 

Hiç bu kadar "İyiyim." dememiştim.






3 Ekim 2013 Perşembe

Öylesine Güzel

Aralıksız esiyor. Öfkesi büyük. Belki biraz yağmur yağsa kısacık, acısı dinecek. Toprak karşılayacak hepsini, yükü hafifleyecek. Ama yağmıyor. Kupkuru yaz sıcağında tek beden öylece duruyor. 

Balkondaki iki üç sandalyeden biriyim. Birinde o oturuyor diğerinde ben. Ara sıra yer değiştiriyoruz. Ayaklarını uzatıyor, bana yer kalmıyor. Olsun. Yanındayım. Terk etmiyorum. Geceden başka izleyenimiz, görenimiz yok. Baş başayız. Birazdan konuşmaya başlayacak.

Bal gibi de hatırlıyorum. Geçen bahardı. Baharlar ne de çabuk geçiyor değil mi? El değmemiş bir hüzün daima saklı kalıyor. Usulca sokuluyorsun zamanın koynuna. Hep medet, hep medet. Sanki zaman, beyaz atlı prensmiş gibi! O da öylesine bir bahardı işte. Nereden çıkıp geleceğini bilmediklerinden. Öylesine dediysem öyle kolay kolay yenilip yutulabilir olduğundan değil. Şöyle yaya yaya bastıra bastıra söyleyin de bakın o zaman neler oluyor. 

Pencere pervazlarına dayanmaktan yorgun düşen bünyem, birdenbire kendini salıvermişti. İçindeki seslerin dışarıya taşındığı, türlü türlü sözlerin verilip boş vaatlerin dizlerinin dibinden ayrılma vaktinin geldiği anlardan birinde karşıma dikilmişti. Koskoca şehir, gittikçe kalabalıklaşan meydan, bir filmi durdurur gibi duruvermişti. O eskimiş hırkanın kokusu hâlâ burnumda. Uzun uzun sarılmıştım. Sanki onun kokusu üzerinde değildi. Ona ait bir şeyler vardı üzerinde evet, ama onun değildi. Bulana kadar kollarımda ne kadar kuvvet varsa harcamıştım. Sonra film ansızın kaldığı yerden devam etti. Yürüdük. İkimizin de nereye gittiğinden en ufak bir haberi yoktu. Biliyordum. Çünkü ben ne zaman adımları takip edebilecek kadar yavaşlasam kalbim hızlanıyordu. Belki de bu yüzden kalbim onun kalbine dayandı.

Tahta bir masamız oldu. O konuştu ben dinledim. O sustu ben zaten susuyordum. Görseniz, kelimeleri ziyan etmek istemeyeceğiniz kadar güzel anlatır. Bir yerden anlattıklarına dahil olmayı ister hatta o farkında olmadan kendinizi öznenin yerine koyarsınız. O bahar akşamında İstanbul yüklem, ben de özneydim işte.

Birazdan konuşmaya başlayacak. İyice içini doldurdu. Yıldızları, bir yanıp bir sönen apartman ışıklarını, evlerin açılıp kapanan pencerelerini, akşamın geceye dönüşünü ve bir kez daha sabahlayacak olmanın getirdiği o buruk yalnızlığı geride bırakacak. Bir tek anıları ve kalp evinin bütün odalarında saklı tuttuğu o iki heceyi yanında tutacak. Kelimeler birer birer içlerini dökerken akıp giden cümlelerin içinde tıpkı eskisi gibi tutunmaya çalışacak. O değil miydi ki "Bütün günaydınları benim olsun." diyen? Teninde dört mevsimin terini onunla bekleyen... Gözlerinin dağarcığında ondan kalacak heyecanlarla bütün bedeni titreyen... 

Orada saatlerce oturup ne düşündüğümü bilmeden ona baktım. Yüzünde sarı bir gölge, ellerinde çatlamış acılar vardı. Donup kalmıştım. İlk hangi cümlesinden sonra içimde akıp giden bir şeyleri durduğumu hatırlamıyorum ama o an, karşı karşıya oturduğumuz masadan kalkıp yanına sokulmayı ne çok istediğimi çok iyi hatırlıyorum. Bundan hiçbir zaman haberi olmadı. Hiç söylemedim. Yan yana geldiğimiz ve uykuya birlikte daldığımız günlerde bile bahsetmedim. Çünkü insan bir defa dinlemeye başladı mı konuşmayı unutuyordu. Sevincini paylaşırken dünya da nasibini alsın istiyordu da üzüldüğü zaman içindeki her cebe dolan kırılganlıklarını söyleyemiyordu. 

Gece olmuştu. Kalktık. Yol boyunca o kapkara gölgelerin içinde bir çıkış aradım. O hırka hep karşıma çıktı. Ne kadar dokunsam da asıl ona dokunamayacaktım. İzin vermeyecekti. Aralıksız anlatacaktı. Nefesinin kesildiği yerde benim nefesimden alıp beni soluksuz bırakacaktı. Unuttuğu bir şeyler vardı. Belki de bir yerlerde bıraktığı bir şeyler... Dönüp dolaşıp o eksikliklere çarpacaktım. Belki istemeyecekti tüm bunların olmasını belki farkında değildi. 

Birbiriyle çakışan daracık sokaklardan geçtik. Başımı kaldırıp yukarı baktım. Bir kuble gökyüzü görünüyordu. Yıldızlar yoktu. Gitmesin, benimle kalsın istedim. İçimden. Dışımda bir büyük sessizlik. Bir emaneti teslim eder gibi bıraktım onu orada. O gün bugündür içimde kimi zaman ufak tefek kimi zaman da bir boşluğu doyuracak kadar büyük kırılganlıklarımla hâlâ susuyorum. Oysa bahar öylesine güzeldi ki!





20 Eylül 2013 Cuma

Çığlık

Hep aynı ilkbahar sabahında uyanıyorum. Yataktan bir heyecanla kalkıp elimi yüzümü yıkamış, mide ağrılarıma kulak asmayıp kahvaltı yapmadan ilk kahvemi içmiştim. Hani kelebekler derler ya hani bilirsiniz işte, çoğu zaman tanımlamakta zorlandığımız ama tanımı yapılmaktan da hiçbir zaman vazgeçilmemiş yegâne duygudan bahsediyorum. Önce içe doğru burkuluruz tıpkı "a" gibi sonra biraz bükülür, bi gayret dışa döneriz tıpkı "ş" gibi sonra dimdik durur ve kollarımızı açarız tıpkı "k" gibi... 

Hep derim harfler büyük çığlıklardır. Baştan sona bütün bir hayatın çalkantısını barındırırlar. Düşünsenize sadece yirmi dokuz taneler ama bir araya geldiklerinde doğumlar, savaşlar, kavgalar, mutluluklar, ölüm, korku, kıskançlık aklınıza gelebilecek her şeyin müsebbibidirler. Ben "ah!" derim siz bilmezsiniz neden derim. Sen bir "ah!" dersin ben deli gibi merak ederim. Bu çığlıkları hergün duyarım. 

O gün de duymuştum. İçim bangır bangır bağırıyordu. Onca zamandan sonra bir hayran kalışın zindanında tek başına zamanı tüketmek için beklerken çıkagelmişti. Kapıyı açtım ve dışarı çıktım. Saatlerle yarışmanın, sevdiğine varacak olmanın en doyumsuz anları değil midir o kelebekler? Kim demiş kanatlarımız yok diye? Kim söylemiş uçamazsınız diye? Ben uçtum. O yüzden gökyüzünü çok severim. Bu yüzden biraz mavi biraz yeşil biraz beyaz ve biraz da laciverttir bakışlarım. 

 Midem hâlâ o gün kahvaltı yapmadan kahve içtiğim için ağrır. Akşam üstü arabacıdan satın alıp da yediğimiz köftenin kokusu hâlâ burnumun ucundadır. Ve uzun uzun yürüdüğümüz yolun sonunda ayrı yollara giderken birbirimize değen parmak uçlarımızda bıraktığımız izlerin hatırası, dokunduğum her eşyada hâlâ bana kendini hatırlatır... Bir tek sen duy diye, sen anla diye...!

26 Mayıs 2013 Pazar

Ada, Bahar ve Şeftali

Bahar, dallarını gökyüzüne vurmuş. O enginlikte bir şeyler var biliyorum. Sürekli ona bakma isteğimin başka bir açıklaması olamaz. Hayatı onca çirkinliğine rağmen göğüsleyebildiği için belki de... 

Yağmuru getirecek kara bulutlar hazırda bekliyor. Ufacık bir an gelecek ve yağmur bulutlardan aşağıya içli içli dökülecek. Yine de orada, siyahın griyle iç içe geçtiği büyük denizde küçük, inatçı bir mavi umut kendince oyunlar oynuyor. Bunu bilmek bile bu kentin ağırlığını dize getirmeye yetiyor. 

Çok eskiden başka kentleri de gördüm. Yaşadım. Aşık oldum. İstanbul hepsinden daha fazla yalnız. Sokaklarında yürürken herkesin kolu bir başkasına değer değmesine de hiç kimse birbiriyle yakın değil. Yan yana yürüyenler sanki büyük bir uçurumun karşılıklı kolları gibi uzaklar birbirlerine. Bütün bu yalnızlıklardan sıyrılmak mümkün mü? Kalbimin içinde yıllardır göz yaşlarıyla boğulan bir can taşıyorum. Bir zamanlar deliliğinden mutlu olduğum. Hiç olmadık zamanlarda çocukluğumun Anadolu'nun çok uzak bir ilçesinde, o uçsuz bucaksız tarlaların içinde koştuğunu anımsıyorum. Çocukluğum dolu dizgin koşuyor. Bense evin balkonunda oturmuş onu izliyorum. 

Elimde hangi sıraya koyacağıma tam olarak karar veremediğim harfler var. Bir sonsuzluk yolcusu gibi boşlukta sereserpe uzanmışlar. Beni bekliyorlar. Onlar olmadan nasıl doldurabilirdim bu gezegeni? İçimde, kimi zaman benim bile değemediğim derinliklerde bütün yaşadıklarım yüksek sesle konuşuyor. Uzanamıyorum. Bunca anıyı hak edecek ne yaptım? Geçmeyen duygular var. Bir başınalığımı soluklanmak için durduğum her sokak başında teker teker anlatıyorlar.

Sonra uzaklar var. Denizi olmayan şehirlerde yaşayabilenler... Belki her şey bir yolculuğa dönüşse yakınlar ama artık gidemiyorum. Yalnızca içten içe izleyebildiğim kocaman bir sahnede büyüyorlar. Orada olmak ve olana bitene belki bir omuz hizasında onlarla bakmak istiyorsun. Ama buradasın. İstanbul'da tramvay seslerinin, metrobüs kalabalığının ve gün geçtikçe markası artan arabaların arasında tek başına. Her şey vızır vızır. Burada hayat vızıldıyor.

Bir de şu özlem böyle dokunmasa içime...

20 Mart saat 07:45. Sabahın avlusunda bir adam, geceden yorgun, sabahı karşılıyor. Henüz uyumamış. Arada bir sigara içmek için dışarıya çıkmasa baharın yanık sevda muştulayan şölenini hiç göremeyecek. Şeftali ağacının taze kokusu, yeni sürgün vermiş dallarının arasından fışkırıyor. Tepenin ardındaki sis örtüyor saklı tutulmuş sözcükleri. Birlikte balkona çıkıyoruz. Tek bir fotoğraf karesinin içine sığmayı başarıyorum. Gökyüzüne açılan saklı bir yer sanki burası. Henüz bulmuşken onu, geçip gitsin istemiyorum. Teni bembeyaz. Okuduğum kitaplarda kalamayacak kadar gerçek. 
Adanın geniş görüntüsünün ardındayız. Uyumayarak bu dünyada kalmayı bekliyor. Aklıma Tezer Özlü'nün dedikleri düşüyor: "Yaşamım boyunca uykuyu beklediğim kadar hiçbir şeyi beklemedim." Susuyorum.
Güneş yükseliyor. Gün aydınlanıyor. Bir önceki gecenin kilit üzerinde bırakılmış anahtarları kapıyı, adadan gelen vapurun sesiyle açıyor. Adam ha uyudu ha uyuyacak.

Böyle şeyler de olabiliyormuş hayatta...

26 Mayıs saat 09:15. Çok uzakta bir kadın sırtını duvara yaslayıp yeni güne doğru gerinirken türlü düşünceler peşinde gülümsüyor. Kayıpları birer birer aklında. Hiç izin vermediler ki unutsun. Dinlenmek için kaçtığı yolculuklarda yanındaki koltuk hep boş. Çünkü onca anıyı yerleştirecek hiçbir yer yok. Apansız uyanmış uykularından. Fotoğrafı göğüs kafesine yerleştiriyor. Biliyor, sevdiği adam uyumadan önce son bir sigara daha içecek. 


Bahar, şeftali ağacının gövdesinden gökyüzüne dayamış kollarını. Sıcak olacak bu yaz. Bütün bir gece onunla kalacağım. Burada herkes, herkesi terk ediyor. Bütün insanlar işe gidiyor. Apartmandan çıkmadan, merdivenlerde başlıyor kargaşa. Topuk sesleri, ağlayan çocukların tesellisi, aceleyle kilitlenen kapılar daha gökyüzünü görmeden başlıyor. Sanki yürümek, geride bırakmak için bir şeyleri. Ada şimdi ne güzeldir. Tam da mevsimi. Gitmek, gitmek istiyorum. 





24 Mayıs 2013 Cuma

Adı Güzel

Onu ilk defa yüksek bir apartmanın çatı katında öptüm. "Kuş oldum sanki. Boşluğa bırakıp kendimizi, sonsuza dek düşelim mi?" dedi. Gülümsedim.  Uykusu vardı. Bir süre beni izledi. Gözleri pamuktan bulut, yarı açık. Sonra tamamen kapandı. Soluğu rüzgâr. Ilık. Avuçlarıma dolan omuz başlarından tuttum. Kanatlarını okşadım. Yorgun ama mutluydular. Odada fesleğen kokusu. Pencerede gökyüzünün mahmurluğu, içimde "bulut". Uyuyana kadar uyumadım.

Gece uzadıkça uzadı. Uykuda yan yanaydık. Sevdiği şeyleri anlattı. Dinledim. Yüreği hafifti. Üflesem dağılacak, öyle narin. Dokunmadım. İzlemek yeterliydi.

Bir başkasının rüyasında olmayı hep merak edermiş, öyle söyledi. Annesi gideli çok olmuş. Özlemiş. Özlemi yumuk yumuk yüreğine dolmuş. Tuttum elinden, götürdüm. Bir adımda annesinin rüyasına daldık. Ateşlendi. Boncuk boncuk terledi. Orada, o rüyada kalmayı istemedi. Hoşuna gitmedi. Çıktık. Sonra babasının rüyasına girdik, kolkola. Yüksek sesli kahkahalar duyduk. Birbirine değip kırılan bardak sesleri. Bir kadın gördü. Önce annesi sandı. Yüzünü göremiyordu. Merak etti. Git dedim. Parmak uçlarında yürüyerek yakınına gitti. Belki tanırım diye. Değildi. Ben, rüyanın başlangıcında onu bekledim. Çok önceden gördüklerim vardı. Ses etmedim. Ağlayarak geri döndü.
"Şuramda", dedi göğüs kafesinin orta yerini göstererek, bir sancı var. Batıyor. Nefes alamıyorum." 
Başını omzuma dayayıp onu yavaşça rüyadan çıkardım. Uzun uzun ağladı. Yanakları, bacakları, elleri her yeri göz yaşı doldu. Tanımadığı bu ıslaklığa baktı. "Bunun adı ne?" diye sordu.
"Gözyaşı" dedim.
"Ne işe yarar?"
"Denizleri doldurmaya." 
"O zaman benim denizim dolmaya başladı." diyerek hüzün ve mutluluk karışımı bir sesle dayandığı yerden doğruldu. Denizi mi seviyordu yoksa göz yaşını mı sevdi anlayamadım. Ne karşılık vereceğimi bilemedim. Sustum.

Uykusu ne uzun sürüyordu. Birkaç defa seslendim. Duymadı. Belki de duymamazlıktan geldi. Burayı sevmiş olmalıydı. Ardından koştum. "Yukarıya çıkalım" dedi, gökyüzünü göstererek. "Nasıl çıkılacağını bilsem çıkardık ama bilmiyorum." dedim.
Biz de dağ başında oturduk. Burası da yüksekti ama onun aklı hep orada, gökyüzündeydi. Uzun uzun izledi. Masmavi oldu elbisesi. Çok sevdi. Çünkü güzeldi.

Aşağılara doğru bakmak için eğildi. Belinden tuttum. Ya ayağı kaysaydı uykusunda, bir daha tutamasaydım? Ne yapardım? Sıkı sıkı tuttum. Bu defa o gülümsedi. Kirpiklerinden yüzlerce kelebek havalandı. Rengârenk. Ben kanatlarını sevmeye razıydım.

Bir film oynuyordu. Ormanlar yanıyor, adını bilmediği silahlar ateşleniyor, evler yıkılıyor, bombalar patlıyordu. İnsanları gördü. Ölü bedenlerinin altında toprağa yakın. Korktu. Hayat, sahnelere bölünmüş ağlıyordu. Üzüldü. Göğüs kafesine dokundu elleri. Çocuktu. Dudaklarına acı bulaştı. "Neden bu kadar ağrıyor kalbim?" dedi ve korkuyla kanatlarına baktı. "Çünkü dedim, acıyla tanıştın." Acıyı sordu. Yokluk dedim.
"Babamın yanındaki o kadını gördüğüm zamanda da mı acı oradaydı? dedi. Başımı eğdim. Elimi alıp gözlerine yaklaştırdı: "Biliyor musun sanırım birazdan denizleri dolduracağım."

Birdenbire büyük bir fırtına koptu. Toz zerrecikleri havalandı. Hayat, yeryüzünden gökyüzüne doğru koşmaya başladı. Orayı sevmişti. Dağ düzleşti, denizler karıştı, ağaçlar köklerini toplayıp kaçıştı. Rüyalara baktım. Bir yerlerde mavilik mutlaka kalmış olmalıydı. Onu güzel bir rüyadan uyandırmak istedim. Mutluluğun anlamını da sorabilmeliydi. Adını söyledim. Üç defa üst üste hayat, hayat, hayat...

Gözlerini açtı, beraber şehri izledik. İnsanlar bizden önce yatağa uzanmış, uyuyorlardı. Usulca öptüm onu. Gözlerime baktı. Birlikte gülümsedik. Kelebekler kanatlarıyla serinletti gecemizi. Mutluluk dedi sustu. Elini göğsüme koyup kalp atışlarımı dinledi.

Hayat, tüm güzelliğini sürmüş gibi üzerime. Yüreğimde fesleğen kokularıyla dolu bir dağ esintisi dolaşıyor. Şimdi biraz uyumak istiyorum.

Huzur. Adı güzel.










3 Mayıs 2013 Cuma

Elbise Çukuru

Giriş cümlem yok. Aslında bunu öyle sanabilirsiniz ama pek değil. Evin içinde bir koşturmacadır gidiyor. Sanki yüz yıllık bir tatile çıkacakmışım, bir daha hiç dönmeyecekmişim gibi valizi bir dolduruyorum bir boşaltıyorum.  Aklıma yaz tatiline gittiğim günler geliyor. Bir haftalık elbise programlaması yaptığım o son gece telaşları. Dünyayı satın almışım. Ama en çok da siyah ve kırmızıya ait ne varsa tıkmışım dolaba. Askılar ağırlığından çıldırma noktasına gelmiş. Her biri tonlarca elbise taşıyormuşçasına sağdan soldan boyunlarını bükmüş. Bense hâlâ ne giyeceğimi bulamıyorum.

Ruhum daimi bir serzenişte. Benim evin inişleri de çıkışları da adamı öldürür. Ben de öldüm. Çok öldüm. Şu inatçılığım da olmasa, bu koyu kahverengi gözlerle bir daha dünyayı nah görürdüm. Nah dedim de çok eskiden bir çocuk vardı. Adını şimdilerde hatırlamıyorum. Ne zaman bir araya gelsek: " Nah şurda bi adam var. Onun da eski püskü bi evi. Oraya gidelim mi?" der, dururdu. "Ne yapacaz?" derdim. "Nah şurda bi ev var." diye başlardı yeniden cümleye. O eve hiç gitmedim. En çok da o çocuğun istediğini yerine getirmediğime üzülüyorum. Ne yapıyordur acaba? O eve girmiş midir, bilmiyorum. Geçmiş böyle en olmadık zamanlarda yoklama almaya başladı. Anlar geliyor gözümün önüne bense durmadan onları savuşturmaya çalışıyorum. Abuk sabuk şeyler hatırlıyorum. Nohut topladığım, közde patates pişirdiğim, bu nasıl bir giysi deyip de ehramın içine girmeye çabaladığım onlu yaşlarım aklıma geliyor. Yıkıntıların arasında minnacık şeyler arıyorum. Annem hep der: "Ne kadar da güzel bir çocukluğun vardı halbuki nasıl olur da hatırlamıyorsun hayret ediyorum." Ben de bilmiyorum anne. Ne yaptım, nasıl yaptım da onca şey silinip kayıplara karıştı? Benden uzaklaştı, bulamıyorum. Belki de yakın zaman ait ne varsa geçmişimi silerek soluk alıyor. Belki de bu, benim ödediğim bir diyet. Geçmişimden vazgeçmem karşılığında bugünümde yaşadıklarımın ağırlıklarından kurtuluyorum. 

Ehrama sarınmak zor işti. Hayal meyal olsa da kollarıma doladığım o tuhaf, iplikleri batan giysiyi anımsıyorum. İçinde kaybolmacasına, sırf meraktan boncuk boncuk terlemiştim. Sahi, koyun yünü müydü o? Siz bilmezsiniz kurutulmuş tezeğin içinde pişen pembe patatesin tadını. Mübarek öyle güzel olurdu ki yemeğe doyamazdım. Şimdi nerede bulacaksın o ince kabukluyu?

Atmaya da birine vermeye de kıyamıyorum şu elbiseleri. İnsan yirmi yedi yıllık bir eteğin içine hâlâ girebilir mi? Ben giriyorum. Aynanın karşısına geçip kendime baktıkça Mersin'in bir kasabasındaki güneşli günlere gidiyorum. Havuz çocuğuydum. Saatlerce ellerim buruşana, annem çık artık diyene kadar havuzdan çıkmazdım. Boyumu aşan yerlere girersem ölür müyüm diye düşünürdüm. Merak işte. Bir çocuğun en büyük kumarı. Şimdi zorlasanız girmem havuza. Ben artık bir deniz kızıyım.

Saatlerdir elbise dolabının karşısındaki yatağımın üzerinde bağdaş kurmuş dolabı izliyorum. Kapıları ardına kadar açık. Sanırsınız içeride cümbüş var. İç içe geçmiş elbiselerin dikiş yerlerinden sesler yükseliyor. Her şey, bütün anılar birbirine karışmış. Çoğunu unutmuşum. Ya da onlara yaptığım gibi aklımın en gerisine tıkıştırmışım. Dolabın içinde kocaman bir elbise çukuru yaratmışım. Bazılarına ulaşmak neredeyse imkânsız. Bir askının üzerinde on beş yıl üst üste durabilir mi? Duruyor işte! Bir tek yeni aldıklarımdan çıt çıkmıyor. Onlar bu kargaşada sessiz ve kimliksiz bekliyorlar. Günün hangi saatinde, nerede ve kimlerin yanında arz-ı endam edeceklerini bilmiyor olmanın tedirginliğini yaşıyorlar. Tıpkı benim gibi... 

Annem uzaklardan bana bakıyor. "Ne yapacaksın bunca elbiseyi, biraz para biriktir. Daha düzgün şeyler al. Çocuk değilsin artık. Boğazından kesmiyorsundur inşallah." diyor. Bense hep aynı sözlerle, annemin yıllar yılı söylemekten usanmadığı cümlelerini savuşturuyorum. "Aldım işte."









25 Nisan 2013 Perşembe

Hepimiz Aynı Oyunlarda Yaralandık - Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde

Bilirsiniz, bazı sözcükler tılsımlıdır. Hele ki o sözcükler kendi içerisinde duru, halden anlayan, hali anlatır cümlelere dönüşmüşse tılsım giderek büyür ve sizi de o dünyanın içerisine ansızın çekiverir. Alır demiyorum. Çeker! Hem de öyle bir hızla çekiliverirsiniz ki siz yavaşlamaya çalıştıkça cümleler sanki birlik olmuşçasına o tılsımlı dünyada, ruhunuzla birlikte sizi ele geçirir. Üstelik bu, hiç de kurtulmak isteyeceğiniz cinsten bir durum değildir. Duygularınız havaya kalkar ve teslim olursunuz. 

Ben çok teslim olduğumu bilirim. Bazı kitaplar tıpkı başka bir hayattan seslenir gibi gelir. Elbette siz de geçmiş olabilirsiniz aynı hayatın bir köşesinden. Sebepleriniz aynıdır. Aynı oyunlarda yaralanmış, bir dönem çok yakın olduğunuz arkadaşlarınızı kaybetmiş, sevdiğiniz adama/kadına aşkınızı söylemekten korkmuş ya da delikanlı gibi karşısına çıkıp içinizde ne var ne yoksa dökmüşsünüzdür. Tılsım bunun neresinde diyeceksiniz? İşte tam da bu noktada o ele avucuna sığmayan doğallıktan, yalınlıktan bahsetmek gerek. Süslemelerden uzak, okuyucusuyla bir çay bahçesinde oturuyormuşçasına sohbet ederek meramını anlatan, sizi kendi hikâyelerinin baş misafiri haline getiren, hiç bitmese sohbet hep uzasa dediğiniz bir doğallıktan söz ediyorum. Böyle olunca, bir kitaptaki cümlelerin o tılsımlı dünyasını görmeniz içten bile değil.

Mahir Ünsal Eriş de ilk öykü kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ile bizi öyle bir dünyanın içerisine çekiyor ki duygularınız hızla akıp giderken siz inadına yavaşlamak için çaba sarf ediyorsunuz. Tıpkı sokakta en sevdiğinizin oyunu doya doya oynarken gaipten gelmesini umduğunuz annenizin 'Hadi eve gel artık çocuğum!' seslenişindeki gerçekliği göz ardı etmeye çalışmak gibi... Biraz daha zamanın olsa da oyunumu devam ettirebilsem, eve biraz geç girebilsem hayıflanışıyla kalakalıyorsunuz. 

Kitabı mümkün olabilecek en uzun zamana yaymayı, buram buram Erdek ve Bandırma kokan sokakları kâh mutlu kâh hüzünlü kâh yaramaz adımlarla arşınlamak istiyorsunuz. İşin tılsımlı yanı da bu. Teker teker Eriş'in öykülerinde bahsettiği arkadaşlarından biri oluyorsunuz. Gazozla aspirin içen Serkan, kara kaşlı kara gözlü Gülderen, biten bir aşkın ardından yalvar yakar medet bekleyen adam, Fidan ve daha niceleri... Cinsiyetten bağımsız hepsiyle sarsılmaz bir bağ kurmanızı sağlıyor kitap.

Çocukluğun en savruk zamanlarının içerisinden, olgunluğun en şaşalı dönemiyle geçer gibi garip bir hüzün bulaşıyor içinize. Ama kitaptaki öykülerin belki de en güzel tarafı, birçok yerde oldukça komik ayrıntıların da olması.  Yani birden öyküde bahsi geçenleri, içi tebessüm dolu yeşil bir denizin içinde ekinlere sırt üstü uzanarak: "Babam mı döver, Tommiks mi?" diye sorular sormaya başlarken ya da en olmadık zamanda, Rönasans resimlerindeki iblislere gönderme yaparak, sevgilisinin gerdanına kusarken bulabiliyorsunuz. Duyguların bu iç içeliği sayesindeyse kitap için "hüzünlü" demek haksızlık olurdu.

Mahir Ünsal Eriş bu insanları ve onların başlarından geçen bütün bu olayları, herkesin başına gelebilecek kadar sıradanlıkta anlatarak, tam da yazının girişinde bahsettiğim gibi, okuyucusunun ansızın kahramanlarının “doğal” hayatlarına tanık olmasını sağlıyor. Hepimiz bu yaşanmışlıklardan en az bir benzerini görmüş ya da duymuş olabiliriz.

Kitapta bir yerde: "Bu sene bir tuhaflaştı havalar, sohbetine malzeme verecek kadar tuhaf şeyler oluyordu havalarda." diyor Mahil Ünsal Eriş. Ben de diyorum ki bu sene bir güzelleşti öyküler. Hani, "İçime bir ad koyacak olsam Leyla derim, öyle güzelim."


Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde… 
/ Yazar: Mahir Ünsal Eriş / İletişim Yayınları / Editör: Levent Cantek / Temmuz 2012 / 152 Sayfa 

Not: Bu yazı 25.02.2013 tarihinde "Egoist Okur'da" yayımlanmıştır.

http://egoistokur.com/bangir-bangir-ferdi-caliyor-evde/



18 Nisan 2013 Perşembe

Çok Önceden

Bazı hikâyeler anlatılmak için öyle yüksek sesle bağırırlar ki sırf onları susturmak için yazarsınız. 
                                                                                                                                      Stephen King


Sürekli yağmur yağıyor. Pencereyi ne zaman açsam içeriye kurşun gibi bir sessizlik doluyor. Yine de pencereyi kapatmayı hiç istemiyorum. Ardından ne geleceğini bilmediğim bir yolculuğa çıktım. Canım hep yandı. Belki de bu denli acıya hazır bütün bu bekleyişler. Ama işte yağmur yağıyor ve ben bunca sessizlik içinde, çığırından çıkmış bir gecenin etrafa dolan bakışlarında seni bulup çıkartıyorum. Hayatsın. Bir damar nasıl ki can verir ağaca ve bir kan nasıl ki yaşam için çırpınır bedenler içinde, işte sen de benim damarımsın. Bazen çıldırasıya büyüyor. Genişledikçe içimde bir yangın; görsen bütün evi yutacak gibi oluyorum. Eşyalar darmadağın. Adını koyamadığım, daha önce hiç karşılaşmadığım bir şenlik alayı kasıp kavuruyor gövdemi. Gövdemde bir mum. Yanacaksın diyor savrula savrula. Aklım sanki evvelde takılmış ahirde oyalanıyor. Bir yanım hep o evde.

Ekim başlangıçlarını severdik. Yılın bu zamanları eylüle göre serin olurdu. Umurumuzda olmazdı. Kış mevsimi başlayana kadar sahil boyunca yaptığımız uzun yürüyüşlerimiz devam ederdi. Daha üşümeden koşmaya başlardık. En önce senin nefesin kesilirdi. Soğuk kumlara bırakırdın yorgun bacaklarını. Arkamdan söylendiğini, "İkimiz de çok içiyoruz sigarayı, nasıl oluyor da benim nefesim senden önce kesiliyor?" dediğini duyardım. Yine de seni geride bırakıp var gücümle koşmak hoşuma giderdi. Belki de seni yalnızca o anlar içinde bırakabildiğim, kopmayı başarabildiğim için durmazdım. Kendinle mücadele etmeni sağlayabildiğim tek şey, bu aciz koşuydu. İntikam sessiz alınırdı ve aşkı kabulleniş, o intikamı göz göre göre kendi ellerinle öldürmek demekti.

Evden koşa koşa kumsala indiğimiz, ayakkabılarımızı bile giymeye fırsat bulamadığımız zamanların birinde: "Biliyor musun benim hiç oyuncak arabam olmadı." demiştin. Soluk soluğa peşinden seni yakalamaya çalışırken bu cümle nereden aklına gelmişti kim bilir? "Hadi kasabaya gidip sana oyuncaklar alalım o halde." diye arkandan bağırmıştım da cevap bile vermeden koşmaya devam etmiştin. Beni geçmene izin vermiştim. Öyle ya, sen zaten hep en olmadık zamanların adamıydın. Kavga ettiğimiz zamanlarda bile durup alakasız bir şeyler söylemeye bayılırdın. Sinirlenirdim. Ben sinirlendikçe kahkahalarla bana gülerdin. Dudaklarım ele verirdi küskünlüğümü. Hiç konuşmak istemezdim böyle anlarda seninle ama sen ne yapıp edip alırdın gönlümü. Gönlüm zaten gönüllü bir tutsaktı senin sözlerine, bilirdim. 

Bir defasında, yine beni böyle zıvanadan çıkardığın bir gecede, neden sürekli aynı şeyi yaptığını sormuştum sana. Şaşkınlığımı, yüzümde biriken o çocuksu kadınlığımı sevdiğini söylemiştin. Söylendiği an içinde kendimi iyi hissetmemi sağlayacak her şeyi bilirdin. Oysa aradan belli bir zaman geçtikten sonra yine aynı huzursuzlukla başbaşa kalırdım. Aklımı sürekli meşgul eden hallerin vardı. Bilmediğim bir eksiklik, seninle bir bütün olmamızı engelleyen kayıp duygular beni, sana karşı hep çıkmazda bırakıyordu. Yüzüm, yaşadığın şehir kadar tanıdıktı bedenine. Ne kadar saklamaya çalışsam da seni ikna etmek için çabalasam da bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydın. Yine de beni kendi halime bırakıp katlanmakta zorlandığım sessizliğinin içinde bir yerde yürümeye devam ederdin. Bense bir başıma, sen ve sensizlik arasındaki masalda avunmaya çalışırdım. Kaç defa alıp başımı gitmeyi düşündüm. Çaresizliğim engel oldu. Kadere inanmazdım ama aramızdaki uçurum günden güne büyümeye başladıkça yazgı denilen şeyin peşimde dolaşan, bana ait olmayan ama bana sırnaşan kötü bir gölge olduğuna inanmaya başladım. 

Birkaç ay daha aynı evi paylaştık seninle. Sonra bir gün ansızın gitmek istediğini söyledin. Sürekli somurtmamdan, söylediğin her söze bir anlam çıkarmamdan, seni sık boğaz etmemden bıktığını, daha fazla beni alttan alamayacağını, ayrılmamızın ikimiz için de en doğru karar olduğunu bir bir yüzüme vurdun. O gürültünün içinde sığınabileceğim bir yer yoktu. Ben de en iyi bildiğim şeyi yapmakta gecikmedim ve sustum. Bir dağ nasıl susarsa öyle. Parçalarım ufala ufalana aşağılara doğru yuvarlanıyordu. İçimde öfkeden büyüyen bir kelime ordusu vardı. Çok istedim senin gibi apansızca içimde birikenleri suratına vurup defolup gitmeyi. Yapamadım. Kendi çaresizliğimde, kollarım kendime dönük, bıraktığın acıları etraftan toplayıp bir bedenin içinde iki kalp vuruşuyla kalakaldım. İşte o zaman, gidebilmenin aslında ne kadar da kolay bir şey olduğunu umarsızca bana gösterdiğin o an daha iyi anladım çaresizliğin ne demek olduğunu. Kendi ellerimle kendime kazdığım mezarın içinde oturup bizi izledim. 

Aradan yıllar geçti. Senden sonra birkaç defa kumsaldaki eve gittim. O hiç sahip olamadığını söylediğin oyuncak arabalardan bir torba dolusu alıp o cümleyi bana söylediğin yere bıratım. Ayak izlerimiz sanki o koştuğumuz  kumların üzerinde hâlâ duruyordu. Geçmişi sıfırlamak diye bir duygu yanılsamasına kapılırım umuduyla sahil boyunca dolaştım. Oysa geçmiş, her defasında ayak bileklerimden sıkı sıkı tutuyordu. Seninle birlikte geçirdiğimizin zamanlardan eser yoktu ama o günleri var etmek için benimle savaşan kırık bir kalp, kumların üzerinde benimle yürüyordu. Bir zamanlar kırık dökük de olsa nefes alabildiğim o yerden bir daha dönmemek üzere uzaklaştım.

Neyi bulmaya gitmiştim? Ne beklemiştim? Her şey değişmişti. Evin rengi, kasabanın kokusu, denizin sesi... Değişmeyen bir tek bendim.

Bir yanım hep o evde. Çok önceden çekip gitmeliydim. 







Şimdi Sen Kim Bilir Nerelerdesin?


Ne zaman istediysem o zaman yürüdü ayaklarımda dünya. Deli bir huzursuzluk hali bendeki.  Dudak kenarlarımda kısa kısa gülümsemeler. Sigaram hep biraz alıngan. Küçük ayrıntıların, büyük bekleyişlerine özlem duyuyor ellerim. Ne yana baksam, hiçbir şey açık seçik görünmüyor. Durmadan uğurluyorum. Sonu gelmeyecekmiş gibi hatırlıyorum. Bir şeyler vardı. Kaç gece oldu unuttum. Yirmi, on, on dokuz, seksen... Sıralamanın ne önemi var ki? Akşam oluyordu. Her zamanki gibi aynı yerde onu bekliyordum ama o yoktu. Sonra ben unuttum. O da unuttu.

Dokunduğum her bedenin yitirilişe adım adım yaklaşmasındaki bu benzeyiş, gökyüzünü anlatan masallar kadar çirkin. Haksızlık etmek istemem. Sadece bir zamanlar ne de ihtişamlı kanmışım demekten kendimi alıkoyamıyorum. Bağışlayacaksanız,  sizler bağışlayın beni ama yaşanmadıktan sonra hangi masal güzel ki? O yüzden, güzel kaybedişlerim var benim. Uğruna kadehler dolusu denizleri devirdiğim rüyalarım. Yok, hayır, pencerelerin bir suçu yok. Onlar yalnızca bu anlatışta bir mizansenin suç ortakları. Nefes almak uğruna açıp boğularak kapattığım bir dünyanın mandalları. Korkmayın, biraz topukları kırılsa da rüyalarımın elbet onlar da doğrulacak bu bahar akşamını karşıladığım yerde. Yol bunun için değil midir? Ben de düştüm yola. Ardımda rüzgâr gibi geçen günlerin sıcak soluğuyla.

Şu sancı geçmedi gitti bir türlü. Böyle büyük bir sevdanın, tanıdığım hiç kimseye gölgesi düşmeden hemen yanı başımdan geçip gitmesinin üstesinden nasıl geleceğimi bilmiyorum. Belki zaman, şimdi değildi. Hani hep geç kalır ya birileri bir diğerine. O da böyle bir son sözün görkemine aldanmıştı belki de. Sağ elinde onlarca isyanın izi, içinde kimselerin çözemediği bir gürültüyle gelip girdi dünyama. Sonra alabildiğine büyük bir uğultu bıraktı ayak bileklerime. İşte ben o an durdum. Yürüyemedim. Kendimden geçtim. Zaman da değildi belki tüm bunlara ortaklık eden; önce korkunç bir sessizlik baş gösterdi. Evin odalarındaki şenlik alayında nereye kaçacağımı bilemedim. Ardından İstanbul dönmeye başladı. Ben soyundum. Kapıyı, birbirine karışmış seslerimizin üzerine kilitleyip kaçtım.

Beyoğlu'nun arka sokaklarından kalabalığa karışmadan Karaköy'e indim. Kısmet diye bir şey varsa şayet benim masa yine bomboştu. Galata akşama hazırlanıyordu. Işıkları bir bir yanmaya, müdavimleri kim bilir kaçıncı buluşmanın son dönemecine girmek için kapılarını çalmaya başlıyordu.

Bu salaş meyhanenin en anlamlı yerinde ben oturuyordum. Mezeler tamdı. Kavunu sevmezdim ama kavun kokusunu severdim. Rasim Amca bilirdi neleri sevdiğimi, sormasına lüzum yoktu. Gülerdi böyle dediğimde bana. Gülüşünü izlerdim. Zaten bu mevsimde kavun da olmazdı. Ama ben yine de söylerdim. "Deli kız." derdi. Sanki ben herkes için hep biraz deliydim.

Önceleri, üniversitedeyken, sek içerdim rakıyı. Sonra ne olduysa kimin oyununa geldiysem bir daha tövbe koyamadım ağzıma susuz. Aslında nedenini biliyorum da varsın küller yerinde ağırlansın.

En kuytuda, tahta masanın kenarındaki büyük çatlakla, bir küçük rakı şişenin koynunda gelen geceyi selamlamaya hazırlanıyordum. Onca yokluğun, bu küçük ayaklara çörekleneceğini nereden bilebilirdim ki?

Taş plak henüz suskundu. Bir sigara yaktım. Bazen, içtiğim ilk sigaranın dumanının nereye uçup gittiğini düşünürüm. Hele ki böylesine yalnız ve aklım karmakarışıkken. Sanki o da alıp başını gitmeye meraklıymış gibi gelir bana. O yüzden, bilinmezliğe kaçıp gitmesin diye olabildiğince içime çekerim. İsterim ki usulca içime uzansın. İyice sokulsun. İçimde dağılsın ve orada öylece kalakalsın.

Bu gece, yıldızlar çıt çıkarmıyordu. Rakı bardağımı elime alıp deniz kenarına yürüdüm.  Denizin sohbeti hep uzun olurdu. Günlerce susmadan konuşsanız sanki derinliklerinde sizi misafir edecek koca koca odaları vardı da usanmadan dinlerdi. Üzüldüğüm, kendimi hırpaladığım onca gece, kendi kavlince konuşurdu. Bilirdim, ne zaman dalgalansa bana kızmaya başlardı. Bir başıma kalmama hiç izin vermezdi. Bazen o kızardı, ben susardım. Sanki hiç tüketilmeyen bir aşkımız vardı. Hatıralarımın en sulu yandaşıydı.

Kısacık sürmüştü. O beni uyarmıştı ama ben dinlememiştim. Gidişine alışırım sanmıştım. Tanıdığım ve artık iyiden iyiye ezbere bildiğim çığlıklar duyuyordum. Nerede, kim varsa işte hepsi birer birer gelip kuruluyordu etrafıma. Birkaç yudumda beyaza bulanan bir sarhoşlukta kırıp dökmediğim ne varsa onlara da dokunmuştum. Kısacık bir an karşıma dikildin. Sana baktım. İstanbul'a nasıl sokulduysam sana da öyle sokulmuştum. Sokak sokak, cadde cadde geçivermiştim teninden. Sabah akşam bekledim seni. Vurgun bir tek denizde olmuyordu.

Dalmışım. Rasim Amca'nın omuzuma dokunmasıyla irkildim. "Kavun yok mu?" diye sordum. Gülmedi. Kaş göz işaretiyle masana geç artık dedi. Eteğimi silkeleyip kalktım. Eteğimde sabahlara kadar birbirimize karıştırdığımız gecelerin hiç geçmeyen kokusu. Belki dedim içimden, olur ya, şu rüzgâr taşır sana içine hapsettiğim kokuyla anlatamadıklarımı. Şimdi sen kim bilir nerelerdesin? Söylesene, biri olmadık yerde niye gider?

Ben sigaramı kim bilir kaçıncı defa yakarken ve yine de o bu duruma alınırken, yıldızlar göz kırpıyordu. Masaya yaklaştıkça taş plaktan bir cümle dudaklarımın kenarından rakı bardağına damla damla düşüverdi: “Ölmek istedim bir türlü ölmedim.”







Not:14 Mart 2013 tarihinde Büyükkeyif'te yayımlanmıştır.
Yazının linki: http://buyukkeyif.com/simdi-sen-kim-bilir-nerelerdesin/3356

4 Nisan 2013 Perşembe

Varoluş Portreleri


Burada öylece durmuş onu izliyorum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Gideli neredeyse üç ay oluyor ve üç aydır her gün, aynı yere gelip oturuyor. Gündüzleri sürekli uyuyordu. Çocuğumuz doğduktan hemen sonra başladı bu alışkanlığı. Belki daha önceleri de vardı ama ben fark etmemiştim. Ne de olsa ikimiz de çalışıyor, birbirimizi çok geç saatlerde görebiliyorduk. Yavrucak zırıl zırıl ağlardı saatlerce. O çığlıkları nasıl olur da duymaz bir de anne olacak? Kaç defa onunla konuşmaya çalıştım, beni anlamadı. Ya da anlamak istemedi. Varsa yoksa durmadan aynı cümleyi mırıldanıyordu: “Ben buraya ait değilim.” Oysa kendi isteğiyle çıkıp gelmişti. Beni seviyor sanmıştım. Hiç düşünmeden evlenmiştik. Ailesiyle arası çocukluğundan beri iyi olmamıştı. Arkadaşlığımız boyunca evde bitmek bilmeyen kavgalardan, annesinin onu hırpalayışından ve “Sen ne biçim bir çocuksun?” diye onu hor görmesinden bahsederdi. İçim burkulurdu o bunları anlatırken. Seviyordum. Canı sıkılsa, üzülse içim parçalanırdı. Böyle olacağını bilsem onu karı diye alır mıydım? Hata bende. Sorgusuz sualsiz o hayattan, benim hayatıma girmesine ben izin verdim.
Buraya değilse nereye aitti? Söylemezdi. Kavga etmek isterdim. Konuşsun da içindekileri döküp anlatsın diye. Susup kalırdı. Şimdi de o bankın üzerinde, tıpkı evde oturduğu zamanlardaki gibi kaskatı kesilmiş bir şekilde oturuyor. Kucağında yavrumuz, aramızda tel örgüler ve hiçbir zaman açıklığa kavuşmamış bir hikâyeyle… Lanet olsun. Geçemiyorum da buradan o tarafa. Hem geçsem ne olacak ki? Çıldıracağım.

Korkuyorum. Her sabah buraya gelip uzaktan uzağa onu izlemekten yoruldum. Bütün hayatımızı mahvetti. Bir sabah ansızın gidiverdi. Ne çok aradım. Ne istediğini anlayabilmek her zaman zor olmuştu. İki yıldır evliydik. İlk zamanlar ne kadar da güzeldi her şey. Kendi ailesinden, orada yaşadığı kötü günlerden paçayı kurtarınca, öyle derdi, okuluna daha çok zaman ayırmıştı. Resim yapardı. Neredeyse bütün zamanını kadın portrelerine harcardı. İyiydi de. Resim öğretmeni olmayı istememişti. Üniversiteden mezun olduktan sonra bir yıl dayanabilmişti öğretmenliğe. “Orada, o okulda ben olamıyorum bir türlü. Yeteneğimi köreltecek çocuklar.” diyordu. Hiç anlamıyordum. Çocuklara resim yapmayı öğretmekle yetenek denilen şey nasıl oluyordu da körelebiliyordu? Sanırım ilk o zamanlar başladı aramızdaki anlam savaşları.

Onlarca kadın portresi yaptı okuldan ayrıldıktan sonra. Evin bütün odalarında, yüzlerinde acınası bakışlarıyla bakan kadınlar düşünün. Kimisi boşluğa bakar gibi koridorun bir başında duruyor diğeri içeri az sonra kimin gireceğini merak ediyormuş gibi etrafı kolaçan ediyor, bir diğeriyse onları köşeden onları izliyordu. Hepsinin bir adı ve durması gereken yerleri vardı. Hepsi birilerini bekliyordu ve tablonun içinden herhangi birinin yerini değiştirmek yasaktı. Bunu bir gece, ışığı açmak için durmadan elimi çarptığım tablolardan birini koridora koymaya yeltenirken oldukça açık bir şekilde ifade etmişti. “O kadınlar orada duracak. Bir daha dokunmayacaksın hiçbirine. Onlar da benim gibi buraya ait değiller ama birgün gelecek ve gerçek yerlerini nasılsa bulacaklar.”
İşte o gece, gün geçtikçe kendi dünyasının içinde yerleşmeye ve bu kayboluşun içinde bir yerlerde, varoluşunu aramaya başladığının farkına vardım.

Bir hâl vardı ya onda, çözmek neredeyse imkânsızdı. Birkaç defa psikoloğa gitmesi için onunla konuşmaya çalıştım. Nafile. İnadı inattı. Ama seviyordum onu. İnsan sevince anlamadığı şeyleri bile birgün anlaşılabilir kılabileceğini, aradaki sevginin bütün bu zor zamanların atlatılması için yeterli olduğunu düşünüyordu. İnanmayın buna. Ben inandım bakın neler oldu. Uzunca bir süre daha kendini arayan kadın portreleri yapmaya devam etti. Varoluş portreleri. Bu adı vermiştim. Ta ki evin içinde onları koyabileceği, asabileceği yer kalmayana kadar.

Bir sabah uyandığımda onu evde bulamadım. Gitmişti. Üstelik çocuğumuzu da yanına almıştı. Hemen polise haber vermedim. Ne kadar uzağa gidebilirdi ki? Dışarı bile ben olmadan çıkamazdı. İnsan yabancısı bir karım vardı. Ürkekti. Onu anlayamazdım ama tanırdım. Anlamak ve tanımak ne kadar da farklı şeyler... Sonra onu, bizim evin hemen ilerisindeki parkta buldum. O gün bugündür her sabah buraya gelir. Tanımadığı kadınlarla birlikte saatlerce kaskatı kesilmiş gibi sessizce oturur. Yüzünde hep belli belirsiz bir gülümsemesi olur. İyice bakarsanız siz de fark edebilirsiniz. Şimdi, ben de onunla birlikte buraya geliyorum. Anlamsızca.

Kayboldum. O hiç değilse nerede durmak istediğini seçebilecek kadar kendinde. Yani sanırım. Yanındaki insanları tanımıyorum. Belki onlar da onun gibi evini, çocuklarını, okullarını terk etmişlerdir. Ama o kendisi karar verdi. Hem durmadan demiyor muydu: “Ben buraya ait değilim.” diye. Belki de size, bana anlamsız görünen bu yokluk, onun için bir var olma yoluydu. Ya ben ne yapayım? Burada tek başınayım. İnsanın bir evinin olması yeterli değil. Yerinin yurdunun orayla sınırlı olması da önemli değil. Eğer kendini kaybetmişsen ve bununla başa çıkabilecek bir gücün artık yoksa nereye gitsen orası sana kaybolduğunu anlatır. Burası bana bunu hatırlatıyor.

Elimden hiçbir şey gelmiyor. Konuşmuyor. Geceleri sadece uyuyor. Çocuk ağlıyor. Varoluş portreleri üzerime üzerime geliyor. Bense bir gece uykumun en tenha yerinde tel örgülerden geçip onları öldürdüğümü hayal edip diri kalmaya ve alışmaya çalışıyorum. Bu anlamsız hayal belki de benim varoluşumdur. Olabilir mi?

21 Şubat 2013 Perşembe

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -46-

Uzakta. Bildiklerimin çok ötesinde demek istesem de o sadece uzakta. Duvarlarının rengi atmış ya da sigaradan sararmış bir odada öylece oturuyor. Her sabah sarıldığı yorganının sıcaklığını, ilk yaz günlerinin sıcaklığı kadar yakından tanıyorum. Nefesindeki huzursuzluk artık geride kalmış denilebilecek geçmişten, geçmişimizden bir parça. Uzadıkça uzuyor geceler. Konuşmuyoruz. Bizim buralarda böyle olur. Ne kadar çok dinlerse en önce o gider. Gitti. Alışmaya (ç)alışıyorum. Kahrolası özlem de olmasa...

Ara sıra gelip bana bakıyorsun ama konuşmuyorsun. Nefes alış verişlerini duyabilecek kadar yakınıma geliyorsun. Bir pencere, aralık ve sessiz. Orada durmuş öylece bakıyorsun. Belki birkaç saniye ama ben saatlerce kurtulamıyorum geride bırakıp gittiklerinden. Yorgun dalıyorum uykulara. Kulağımda gönüllü bekleyen bir ses vardiya tutuyor sabaha kadar. Gözlerim kapalı ama üzerimi onun gibi kapatan başka hiçbir şey yok. Uzun uzun anlattım diye oldu tüm bunlar. Oysa bilmeni istemiştim. Beni böyle uzaktan bilirsen yakınına geldiğimde yadırgamazsın sanmıştım. Seni sessizliğe sürüklemekten, kendimi senden alıkoymaktan ve bu bekleyişe belirsiz günler eklemekten başka elimde ne kaldı? 

Suya dönüyorum her yanımı. Tıpkı yüzmeyi yeni öğrenmiş bir çocuğun heyecanıyla dalıyorum derinlere. Dipteki kumları avuçluyorum. İnce ve ıslaklar. Yıllar kanatmış onları, ağlıyorlar. Avuç içlerime sığamayacak kadar kırılganlar. Yutuyorum. İçimde bir deniz yükseliyor. Dalgalar vuruyor sözlerime. Kelimelerim ıslanıyor. Kayıyorlar uykularımdan. Boğuluyorum. Biz ne zaman bir araya gelemeyecek kadar uzak düştük birbirimizden, bilen var mı? 

Bekliyorum. Hiçbir yere gitmedim. Şimdi durmuş haberin olmadan gizlice seni seyrediyorum. Sigaranın dudaklarında başladığı yerden ben devralıyorum dumanını. Ağır ağır nefeslerle içime çekiyorum. İçimde duman duman sen. Şimdiye kadar dinlediğim bütün şarkıların sesini kısıyorum. Yarım bıraktığım cümlelerimi tamamlıyorum. Sonra sen geliyorsun. Kapılarım ardına kadar açık. Gülümsüyorum.  Adındaki baş harfi sahipleniyorum. 
Biraz kırgınız biraz da şaşkın. İkimiz de ayrılığın güncesini tutmuş birer balığız. Belki de bu yüzden susamışız. Denizi, rüzgârı, Ege'yi özlemişiz.

Şimdi sen yorulmuşsundur onca yoldan sonra. Hadi koy başını göğsüme. Üstelik ben de çok bekledim. Sol omzundaki çukura da ben koyacağım başımı. Baksana ne kadar da az kaldı. 














10 Şubat 2013 Pazar

Kısmet Bakkal


Birkaç gündür onu izliyorum. Merdivenlerden usul usul inişini, paltosunun düğmelerini ilikleyişini, sokağın sonundan kaybolana kadar ritmik hareketlerle yürüyüşünü... Hemen burada, pencerenin ardına sakladığım küçük taburenin yanı başında, her sabah onun geçmesini bekliyorum. Arada sırada yoruluyorum. Sol dizimden destek alıyor, bir elimle pencerenin kenarlarına tutunarak kaldığım yerden devam ediyorum. Bazen insanı bıktıracak kadar yavaş yürüyor. Sanki o sokağın sonuna gidemeyecek, son adımda olduğu yerde sayıklayacak ve ben dondurulmuş bir karenin içerisinde saatlerce pencerenin kuytu bir köşesinde onu izleyeceğim.

Akşamları bir türlü yakalayamıyorum gelişini. Ya çok geç geliyor ya da ben ona geç kalıyorum. Sevdiğim birini merak eder gibi merak ediyorum. Endişeleniyorum. Oysa sesini bile duymadım. Yine de bir bilinmezin o insanı baştan çıkartan çekiciliğine kaptırdım kendimi. İşim olmadığından mı oluyor tüm bunlar? Bir işim olsaydı bu kadar çekici gelebilir miydi? İnsan çoğu zaman keder onu gelip buluncaya kadar bütün özgürlükleri keyfekeder yaşıyor.

Doğduğumdan beri bu sokaktayım. Yüzüne aşina olmadığım kimse yoktur. Çocukluktan kalma bir alışkanlık, her kim taşınsa bir yolunu bulur öğrenirim. Gider tanışır bir merhaba derim. Bu alışkanlığım ilerleyen yaşlarımda türlü komik olayları da beraberinde getirmedi değil. Mahallenin dedikoducusu gibi düşünmenizi istemem. Benimkisi yalnızca geçmişle ufak da olsa bir bağımın olması, aynı heyecanları şimdilerde de yaşama isteğidir. Cesaretsiz hissettiğim günlerde, Oğuz Ağbi yardımıma koşar. Ne de olsa bakkal önemli bir mevkiidir. Gireni çıkanı iyi bilir. 

Cesaretimin yerle bir olduğu zamanlardan biri de hemen üst katıma taşınan, hergün gidişini izlediğim bu adama karşı oldu. Ne yaptıysam kim olduğunu, nereden geldiğini, nerede çalıştığını bir türlü öğrenemedim. Ben de insanım. Öyle herkesçe deli cesaretine sahip olduğum düşünülse de insanım işte, bazen tutuluyorum.

Oğuz Ağbi kırk beş yıldır bizim sokağın tek bakkalı. Amca dedirtmez. Yoksa babamla aynı yaşta sayılırdı. Bakkal dediysem de artık lüks market görünümünde. Yıllar onu da gençleştirdi. Bir bakım bir özen, sormayın gitsin. Daha ben ve bu mahallede oyun oynadığım diğer arkadaşlarım küçük bir çocukken Kısmet Bakkal'ın içinde dönecek yer bulamazdık. Her yanda çuvallar, çuvalların içinde türlü bakliyatlar, şekerler, çamaşır tozları, yağ küpleri vardı. Bir de kokardı ki sormayın gitsin. Ama bizim işimiz kolaydı. Ciklet ve çikolatalar, Oğuz Ağbi'nin babadan kalma çatır çutur sesli kasaya benzer kutunun hemen önündeydi. Kapıdan girince nereye yöneleceğimizi iyi bilirdik. Yine de çocuğuz ya ortalığı karıştırmayı, adını hiç duymadığımız şeyleri sormayı, çuvalların ve kutuların aralarına kaçıp saklanmayı iş bilirdik. Tozlu defterlerde veresiye tutulan günlerdi.

Yıllar geçti herkes bir yana dağıldı. Ben geldim otuzlu yaşlarıma. Bir serpilme, kadın olma merakı derken Kısmet Bakkal da büyüdü, gelişti. Önce yan taraftaki terzi dükkanını satın aldı Oğuz Ağbi. İki hafta süren tadilattan sonra o eski görüntüler, kokular, dar alanda yapmaya çalıştığımız alış verişler de son buldu. Artık yirmi kişinin bile rahatlıkla dolaşabileceği bir yer haline geldi. Son teknoloji bir yazar kasası da tezgâhın üzerindeki yerini buldu. Tabelayı da unutmayalım. Neredeyse okunamayacak hale gelen, yağmurdan birikmiş bir nasibi alan o eski püskü tabelanın yerine, zamana uygun ışıklı mışıklı bir şeyler yaptırdı. Adı da artık Kısmet Market oldu. Odamın neredeyse karşısına denk düşen bu yeni ışıklar sayesinde gece yattığımda, kırmızıdan maviye bir renk cümbüşü sarar odamın içini.

Kısmet marketin kısmetten nasibini alamamış müdavimi bendeniz, Oğuz Ağbi'yi pek severim. Ciklet almayı başarabildiğim günden beri, başının bir numaralı belası benimdir. Kızdırmaya bayılırım. Hele iş ismimi söyletmeye geldiğinde Oğuz Abi'nin zıvanadan çıkması garantidir. Adım Mübeccel ama Oğuz Ağbi'ye kalırsa Mücebbel. Onunla tanışmamızdan bu yana çığlıklar eşliğinde, boğazım yırtılana kadar az bağırmadım karşı kaldırımdan ona: 'Mübeccel'im bennnnn.' M-Ü-B-E-C-C-E-L' diye. Yanındayken yapamazdım. Gözlüklerinden korkardım. Annemin fasülye, domates kaynatıp koyduğu kavanoz dipleri gibiydiler. Gözlerini bir pörtletti mi aklım çıkardı.

Siz bana bakmayın. Oğuz Ağbi harika adamdır. Yüzünde hep çözemediğim bir hüzün saklı olsa da güler yüzünü, abiliğini hiç eksik etmemiştir benden ve tüm mahalleden. Annemle babamı kaybettikten sonra beni hiç yalnız bırakmadı. Neye ihtiyacım olduysa yanımdaydı. Pencereden, bakkal önüne uzanan düzenli sohbetlerimiz oldu. Tabii bir de hiç sektirmeden pazar kahvaltısından hemen sonra bakkalın önünde oynadığımız tavla maçları. Aramızda kalsın tavlayı iyi oynarım. Kafama kafama az zar yememişimdir Oğuz Ağbi'den. Yenilince bırakın koltuğunun altıne vermeyi, kendinizi koruyabilirseniz şanslı sayılabilirdiniz. Eskiler ne tatlı.

Üniversiteyi bitirdikten sonra girdiğim ilk işimden döndüğüm akşam, beni sokağın başında elinde hediyesiyle ilk o karşıladı. Kocaman bir kutu hazırlamıştı. Hemen kaldırıma oturup heyecanla kurdelaları çözmüştüm. İçinden ne çıktı dersiniz? Yıllarca bakkaldan yürüttüğüm ciklet ve çikolatalardan kutu kutu... Ha bir de hesap pusulası. Kaba hesapla yürüttüğüm şeylerin toplam tutarı. Nasıl utandım, nasıl yüzüm kızardı bilemezsiniz. Önce teşekkür mü etsem yoksa özür mü dilesem bilemedim. Halimi anlamış olmalı ki elini omzuma atıp: "Gel buraya benim deli fişek Mücebbel'im" diye sımsıkı sarıldı. Çenem boynunun oralarda bir yerlerde sıkışmışken: "Mübeccel Oğuz Ağbicim, Mübeccel" deyiverdim bir patavatsızlıkla. Tabii saniyesinde ağız dolusu eşşoğuleşeği de yedim.

Kutuyu hâlâ saklarım. İçinde de çiğnediğim cikletlerin boş kapları durur. Senin mirasın ne deseler, hiç düşünmeden o kutu derim. İnsanın geçmişinin kokusunu daha iyi ne anlatabilir ki?

Hayatta en güvendiğim insandır. O yüzden cesaretimin kırıldığı, kendimle barışık olmayı başaramadığım zamanlarda daima yanımdadır. Öyledir öyle olmasına da benim şu meçhul kişi hakkında o da benim gibi bir ilerleme kaydedemedi. Neymiş çok meymenetsizmiş, onun böyle adamlarla işi olmazmış. Nereden bulmuşum. Ne yapacakmışım. Mübarek, sanki koca bakıyoruz bana.

Hal böyle olunca, iş elbette başa düştü. Merdivende karşılaşma çarpışma senaryoları, kahvem bitti biraz sizden alabilir miyim yanaşmaları gibi türlü oyunlar düşündüm. Ama nedense her birinden başarısızlıkla eve dönen, malum pencerenin önüne geçip onu bekleyen yine  ben oluyordum. İnsan, kurmaca bir dünyanın içinde bile olsa ortadan kayboluveriyor, gelmeyebiliyordu demek. 

Siz deyin üç ay, ben diyeyim bir yıl koştum durdum o adamın peşinden. Bana zaman fazlaydı. Artık çalışmadığım için de uğraşacağım tek meşgâlem oydu. Oğuz Abi de benden sıkılmıştı. Düzenli sohbetlerimizin bir yerinde ondan bahsetmeden duramıyordum. Birgün nah şurasına kadar gelmiş olacak ki: " Eee, valla sıkıldım senden Mücebbel. İki lafından biri o meymenetsiz surattan geçiyor artık. Git o köşede bekle, pencere önünde durmaktan sana hayır gelmez çocuğum." diyerek beni iyi bir payladı. O gün ilk defa Mübeccel diyemedim. Utanmakla, korkmak arasında bir duyguyla tıpış tıpış eve döndüm. 

Bir iki hafta zorunlu ihtiyaçları almak için dışarı çıktım. Oğuz Ağbi'yle neredeyse hiç konuşmuyorduk. Özür dilemek istediysem de yapamadım. Bir anlamsızlık küslük büyüdü durdu aramızda. Bir işim olmalıydı. Evde durmaktan da ölesiye sıkılmıştım. Gazetelerin iş arama sayfalarına düzenli olarak bakmaya başladım. Birkaç iş görüşmesine gittim. Ama hiç birinden sonuç çıkmadı. Sonra birgün bizim mahalleye çok uzak olmayan bir yerde muhasebeci arandığını işittim. Kalktım gittim bir sabah. Benden önce gelmiş olan beş kişiyi bekledim. Onlar çıktıktan sonra yarı açık kapının ardında onu gördüm. Aylarca pencerenin önünde geliş gidişlerini beklediğim o esrarengiz adamı. Kalkıp gitmeyi düşündüm. Bir yandan da deli gibi onun kim olduğunu artık öğrenecek olmanın verdiği heyecan her yanımı sarmıştı. Kısmet deyip içeri girdim. Kırklı yaşlarının hemen başında, yüzündeki gülümsemeyi içine gömmüş bir adam karşımda duruyordu. "Oturun lütfen." dedi, yüzüme bile bakmadan. Oturdum. Çaresiz bir iki dakika önündeki kâğıdı okumasını bekledim. Gözlüklerini çıkarıp kafasını kaldırdı. Hoş geldiniz Mübeccel Hanım dedi. Hoş ile bulmak arasındaki mesafeyi ne kadar uzun bir zamanda aldığımı duysanız herhalde bana çok gülerdiniz. Hoooşş buuulldukk.

Özgeçmişimdeki detaylardan bazı sorular sordu. Zaten fazlaca bir iş geçmişim yoktu. Üniversiteden sonra girdiğim ilk işimde üç yıl boyunca çalışmış, şirketin mali durumu bozulunca da işten çıkarılmıştım. Yani anlatacak neredeyse hiçbir şeyim yoktu. Ama konuşma uzadıkça uzamış, aynı apartmanda oturduğumuza kadar gelmişti. Şaşkınlıktan dilimi yutacaktım. Meğer adam benim farkımdaymış bunca zamandır. Ben de kendi kendime onca zaman görünür kılınmanın yollarını aramıştım. Gülüştük. Bir hafta sonra işe başlayabileceğimi söyledi. Görüşmek üzere deyip ayrıldım.

Deniz kenarına gidip bir çay içtim. Uzun zamandır üstbaş almamıştım. Bir iki mağazaya girip kendime yeni giysiler aldım. Akşama doğru yüzümde bir coşkun gülümsemeyle mahalleye döndüm. Hemen gidip Oğuz Ağbi'den özür dileyecek, olanları ona anlatacak bizim gizemli adamla aynı iş yerinde çalışacağımı söyleyecektim. Mahalleye yaklaşınca sanki bütün insanlar sokağa fırlamış da birbirlerini duymadan boşluğa konuşuyorlarmış gibi bir uğultunun içine düştüm. Çocukların kimisi ağlıyor, kimisi bağırıp çağırıyor, konu komşu feryat figan ağlaşıyordu. Kısmet Bakkal'ın önünde cehennem gibi bir kalabalık vardı. Elimdeki poşetleri fırlattığım gibi kalabalığı yardım. Oğuz Ağbi bakkalın önünde tavla oynadığımız küçük masanın dibinde boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Ambulansın sireni yakınlaştıkça acı acı duyuluyordu. 

Elim ayağım boşaldı. Bir kuvvet nabzına baktım, atmıyordu. Ne oldu? Ne olduuuu? diye bağırdım bir müddet. İnsanlar ağlamaktan cevap veremiyordu. Oturdum ben de ağlamaya başladım. Yılların Oğuz Ağbi'si orada öylece kıvrılmış, sessizce ölüyordu. Ölmüştü. Oğuz Ağbi diye sarstım omuzlarından. Bak benim, Mücebbel. Kurbanın olayım aç gözlerini. Bak, sana anlatacaklarım da var hem. Mücebbel'in geldi Oğuz Ağbi, diye defalarca bağırsam da bedenini sarssam da Oğuz Ağbi gözlerini açıp da bakmadı. Ambulans geldi ve cansız bedenini alıp götürdü. 

Sonra sonra dediler, yıllardır görmediği oğlu gelmiş. Gün gözüyle saatlerce kavga etmişler. Hayırsız oğlu Oğuz Ağbi'ye vermiş veriştirmiş. Hırsını alamayıp bakkalın içinde ne var ne yoksa ortalığa saçıp gitmiş. Böyle acıya kalp nasıl dayansın? Duruvermiş. Altmışında adama bu yapılır mı? O kalp kırılır mıydı hiç? Koca mahallenin bilmediği bir oğlu varmış meğerse. Yüzündeki o hüzne sebep de buymuş. İnsanın bazı gerçekleri birisini kaybedince öğrenmesi ne tuhaf. Bir geçmişi anmaya, ondan bahsedecek, iki çift laf edecek gücünün kalmayışı ne zormuş. İşte her şey böyle böyle zamanın içinde akıp gidiyor. Ne sevdalar ne utançlar ne sırlar saklanıyor da bir gece koyundan koyuna geçen sıcak terin mirası bir çocuk gelip koca bir sırrı ölümle apaçık ediveriyor.

Sen bilmiyorsun ama üst kattaki komşumu artık düzenli bir şekilde görüyorum. Kısmet marketin kısmetten artık nasibini alan müdavimi bendenizin, birkaç aya kalmaz bir çocuğu olacak ondan. Şimdi her akşam iş dönüşü, pencerenin önüne geçip onun yerine seni bekliyorum Oğuz Ağbi. Gelmiyorsun. Arada sırada yoruluyorum. Sol dizimden destek alıyor, bir elimle pencerenin kenarlarına tutunarak kaldığım yerden devam ediyorum. Bazen insanı bıktıracak kadar büyük gönül koyuyorsun. Sanki o bakkalın kapısından hiç çıkmayacak ve ben dondurulmuş bir karenin içerisinde hamile halimle saatlerce pencerenin önünde seni bekleyeceğim. 

Bilirim kıyamazdın sen bana. Anlatacaklarımı duymadan gittin ya Oğuz Ağbi, hazırlıksız yakalandım.  Sana bir zar bir de özür borcum olsun.


5 Şubat 2013 Salı

Niye't' Mektubu

Sesindeki sessizlikten mi bilmem bir yanlışlık doğuyor yokluğunda bu evde. İçim eziliyor. Uykular düzensiz, uyanışlar sancılı; sanki bu dünyanın düzeninde başıboş bir gürültü etrafta kol geziyor. Ben duymuyorum. Sen susuyorsun. Aklımı yitirecek gibi oluyorum özlemden. İnanmazsın. İnanmıyorsun da... Öyle olunca gidiyorsun. İnanmamak için kayboluyorsun. Sen yokken, kalbimin incinmiş sözlerini toparlıyorum yol çizgilerinin üzerinden. Dağılmış günleri sevmiyorum. Gittikçe gelmeyen haftanın sonlarını da...

Eski kokulu harflerle yan yana oturuyorum. Bana öğrettiklerini tıpkı sayfalar dolusu bir metni ezberler gibi hatmediyorum. Bir elin parmağını geçmeyecek kelimeler büyüdükçe büyüyor. Kayboluyorum o eski dilin harfleri arasında ama bilmiyorsun . Sonra sen geliyorsun. Ellerin ha dokundu ha dokunacak ama bekliyorsun. Hava yeni yeni kararmaya başlıyor. Tanığı olmadığım gecelerden kalmasın. Gözlerin dağ eteklerinde uzanıp soluklandığım yeşil bir örtüye benziyor. Ilık. Yorgun. Kendi uykumdan sana vermek için uykularımla pazarlık ediyorum. Karşılığında benden ne istiyorlarsa vermeye razıyım. 

Göğsümde uyumak istiyorsun. Alıp başını yatırıyorum, uyuyorsun. Henüz daha çok erken. Sen yeter ki orada kal. Oramda... Sağdan sola yazmaya başlıyorum. Parçalı bulutlu bir resim çıkıyor önüme, çözemiyorum. Seni uyandırmaya kıyamıyorum. Kaybolup gidiyor sonra. Niye?

Yüzündeki çizgilerden mi bilmem bir kuş havalanıyor içimden sana bakınca. Ansızın yuvasından olmuş da sanki çırpınır gibi sağa sola koşturup duruyor. Gökyüzünün özgürlüğünü tadan biri yeryüzünde neyi arar ki? O kuş benden şanslı. Bugün ilk defa o kuşun ne kadar da yükseklere çıkabileceğini gördüm. Havalandı, havalandı bir türlü bitmek bilmedi yükselişi. O çıktıkça ben irtifa kaybettim. Parmak uçlarım uyuştu. Göğüs kafesim sıkıştı. Duramadım, attım ben de kendimi dışarıya. Yağmur döküldü. Yüzüm yandı. Hiç ıslanmadım. Bir sigara yaktım duvarın arkasındaki barakada. Eski evlerin virane duvarlarını izledim. Yıkılmış hikâyelerini okudum. Hepsi aynı şeyden bahsetti. Göç edip giden kuşların hikâyesinden .. Kelimeler yoktu. Dilsizdiler ama ben onlar için seslendirdim. Herkes duysun, bilsin istedim. Belki göğüs kafesinde bir boşluk kalmıştır. Belki ben oraya sığarım. Biraz uzansam ya yanına. Alıp öpüversen ben uyurken. İşte o zaman uyansan.

Kuş beni de yanına alıp gitseydi ya, havalandı gitti işte içimden. Aşk, bir kuşun havalanması belki de dedim. Ben ona yetişemedim. O günden sonra da uyuduğum saatlerde bir daha hiç uyuyamadım.










24 Ocak 2013 Perşembe

Ninni

Her sabah aynı evin merdivenlerinden aşağıya inip sokağa attığım ilk adımla başlayan o can sıkıntısı, hiçbir zaman geçmedi. Nelere alışmak zorunda kalmıştım oysa ve nelerden vazgeçmek ama işte bu hayatta, alışılamayacak şeylerin de olduğunu burada öğrendim. Ankara, gün geçtikçe soğuk rüzgârların gözlerde anlamsız bir buğulanmaya dönüştüğü yer olmuştu. Ruhun bir türlü evrilmeyen yanları, içine sıkıştığı bedende kendine bir yer bulmaya çalışıyordu. Bulamadığındaysa korku ve telaş her şeyi ele geçiriyordu. "İnsan her şeye alışır." demeyin. Siz öyle dedikçe iyiden iyiye kafamıza kazındı bu meret. 

Bir şehrin ana arterleri neredeyse kalbi de orada atmıyordu. Çünkü asıl önemli olan, orada yaşayanların kalplerinin ana arterinin neresi olduğuydu. Benim kalbim Ankara'da hiç atmadı. Varsa yoksa birkaç düzen bozukluğu, o kadar. Şehrin gövdesinden kendimi kurtarabildiğim anlardaysa ritim normale dönüyordu. Yıllarca bu düzen bozukluğuyla yaşadım.

Beş dakikadan az bir sürede semtler değişiyordu. Girdiğim caddeler kendini ele veriyordu. Bilinmeyeni, görsem de benzetemeyeceğim yerleri arıyordum. Ki yaşarken bilinmeyenlerden çok yara almıştım. Ve ben kısacık bir aralıkta, bütün bir şehri kendine benzetmeyi başarıyordum. Yokuş aşağı iner gibi değildi. Suyu bardağa doldurmak gibi değil... Zordu. Yorucuydu. En çok da sevimsiz bir yalnızlıktı. O yüzden bir yolunu bulup kütüphanemin neredeyse yarıdan fazlasını bırakmayı bile göze alarak çarçabuk kaçmıştım Ankara'dan.

Ankara garip bir şehirdir. Sürekli dejavu yaşatır insana. "Bunu daha önce görmüştümlerin, şunu sanki dün yapmıştımların, bunları söylemiş gibi hissediyorumların" başkentidir. Yaşarken özlemezsiniz. Ne zaman seneler geçer aradan, işte tam da o anda aklınıza düşüverir. Sanki ölesiye çırpındığınız, terk etmek için zaman kolladığınız şehir, birdenbire aklınızın -belki de en olmadık zamanda- bir yerine kendini oturtmayı başarır. Bilir misiniz bilmem, Ankara'da aşk hep hüzünlüdür.

Durduk yere olmaz hiçbir şey ve bir "gün" şayet yaşanma ihtimali sınırlarını aşıp "yaşanacak" konumuna gelmişse bazı şeyler kaçamazsınız. Düşünce ve inanç ikilisi kuvvetli bir karışım. Kim ne derse desin. Herkes kendi yaşanmışlıklarından tecrübe edinir. Ben galiba bu karışım sayesinde hep ilginç sohbetlere, karşılaşmalara, görüntülere şahit oldum. Bir şekilde bu böyle oldu. Ben de şimdi bütün bunları durduk yere düşünmedim.

İstanbul kendini geceye hazırlıyor. Ege'de bir mekân hayal ediyorum. Kayıplarım çok. Varsın olsun. Hikâye aynı. Kimin umurunda? Herkesin derdi aynı. Kilometreler bile... Yakınsa uzak; uzaksa daha da uzak olur benim hayatımdaki her şey. Bilmesine biliyorum da bunu bi öğretemedim kendime. Ama öğrendim ki bilince öğrenilmiyormuş. Bütün kadınlar olmadık zamanlarda gidiyorsa bütün erkekler de o olmadık zamanlar da gidiyor. İçindeki bahara, güneşin endamına, koyun koyuna uyunan gecelere, aç susuz kalsan da onun için yaptığın fedakârlıklara, çekingen ama sevimli meraklarına aldırmadan gidiyorlar. Yazara bunu nasıl anlatsam? O hikâyeden aklımda şöyle bir cümle daha kalmış: "Biliyorum, kimi sevsem en son hatırladığım görüntüsü gidişi olur."  Benim kalbimin ana arteri... Neyse. 

Her şeyi boş ver de şimdi sen uyuyorsun ya bütün ninnileri ben söylüyorum.




20 Ocak 2013 Pazar

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -45-

Öyle büyük bir hızla geliyordu ki karşılayamadım. Önce çekingen, biraz zaman geçtikçe hırçın ve son sözü söylemek için geri döndüğünde ise kırıcıydı. Ne yalan söyleyeyim oldukça başarılıydı. Kırıldım.

Aralık kapıyı henüz kapatıyordu. Birkaç söz dizimi kadar yakınlaşmıştı. Orada, kayıp duygularının saklandığı yerde, kimsenin göremediği bir şeyleri görmüş olmalıydım. Hani onlar hep vardır ama ustalıkla yapılmış bir makyajla, süslü birkaç cümleyle görünmez hale getirilir ya işte böyle bir şeydi onun da yaptığı. Küçük bir çocuğun evde hiç bulunamayacağını düşünüp saklandığı elbise dolapları gibi. Ben bulurum. Çünkü çok saklandım kapalı yerlerde uyku zorunluluğu olan öğle sonralarında. Üstelik bir insanı ele veren öfkesidir. Olmadık yerlerde, hani neredeyse öyle bir tepkinin geleceğini beklemediğiniz anlarda birdenbire alev alır. Çoğu zaman siz de değilsinizdir ama şans eseri orada olmanız bile yeterli olur. O gün de yanında olmasam bile  karşısında bir tek ben vardım. 

Masum bir çocuktum. En sevdiğim oyuncaklardan birini bana getirmişti. Hesapsızca "Alıp oynar mısın bununla?" diye sorup yine yanında olmayan ama olsaydım mutlaka bakacağı gözlerime bakmıştı. Uçabilirdim. Kanatlara ihtiyaç duymadan yükseklere ya da müsait bir yatağın üzerine çıkıp tavanla yatak arasında bir yere. Evet evet bunu yapabilirdim. Ama yapmadım. Bilmezsiniz şaşırdığımda nasıl saçmalayabileceğimi. Odalar arasında dakikalarca yürüyebileceğimi... Hatta oturup aptal aptal duvarlara bakabileceğimi. O an yanı başımda olan her ne varsa onunla bir bağ kurup içimdeki sevinci nasıl boşaltabileceğimi, bilmezsiniz... Nereden bileceksiniz ki?
O da bilemedi. Çok kızdı bana. Öfkesinden kaçtım. Korktum. Elbise dolabıma mı yatağın altına mı yoksa perdelerin arkasında herhangi bir yere mi kendimi saklamalıydım? Panikledim. Ben panikledikçe bütün kelimelerin ayağı kaydı. Birini tutsam diğeri bırakıyordu kendini boşluğa. O boşluktan onları nasıl çıkarabileceğimi, kızgınlığının üstesinden gelip gelemeyeceğimi düşünmeye çalıştım. Faydası olmadı. Kaç zaman geçti üzerinden bugün hâlâ o anı düşünüp bizi o noktaya getiren asıl sebebin varlığını arar dururum. Ben anlatamadığımda çok üzülürüm. Çok.

Bu kadar büyük bir kızgınlığın, her şeyi yok edip yıkmanın, aramıza böyle engeller koymasının nedeni ben olamazdım. Mutlaka başka bir şeylere canı sıkkındı, beni kırmak istemezdi. Ne bileyim, öyle olsun. İnsan, üzerinden aklı selim bir zaman geçmediği müddetçe an değerlendirmelerinde başarısız olabiliyordu. Her şeyi üzerime alınmak gibi çoğu zaman canımı yakan bir huyum vardı ve işte bu huy, beni yıllarca kendimden alıkoydu. Ama o da çok büyük bir hızla gelmişti be hayat! Oysa ne çok kucaklamak, sarıp sarmalamak ve bir yaz evinin sıcaklığına dokunup denizin şahitliğinde onu öpmek istemiştim. Bir şeylerin yanlış olduğunu, kolaylıkla düzeltilebileceğini, beni benden dinlemesini söyledim. Defalarca. Kabul etmedi. Sustu. O baş edilmesi güç odaya kilitledi kendisini. Günlerce kapısını çaldım. Bir daha açmadı. Göstermedi bana yüzünü. Bekledim. Biraz daha biraz daha bekledim. Hani yeminini bozar da çıkıp geri gelir diye. Gelmedi. Ne o ilk sözlerimizi kavuşturduğumuz yere ne de beni bir hayale inandırmayı başarıp sonra da apansız sustuğu yere geldi. Kaç gece uyuyor mu yoksa hâlâ o da benim gibi uyanık mı diye evinin orada, caddelerin kesiştiği yerde onu izledim. Perdelerini bile açmadı. Yalnızca bir defa gün batımında, o tanıdık büyük ışıkların olduğu yeri görebilmek için kendini gösterdi. Çok seviyordu orayı, biliyordum. O söylemedi hiçbir zaman ama ben biliyordum orayı sevdiğini. Hatta parmağındaki yüzüğü bile görmüştüm. Geçmişten bir iz, saklı bir an. Hepsini biliyordum. Ve bilmek böyle zamanlarda hiçbir işe yaramıyordu.

Takvimlerdeki çentikler günler uzamaya başladıkça kısalıyordu. İstanbul'da kelimeler çok müsriftir. Öyle anlamsızca duraklarda bırakırsın ki onları, iki dakika sonra dönüp gelsen bulamazsın. Bense sana söylemeye bile fırsat bırakmadığın hiç kullanılmamış kelimelerimle o hiç binmediğim otobüsün altı numaralı koltuğunda seni bekliyorum. Yıllardır aynı koltuğu birgün bana gel dersin diye ayırtıyorum. Günler, haftalar, aylar geçiyor o koltuğa hiç tanımadığım insanlar binip sana, senin yaşadığın şehre gidiyor. Hepsini kendi ellerimle uğurluyorum. Otogarların hüzünlü ayrılık sahnelerini sevmem. Sana erişebileceğim kadar yakınken bir o kadar uzak oluşumu hatırlatıyorlar her defasında bana. Kıskanıyorum gidenleri. 

Otobüs geri geri o perondan çıkarken bir köşede durup içim yanarken keşke diyorum, keşke nereye saklanacağımı düşünmek yerine altı numaralı koltuğa oturup sana gelseydim. Otogarları sevmiyordum. Ama seni seviyordum.