PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

10 Ocak 2010 Pazar

Sürahi



Şu senin tutkulu sesin var ya:
Ortak güzellik artı yara izi.
Tutar ellerinden kaldırırsın
Adı kötüye çıkmış tüm sözcükleri.
Cemal Süreya


"Yine de sen, sana söylediklerimi bir düşün." diyerek bitirdi sözlerini adam. Geçkince bir hâli vardı. Kırkını çoktan devirmişti. Üzerindeki elbiseleri uzunca bir süredir kullandığı belliydi. Her yanı kir pas içinde, dirsekleri neredeyse yırtılmış bir gömlek, düğmeleri açık; pantolonunun dışına taşmış eski püskü bir tişört, tabanları yırtılmış çoraplar ve boynuna doladığı yeşil fularıyla (daha çok bayanların taktığına benzeyen) gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Kırmızı kadife koltukta öylece oturup kalmıştım.
Sessizlik büyüdükçe sanki geçmişin bir anından fırlayıp çıkagelen bu adam, ellerini dudaklarının üzerinde gezdirerek ve parmaklarını bir aşağı bir yukarı oynatarak, beni izlemeye devam ediyordu. "Ben söyleyeceklerimi söyledim. Şimdi sıra sende." der gibiydi. Oysa hafızamın derinliklerine kadar insem de ne bu adama dair bir şeyler anımsıyordum ne de niye şimdi gelip de bir hikâyeyle -üstelik bahsettiği o kadının ben olduğundan bile şüpheliyim- hayatıma  girmeye çalıştığını anlayabiliyordum. 

Evleneli beş yıl olmuştu. İlk başlarda bu kararım beni mutlu etse de daha sonra, yanımda olmasını istediğim erkeğin o değil de bir başkası olması gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Beş koca yıl! İnsan bu hesaba girdi mi bir defa, ardı arkası kesilmeyen sorularla birlikte, koca bir evin büyüteceği yalnızlıkları doğurmaya başlıyordu tek kişilik odalarda. 

Akşamları yoğun bir iş günü sonrasında eve girişimde duyduğum 'hoş geldinli ses', bir zaman sonra katlanılmaz hale gelmeye başlamıştı. En kötüsü de iyi bir oyuncu değilken, her gün aynı sahnede zorunlu bir şeyler söylemeye çalışırken düştüğüm o tuhaf haldi. Kocam benden önce gelirdi. Zaten uzun bir süre, bu duruma da alışamamıştım. Sanki kadının kocasından önce evinde olması gerektiğine dair varolan o yerleşik inanca hayatım boyunca  sahip çıkmışım gibi yadırgamıştım. Oysa benim hiçbir zaman yerleşik inançlarım olmadı.  Varsa bile şimdilerde diğer birçok şey gibi onu da hatırlamıyordum. 

Geçirdiğim boğulma tehlikesinin etkisi yadsınamazdı elbette. Uzun bir süre bırakın su görmeyi, dışarıya bile çıkamamıştım. O dönemde, bana tanıdık gelen her şey de yavaş yavaş hayatımdan çıkmaya başlamıştı. Annemle birlikte kalıyordum. Boğulma anından öncesinde kimdim, neydim, neleri seviyordum? Annem sanki o kötü olaydan sonra yaşamaya başlamışım gibi bembeyaz bir sayfayla bir şeyler anlatıyordu bana durmadan. Hastanede yattığım günleri, bilincimin kapalı olduğu zamanları da hatırlamıyordum. Varsa yoksa annemin anlattıkları. Boğulmuştum. Bir süre hastanede tedavi gördükten sonra eve çıkmış ve sonra yarım kalan okuluma devam edip işletmeyi bitirmiştim. Üniversiteyi bitirdikten iki yıl sonra da kocamla evlenmiştim. 

Anneme sorduğum soruların hepsi ya cevapsız kalıyordu ya da gerçekte bana ait olmayan bir geçmişi yaşamışım gibi bazı isimler, olaylardan bahsediyordu. Zamanla, onunla mücadele etmekten yorulduğumda her şeyden vazgeçtim. Ne de olsa hiçbir şey yoktu geçmişe dair. Kabullenmek zor olsa da geride bıraktım. Ezberimde olanlar, içimi ele geçiren korkuya teslim olmuştu.  Huysuzluklarımın yerleşik inançlarıma engel olması da bu döneme rastlar. 

Zihnim karmakarışıktı. Gerçekten sevmiş miydim ben bu adamı? En büyük bağımlılığım sensin diyecek kadar delirmiş miydim? Sesimi duymazsa günleri karanlık mı geçerdi? Anlattığı gibi soluksuz kaldığımız sevişmelerimiz olmuş muydu? Ailemi bile onun yüzünden terk edip küçük bir sahil kasabasına mı yerleşmiştik? Onca yıldan sonra gelip üzerime diktiği o çakır rengi gözlerin savurduğu tek cümleyle bütün hayatımı geride mi bırakmalıydım?

Yerimden kalkıp mutfağa gittim. Ona dair bir şeyler hatırlarım diye zorladım kendimi. Geçmişimden kalan belki de tek tanığı ve belki bir sevgiliyi, öylece gönderemezdim. Korktuğumu hissettim. Sanki bu adama "defol git, sen de kimsin desem", hayatımdaki boşlukların sayısı daha da artacaktı. Zaten işim de olmasa bir şeyleri sevmenin ne demek olduğunu hiç bilmiyormuşum gibi geliyordu. Evlendiğim adamın sevgisi vardı ama coşkusu yoktu. Yemeğe oturup masadan aç kalmak gibi bir şeydi onunla yaşamak! Masa vardı. Yemekler hazırdı. Ama işte o kadar! Aklımda kalan ufak da olsa bir tat yoktu.

Pencerenin yanındaki sandalyeyi çekip oturdum. Kendi başıma bir şeyler düşündüğümde tek yaptığım buydu. Mutfak penceresinin önüne geçip apartmanların arka tarafını oluşturan bu küçük hapishaneyi andıran bahçeyi izlemekti. Gökyüzünü görmek neredeyse imkânsızdı bulunduğumuz kattan. Taşınırken kaç defa biraz daha yüksek bir katta oturalım desem de kararından caydıramamıştım kocamı. Huzursuzluk çıkmasın diye sustuğum tüm olaylar sayesinde, ileride daha büyük suskunluklara gebe kalacağımı nereden bilebilirdim ki! İnsan evlenmekle bir tek eve sahip olmuyordu. Aynı zamanda bu evin bütün her şeyine baştan aşağıya teslim oluyordu.

Sarmaşıkları izledim. Neredeyse bütün duvarları ele geçirmişlerdi. İki tane yeni dikilmiş elma ağacı vardı. Meyve vermeleri için beklemek gerekiyordu birkaç yıl. Penceremin hemen önündeyse yaşlı bir ceviz ağacı sanki hep buradaymış gibi bütün bahçeyi koruyup kolluyordu. Çalılıkları da saymazsak bu pencereden görebildiklerim bu kadardı. Bu bahçe hayatım gibiydi. Sınırlı, az da olsa ışık alan ve geri planında daha nelerin olduğu bilinmeyen...

- Damlaaa!!! Halâ ne yapıyorsun mutfakta?
- ...
- Damla sana diyorum, gelmeyecek misin?

Dalmışım. Sesi bile tanıdık gelmeyen, benim için herhangi bir anlam ifade etmeyen ama yine de içeride, çalışma odamda oturmasına izin verdiğim o adamın sesiyle irkildim. Aniden ayağa kalktım. Paniklediğim zamanlarda elimi kolumu nereye koyacağımı bilemem ben. Nasıl irkildiysem kolumla, pencerenin önündeki su dolu sürahiyi yere devirdim. Koca sürahi tuzla buz olmuştu. Cam kırıkları ve yayılan su etrafa saçılmıştı. Sanki o an her şey donmuştu. Sesler vardı kafamın içinde bağırıp duran. Su damlacıkları ayaklarımın ucuna değmeye başladıkça gittikçe artan sesler... 

" Damlaaaa, kızımmmm. Ne olur yardım edin, kızım boğuluyor!!!" "Sarsmayın, açılın biraz lütfennn. Açılın, kapatmayın etrafı, temiz hava alması lazım." 
-" Ne demeye o kadar uzağa giderler ki bu gençleri anlamak zor." 
-"Tiyatrocunun kızı. Neydi adamın adı, hani şu geçen yaz kalp krizinden ölen." "Kızımm." 
   
- Sen eskiden de böyleydin Damla. Ne zaman dışarıdan bir etkiyle sarsılsan ortalığı birbirine katardın. Sonra da donup kalırdın. Kaç defa seni toparladığımı inan hatırlayamıyorum. Gel hadi yanıma. Bir tarafını keseceksin. Kime diyorummmm. Bana bak, kıçına bi şaplak indiririm, anında kendine gelirsin. Bilirim canım çok yanar oradan sanki canın oradaymış gibi!
Elini uzattı. Tuttum. Birlikte çalışma odasına doğru yürüyorduk. Gözlerimin önüne durmadan bir şeyler geliyordu. Çoğu bulanık, renkli, renksiz bir yığın görüntü. 
Bir sahil kasabasındaydık. Yemyeşil bir yer. Etrafta yaşayanların çoğu ileri yaşlardaydı. Gençtim. Yirmili yaşlarımda belki de. Bir bahçenin içinde, tek katlı, iki odalı bir evdeydim. Bahçenin her yanı çiçeklerle çevrilmişti. Begonvil, evet begonviller vardı. Aynısafa, filbahar... Bir de tam bahçenin girişine kurulmuş koca bir ceviz ağacı. Huzurlu bir yaz sabahının öğlene yakın saatleri gibi.

Kadife koltuğuma kadar beni bırakmadı. Birkaç defa "iyi misin?" diye sordu. İyiyim, dedim. Aklımdaki görüntülerle başa çıkmaya çalışıyordum. Geçip yine ilk zamanki gibi karşıma oturdu. Gözlerini dikti. Bu defa elini dudaklarına götürmedi. Özlem dolu gözlerle bana baktı. Bakışlarına dolan özlemi tanımıştım. Huzurluydu. Uzun süredir kaybettiğimi sandığım huzur oracıkta, o bir çift çakır rengi gözün hemen ucundaydı.

Annemi gördüm sonra. O bahçenin dışa açılan kapısının hemen önünde. Bize bakıyordu. Bize? Evet, tam karşımda öylece oturup beni izleyen adamla bana. Sarmaşıklar aklıma geldi. Bütün o apartmanların duvarlarını sarıp sarmalayan sarmaşıklar.
Annemin yanına gittim. Söyleyeceklerini biliyor gibiydim. Ağlıyordu. Ne oldu diye soracak oldum, iyice hıçkırıklara boğuldu. Elimi omuzuna koydum. 

" Anne ne olur yapma böyle, ben kararımı verdim. Dönmeyeceğim İstanbul'a. Burada, sevdiğim adamla yaşamak istiyorum." 
-" Damla, kızım yapma ne olur böyle. Hayatını mahvetmene izin veremem. Okulunu bile yarım bıraktın. Gel hadi, dön benimle."

Uzadıkça uzuyor annemle konuşmamız. Tartışmaya başlıyoruz. Bağıra çağıra bir şeyler deyip hızla uzaklaşıyorum o evden de annemden de. Sonrasındaysa, ayaklarımın kumda yandığını, dikenlerin battığını ve koştuğumu hatırlıyorum. Hepsi bu kadar.

Kırılan sürahi, geçmişimin parçalarını toparlamama yardım etmişti. Peki ya bundan sonrası? Kocam, evliliğim. Bir türlü alışamasam da yeni kurduğum hayatım... Ne olacaktı tüm bunlara? Bir zaman öğrenmek için kendimi yırttığım geçmişim, işte şimdi tam karşımdaydı. Aşık olduğum, bağlandığım, uğruna evimi bırakıp onunla bir hayat kurmayı seçtiğim o adam, karşı koltukta meraklı bir bekleyiş içindeydi. Yeniden, o eski günlerdeki huzuru duyumsadım. Şuracıkta, beni elimden tutup buraya kadar getiren bu adamın yanında, aradan dokuz yıl geçmesine rağmen konuşmasak da sevişmesek de beni halâ sevdiğini ve önemsediğini hissetmem zor değildi.  

Yerinden kalktı. Ellerini dudaklarının üzerinde gezdirerek ve parmaklarını bir aşağı bir yukarı oynatarak - hatırlıyordum, ne zaman önce bir şey düşünüp sonra konuşmaya başlayacak olsa, hep böyle yapardı- yanıma geldi. Boyumun hizasına kadar eğilip : 
"Yine de sen, sana söylediklerimi bir düşün", dedi ve boynundaki fuları boynuma dolayıp çıkıp gitti. Ardından sadece bir tek kelime çıkabildi ağzımdan:

Yavuz... 













Hiç yorum yok:

Yorum Gönder