PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

20 Mart 2011 Pazar

Hikâyeler Yorar

Merdivenleri yavaş yavaş çıkmak gibi başlar önce her şey. İlk adımlarda nefesi kontrol etmek, düzgün ve istikrarlı adımlar atmak kolaydır. Her şey öylesine açık ve bütün çıplaklığıyla karşınızdadır ki sizi karmaşaya sürükleyecek ya da zihninizi zorlayacak herhangi bir kurgu yoktur. Derin bir oh çekersiniz farkında olmadan. Kitap siz olmasanız da akıp gidecek gibidir ama işin aslı hiç de göründüğü gibi değildir. Romanın karışık katmanları arasında dolaşırken olabileceklere karşı bir ön hazırlık, alt yapı çalışması illa ki olur. Bir gerilime doğru ilerlerken sonucun nereye varacağını bilemeseniz bile, kelimeler adeta seslenirler size. Her biri yaşanacak sahnenin müziğini ele verir. Ama hikâyeler öyle midir? Onlar derinden derine işler. Kurnaz bir tilki edasıyla satırların arasında dolaşan zihnin yakayı nerede ele vereceğini, bir aldanışın mı yoksa salt gerçeğin seslenişinin mi yol haritasında fısıldanan ufak bir iz olduğunu bilmek o kadar da kolay değildir.
Yorulursunuz. Bir an önce çıkmak, soluklanmak, ipin ucunu bir yere bağlamak istersiniz. Kaçmak bir eylem olmaktan çıkmıştır. Son kalınan yer aslında ilk defa adım atılmış bir yer edasıyla varlığını daima hissettirir. Uykuya yöneliş, kelimelerin karanlık boşluğun içerisinden resmi bir geçitte geçişini engellemez. Üzerinde yattığınız yatak, sonsuzluğa doğru uzanır. Zorladıkça, hikâye kendini iyiden iyiye belli eder. Hikâyeler yorar.

Geçenlerde, okuduğum bir kitabın sancılarıyla uyandım. Peşimi bir türlü bırakmayan cümleler gün boyu aklımı vurdu durdu. Tuhaf olan o satırlardan çıkıp bambaşka bir kurgunun izinde dolaşıyor olmamdı. Bütünüyle bağımsız değildim okuduklarımdan. Başlangıç onunla olmuş, sonrasında aklıma kazınan cümlelerin içinde yepyeni cümleler peydah olmuş ve ben de onlardan taze bir hikâye yaratmaya başlamıştım. Bir rüyanın kalıntıları olabilir miydi tüm bunlar? Hatırlamadığımı düşündüğüm rüyalarımın, beni rahatsız etme şekli bu muydu yoksa? Hiçbir şeyin açıklaması, insanın kendi kendine yarattığı bu çetrefilli düşüncelerden daha karmaşık olamaz diye düşündüm. Kendi kendimize yenildiğimiz bir durum nihayetinde. Evet, kabul edilebilir bir çıkış noktası hali hazırda yanıbaşımızda duruyor. İşte bütün sorun, o noktaya dokunduğunuz anda başlıyor. Tanıdık, bildik kelimeler birdenbire haritanın işaretlenmiş yerlerini siliyor, geçip gidilen yerler bilinirliğini kaybediyor ve sonrasındaysa malum çöküş yaşanıyor.

Belirsizlik garip bir tedirginlik yaratıyor insan ruhunda. Neye sataşacağınızı şaşırıyorsunuz. Hiç durmayacak bir dönmedolabın içinde yükseliyor ve alçalıyorsunuz. Bir zamanlar oyun olarak düşündüğünüz her şey giderek sevimsizleşmeye, sizi o alan içerisinde sıkıştırmaya, atlayışın çözümsüz olduğu bir noktaya getirmeye başlıyor. Cesaret dediğimiz şey de işe parmağını sokunca, tereddüt mekanizması da devreye giriyor ve işte o andan itibaren insan ruhunu kemiren birçok başlık da tamamlanıyor.

Ne yapmalı?
Hikâyeyi hiç okumamış gibi davranmak, kelimelerin gücünü yok saymak ya da düşüncelerinizi karmakarışık bir hale getiren zihninizi bütünüyle ortadan kaldırmak için daha başka uğraşlar bulmak yardımcı olabilir mi?
Şimdilik hiçbir şeyin cevabı yok.

Merdivenlerden yavaş yavaş çıkmıştım oysa.Her şey yolunda ve olası görüntüler yerli yerinde gibiydi. Ama aklım, benden uzakta bir yerde kendi oyununu oynamaya devam ediyor. Müdahale etmeye çalıştığım her noktada karşıma başka bir "ben" çıkıyor. Ben kimi zaman o hiç tanımadığım ben ile anlaşamıyorum böyle zamanlarda...

16 Mart 2011 Çarşamba

Oradaydım Söylenceleri I "SON"

Kıpırtıların sessizleştiği yerde, küçük bir an kaybolur birdenbire. Yazgısını teslim etmiş dünler, bugünlerin çığlığında sağırlaşır. Yerle gök arasında çiğnenmiş onca söz, tavan arasındaki yerini elbet alır. Gün gelir derinliğine aldanıp kendinizi koyverdiğiniz her aşk cümlesi, pıhtılaşır. Yerine yepyeni yazgılar bırakarak yola devam eder. Yolun bittiği yerden. 


Oradaydım...
Kahvaltı seslerinin ayaklarıma dolandığı, senli sohbetlerin yerini geniş zamanlı beklentilerin aldığı; kuşkulardan arınmış, gelecek kaygısından kurtulmuş, karşılıklı paylaşımların kalpten uzak olduğu yerde. Hep aynı telaş olsa da bir türlü tamamlanmayan ve kendi gerçekliği içinde varolamayan bir suskunun içinde yeşertmeye çalıştık baştan karartma bir geceyi. Hangi iklimin baştan çıkaran rüzgârına aldanıp da yan yana gelmiştik ya da hangi belirsizliğin iki ucu olacağımızı bilemeden kozlarımızı bir nisan akşamında şarabın misafir olduğu bir sofraya yatırmıştık? Bir yerde sorgular ne kadar çok yer kaplarsa anın güzelliği orada kaybolur ya, biz de kendi sorgularımız içinde boğduk elimizde kalanları. Belki de elimize bile almayı korktuklarımızı.


Oradaydım...
Yaramaz bir çocuk gibi konuk olduğum dizlerinin hemen üzerinde... Nelerden geçtiğimizi düşünmeden, kaç defa terk ettiğini, terk ettiğimi düşünmeden, bencilliğine aldanmadan, alınmadan orada, bir daha asla karşılıklı oturamayacağımız o kahvede, o evde, o bankta, o kanepede. Üzerinden ne de çok zaman geçmiş diyesi gelse de insanın, üzerinden geçmeyen bir şeyler var hiçbir tarihe oturtamadığım. Şaşkınlıklarımız, şüphelerimiz, olmazlarımız, gecelere sığmayan taşkınlıklarımız, tekliğimiz, çoğulluğumuz kısacası bir araya gelmemiz kadar birbirimizden uzağa düşmemize neden olan her şey Haliç'in o durgun sularına bıraktı kendini bir akşamüstü. Bıraktım. Ellerinin içine alıp sarıp sarmalamanı ne kadar beklediysem; onları oraya bırakmak için de bir o kadar bekledim. Şans her zaman için seninleydi. Çünkü onu ben sundum sana her gelişimde. Evrenin o muhteşem ırmağında, ayrı yolların yolcusuyuz artık. İkimiz için de bambaşka dünyaların kapıları açıldı. İnsanın vicdanında en ufak bir rahatsızlığın olmaması ne kadar güzeldir bilir misin? Belki de bu yüzden, içim rahat. Seni olduğun yerde olduğun gibi bırakıp gidiyorum.


Oradaydım...
Bir yaz muammasının o ilk evinde, siyah beyaz bir fotoğrafın çevrelendiği şalın şaşkınlığında.
Yaz evinden geçerken, ekim sarhoşluğunda yüzüstü bırakıldığım o semtte...
Yeni yaşamların kapısının açıldığı sanal pencerenin ilk merhabasında...
İlkbaharın yeniliği muştuladığı, kahverengi ahşap masaların üzerinde sana ve dünyaya gülümserken. Huzuru isteyip gözlerinde bulurken...
Belirsizliklerin başladığı geceyarısında, senden ilk kopuşun başladığı evde, evimde... Seste ve sessizlikte...
Ayrılıkların son bulduğu, küçük yeşil yaprağın elime bırakıldığı yerde…
Biz dediğimiz ilk karşılaşmanın sabırsız sabahında, kahvaltı masasında...
Kendine kalışlarının, beni yok sayışlarının ve suskuyu başlattığın o anda. Yalnızlığımda, yalınlığımda...
Cüretli bekleyişlerimi sana belli etmediğim birkaç günlük donukluğumda. Evimde... İşimde... Düşte... Düşüşlerde...
Gitmek ve gelmek eylemlerinin yaşamdaki anlamını onlarca defa sorguladığım gelişlerinde...
Son bakıştaki belirsizliğinin bitişini umduğum bir mayıs akşamında...


...ve oradaydım...
SON DEFA...

6 Mart 2011 Pazar

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı XXXI

Uzun soluklu sohbetlerin düş köşeme yansıyan yerinde, ayarı ellerine bağlı bir düzensizlik var. Onca ertelenmiş buluşmanın yorgun sabahlarında uyanmamak adına ne de çok direndi bedenim. Geçitler vardı yol üzerinde, her biri kendi keskinliğinde yok olan. Kokulara bulandıkça, ruhumun patikalarında sıkışıyordum. Bir iz, bir ses veyahut geceyi üzerime örtecek en ufak bir belirti kalmamıştı.
Korkularım vardı. Sesimdeki şiddete, içimdeki çocuksu gülümseyişin sıcaklığına rağmen hangi andan kaldığını bilmediğim korkularım.

Yıllar geçti ve ben hâlâ o geçitlerin keskinliğinde sessizce devam ediyorum yoluma. Kalbimde bulutların hafifliği, ruhumda geç kalmış bir sevinin yorgunluğu saklı.  

Başlıkların anlamlı ezgisinde yürüyorum. Her durak, bir sonu anlattı öykülerimde. Durağa yaklaştıkça başımı yasladığım pencereden ayrılmak istemedim hiç. İnadımı durduran, bir başkasının "Duracak" yazısını gözlerime işlemesi oldu.

İndim...

Nefesime karışan ağır şehir kokusu ve yüreğime dokunan "işte bu son şarkı, az sonra kepenklerini indirecek kalbin" diyen sesin yankısıyla...

Adını ne koyuyorlardı yaşadıklarımızın? Çizgi ötesinde yürürken, bana hangi masalı anlatıyordu kelimeleri. Sorgu gecelerinde bağırarak uyandığım kaç yaşamım olmuştu benim ve ben hangi yaşam çıkmazında, sırılsıklam ayıkladığım bir yağmurun kollarına umursamadan bırakmıştım kendimi?

Anımsamıyorum...

Günlerdir parmak uçlarıma dokunup kaçan haylaz kelimeler saklı düşlerimde. Düğümler büyüyor. Her gelişinde bir ilmek daha atıyorsun kış uykuma, sıçrayarak uyanıyorum.

Söyle hangi yolun başındasın? 

Biliyorum bir tek senin ellerin dokunursa çözeriz geceyi bağlandığı yerden. Sen yalnızca fısıldayan sözcüklerini sarın gel. O bana yeter!

5 Mart 2011 Cumartesi

Bozgun

Suskunlukların da dili çözülür elbet. Bir gece, hiç beklenmeyen dar bir kapı aralığında, bir çift yeşil göz inceden inceye resmedebilir meselâ süzgeçten geçmek bilmeyen geçmişi.

Sevdalar dalga boyu iner geceye. Ardından bir ses düşer tene ve karışır hoyrat masalların yazgısına.
Kalem, parmak uçlarından alın yazısını giydirir genç kadına.
El, ellerin üzerinde ölümsüzleşir,
Ten, yâr kokusunda...
Böyle başlar tarihin en anlamlı aldatmacası(!) Sonra birden düşer gecenin bel kemiği. Ritimsiz, alçaktan düşme. Hüzün salgıları damarlardan usulca kımıldamaya başlar. Rüzgârlar göç mevsiminde baş gösterir. Beklenmeyen bir bakış, unutkanlıkların arasından gelip yerleşen bir tanışıklık, resmi gidişinle duvardan indirilmiş bir sabahta fark edilmekle edilmemek arasında bir yerde kendisini hissettirir...
Neden sorgusu dilin ucunda yuvarlanırken,
varoluşu didikler sevinin
eskiyenleri...

İstenmeyen suskunluklar yerleşir kalple dimağ arasına. An suskunlukla devleşir ve sözler, eski sevişmelerin odasında buzdolabının üzerindeki kartların arkasına kapatılır.

Suskunlukların da yazgısı bozulur yarim.
Onların da sonu yazılır.




Bir adam görmüştüm...
Siyahtı, yoktu...
Kadın yaklaştı ona, bembeyaz bir öykü gibi duruyordu renksizliğin ortasında...
Kısa bir öykü yazabilirdi yazar ama vazgeçti...

1 Mart 2011 Salı

Halk Böyle bir Destek(!) Vermiyor Sana Digitürk!

Dün gece bloglar teker teker kapanmaya başladı. Diyarbakır 5. Asliye Ceza Mahkemesi’ne başvurarak, Google’ın ücretsiz blog servisi blogspot hakkında ‘kapatma kararı’ alan Digitürk, yayın hakları Lig TV’ye ait futbol maçlarını da gerekçe olarak gösterdi. Böyle bir durumla karşı karşıya kalmak gerçekten sinir bozucu. Şu dakika, bunları yazarken, benim blogumun da bugün yarın kapanacağı anı beklemek düşüncesi de beni kahrediyor. Ama elbette durum bireysel alınamayacak ve ne olursa olsun sessiz kalınmayacak kadar önemli. Çünkü bir şekilde sesimiz kısılmaya, ellerimiz ve zihinlerimiz körelmeye, mahkum bırakılmaya çalışılıyor. Sözde demokratik bir ülkede gün geçmiyor ki sansürün her türlüsüyle karşılaşmadan yaşayabilelim. Üreten beyinlere iktidarın soğuk kelepçeleri takılıp saçmasapan gerekçelerle insanların özgür hakları ellerinden alınıyor. Nereye kadar? Birgün parçası olduğunuz bu ticari zihniyet sizi de eline geçirene kadar mı? En yakınlarınızın, sevdiklerinizin başına akla hayale gelmeyecek işkenceler yapıldığında mı ya da kölesi olduğunuz birtakım araçlar elinizden alındığında mı? Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasıncılar, ticari kaygı içinde insani değerlerden vazgeçenler, insanı insan olmaktan ürkütecek hale getirdiklerinde mi mutlu olacaklar. Hani bir laf vardır, çok bilinen: " Bu dünya kimseye kalmaz, Sultan Süleyman'a bile kalmadı." diye, sizler, böyle devam ederse size mi kalacak sanıyorsunuz? Bu nasıl bir oyundur? Giderek son umutları da çalma yarışı içine mi girdiniz Türkiye ve gelecek yarınlar, yarınlarımız için?


Sabahtan beri herkesin haklı çığlığını okuyorum sosyal medayada. Yükselen seslerin -sizlere rağmen- olduğunu bilmek, gölgelerin içinde güneşin ve parlayan akılların cümlelerini okumak -ama öfkeli- yüreklendirici... 


Son birkaç yıldır ülkede meydana gelenler iyice çığrından çıktı. Dengeler bozuluyor ve bozulan dengeler içerisinde insani olan her şey de bozulmaya hızla devam ediyor. İnsanlar daha fazla "oysa" ve "keşke" demeye başladı. Lanet okuyanların sayısı da artıyor. Gündelik yaşamın kendi içindeki sıkıntıları, stresleri üzerine evimize gelip de bir nevi "oh be" diyeceğimiz dakikalar içinde, endişeler kök salmaya başladı. Düzen ve iktidar, zehirli bir sarmaşık gibi kalemlerimizi, okuduklarımızı, ele geçirmeye, sarmaya başladı. Beyinler kuşatılmış durumda! Sanata ve edebiyata, o en yaratıcı damarlara birer birer ket vurulmaya başlandı. Bundan böyle ne bekliyorsunuz ki bu koşullar içinde yaşamak zorunda bıraktığınız insanlardan? 


Anlamak istemiyorum. Anlamayacağım da! Bugün -henüz- kapatılmamış bu blogtan ve ulaşabildiğim her mecradan da konuşmaya, yazmaya devam edeceğim. 


Not: Aşağıda Digitürk'ün Dipnot.tv'ye göndermiş olduğu açıklamayı da okuyabilirsiniz. Tabii hâla engellenmediyseniz!!!



İşte Digiturk’ün açıklaması:
 “Tüm kamuoyunun bildiği üzere Digiturk, Türkiye Futbol Federasyonu’nun  yaptığı ihale neticesinde yıllık 321 milyon dolar ödeyerek süper toto süper ligi maç yayın haklarını almıştır.
Yayın hakları Digiturk’e ve Lig TV’ye ait olan maçlar, bazı internet siteleri  tarafından  kanunlar hiçe sayılarak yayınlanmaktadır.
 Kanunların kurumumuza yüklediği bütün yükümlülükler eksiksiz yerine getirilip içerik ve yer sağlayıcılar defalarca uyarılmasına rağmen internetten illegal yayın yapılmasına son verilmemiştir.,
Son çare olarak yüce Türk mahkemelerine başvurulup  illegal yayınları yapan sitelerin verdiği zararın durdurulması talep edilmiştir. Mahkeme yasal olarak her şeyin yapıldığını ve ihlalin hala durdurulmadığını tespit ederek bu sitelere erişimin engellenmesi kararı vermiştir. Bu kararın uygulanması ile  birlikte blogspot’ta bazı bloglar’a da erişimde problemler ortaya çıkmış olup, bu  problemlerin tek sorumlusu uyarıldığı halde illegal içerikleri yapan sitelerin yayınını ısrarla durdurmayan Google ve Blogspot’tur.
Halkımızdan almış olduğumuz destekle Türk futboluna yaptığımız yatırımlarla birlikte, illegal maç yayınlayan kişi yada kişilerle mücadelemiz devam edecektir.
Burada en komik cümle de sanırım " halkımızdan almış olduğumuz destekle" cümlesidir. Ben böyle bir destek vermiyorum sana DIGITURK!!!!