PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

28 Şubat 2010 Pazar

İtinası Size Kalmış

Evrenin sınırları...

Bir çokluktan diğer bir çokluğa geçerken aradaki farkın ince ama yalın çağrışımlarını ayırt edebilir zihin. Ama zihnin uzuvları yoktur. O kendince parçalamaya çalışır içinden yükselen sesleri.

Gürültüyle uyanabilirsin; tıpkı gürültüyle uyuyabileceğin gibi... Gece, olası sızlanmaları ruhun erişilmez sandığımız noktalarında tutar. Yalın ayak bir geçmişin üzerinden yürümeye çabalıyorsan, ayaklarının altındaki her türlü yaralayıcı maddenin tende bırakacağı hasarları, görmezden gelmemeli...

Sarhoş balık gibi dokunurken, ayık gözleri unutmamalı...

Bazen bazı şeyleri anlatabilmek için ayırt edilmiş birkaç kelimesi olması lazım insanın... Şöyle kıyıda köşede dokunduğunda canını yakmayacak, okuduğunda gülümsetebilecek birkaç itinalı kelime... Yahut hatırladığında yanmayacak eşyaları olması lazım… Mesela en patırtılı anlarda yanı başınızda olan bir battaniye belki de uzun bir gece sonrasında yarıda bırakılmış bir şarap kadehi. Yani tahtaların kırılmış yerlerini içinizde onarabilecek bazı ufak tefek ayrıntılar.
Herkesin anılarında sakladıkları farklıdır. Anılarına koyabileceği isimler, yollar, hüzünler, coşkular… Bunların en güzel yanı da ne biliyor musunuz? Durup dururken fırtınalar içinde temizlemeye çalışırken yangın yerlerini, karşınıza çıkarlar ve hiç beklenmedik bir terapi oluverirler size.
Biz ne düşünürsek düşünelim, hayatımıza günün birinde birileri mutlaka girer ve çıkar. Zamanı durdurabilmek, gidenlere kal diyebilmek, bitmiş bir alevi yeniden yakabilmek çoğu zaman kolay değildir. İzlemekle yetiniriz ya da izlerken yetinmeyi de öğreniriz. Karmaşık bir dizi geçmiş olay zincirinden, nereye yerleştiğini çoğu zaman kestiremediğimiz bizden bir şeylerle sürdürüp gideriz hayatı.

Bazen bazı şeyleri unutturabilmek adına sevimli anımsamaları olmalı insanın. Şöyle yeniden okunduğunda anlamı çok da fazla zorlamayacak, bugününe zarar vermeyecek birkaç itinalı anımsama…

"Senin de kendi ''gök''yüzünde bir çift yıldız var ya;
gözlerin
Işıl ışıl..."

Evimin duvarları soğukla sıcak arasında yer bulmaya çalışıyor kendine. Çok uzun zaman olmadı yerleştirdiklerimi bozup yeni bir düzen kurmaya çalışalı. Eşyaları bir yerden diğer bir yere geçirmek ne kadar kolaysa; duyguları alıp birdenbire büyük bir değişiklik yapabilmek sanıldığı kadar kolay olmayabiliyor. En azından hazmetmek böylesine zorken. Yerleşik duygularınız varsa şanslısınız. Çünkü yıkım memurları geldiğinde aklınızda direnebileceğiniz bir şeylerin olması oldukça değerli…

Evrenin sınırları demiştik ya, nerede başlayıp nerede bittiği aslında çok da önemli değil. Kimi zaman uzak bir coğrafyada yankılan sesler boşluğa düşmeden de tutulabiliyor, her ne kadar bizler tutunamasak da...

27 Şubat 2010 Cumartesi

Aganta!

Boğaz'ın sırtlarında seyri ömre bedel bir coşku, her yanda erguvanların kokusu, sanırsın aşk kapıyı araladı. Oysa kapılar çoktan kapanmıştı. Dört mevsim geçmişti üzerinden. Önce Ege'nin serin sularında, daha henüz ısınmaya vakit bulamamışlığının koynunda kaybettim seni. Sonra da hatırana dayanamayıp döndüğüm İstanbul'da, baharı müjdeleyen çiçeklerle bezeli bu bahçede. O gün bugündür ben, her bahar başlangıcında denize karşı durup "Aganta! sevdiğim" diye seni uğurluyorum. Kulağımdaysa bir o kitabın sayfalarının sesi, bir de deniz...

Hatırlar mısın sırf kahvene acı biber suyu kattım diye omuzlarına alıp o buz gibi suya fırlatmıştın beni. Nasıl da keyif almıştın öcünü aldığında. Ağladığımı ve soğuktan tir tir titrediğimi görünce dayanamayıp kocaman sarılmıştın üşüyen bedenime. Çok kızmıştım. Sinirden elimi kolumu sallayıp vurmuştum. Hiç söylemedim sana ama çok canım yanmıştı. Yine de içten içe gülmüştüm o halimize de sen bilme diye saklamıştım.
Koşa koşa kumların üzerinde savrularak evin yolunu tutmuştum. Her zamanki yerime geçip yüzümü düşürmüş, dizlerimi büküp oturmuştum. Hiç vakit kaybetmeden yanıma gelmiş, parmak uçlarınla beni gıdıklayıp güldürmeye çalışmıştın. Sonra da bütün gece dizlerimin dibinde oturup -hani o en sevdiğin ve ne zaman canın sıkılsa eline alıp okumaktan hiç vazgeçmediğin- kitabı okumuştun. "Aganta Burina Burinata."
Bir elim yanağımda hayranlıkla dinlemiştim. Sanki her defasında yeniden duyar gibiydim ya sesini, sözlerini yüreğim dinlenirdi. Sen bizim küçük ahşap evimizin büyük aşkıydın.

Bazı sabahlar seni verandada uyurken bulurdum. Üzerine bir battaniye alıp örtemeyecek kadar çok severdin kitaplarınla uyumayı. Seslenince duymazdın. Ne zaman yanına sokulup kitabı parmaklarının arasından ayırmaya çalışsam birdenbire uyanıverirdin. Kitabı sağ yanına koyar deniz kokusuyla karışık "Günaydın kadınım", derdin. Hep aynı şey olurdu. Sana neden burada, soğukta uyudun diye hayıflanacakken bu cümleler dökülürdü ağzından. Kızamazdım. Sana ben içimden gelerek hiç kızmadım ki...

Biliyor musun kumsaldaki ayak izlerin hala yerli yerinde ya da benim gözlerim hep bir aralık, o sahnede. Burada olsan, kahvene acı biber suyunu yine koyardım. Beni çıldırtacak delilikler yapacağını bile bile yapardım. Nasılsa en sonunda gönlümü alan sen olurdun.

Şimdi, o kitabın sayfalarını sen yokken açamıyorum. Sesini duyamamaktan korkuyorum. Ya yüreğim dinlenemezse bir daha diye, dizlerimi büküp oturamıyorum.Denizi hâlâ çok seviyorum ama Mahmut'u sevip sevmediğim konusunda şüpheliyim.
Sen çok severdin onu. Bazen benden bile çok sevdiğini düşünüp kıskanırdım.Yanımda olsan kaşlarını çatar, " E be kadın o sadece iyi bir oyuncu, hem de bak, bu kitabın içindeki iyi bir oyuncu", derdin. Kollarımı sıvazlardın. Sonra da kaldığın yerden okumaya devam ederdin. Bazen denizi sana bu kadar sevdiren, onlu hayallere sürükleyen o kitap mıydı diye düşünüyorum. Belki de bu bahçede, her bahar açan erguvanları seyretseydik birlikte hiç gitmezdin.

Biliyorum, ben hiçbir zaman onun kadar iyi bir oyuncu olamayacağım. Birlikte çok mutlu olsak da, geceler boyunca omuz omuz düşlere dalsak da ben o kitabın sadece iyi bir dinleyicisiydim. Bir kitabın sayfaları arasından çıkıp gelen bir karakterin hayatımızda kapladığı yerin ne kadar büyük olduğunu, sen gidince anladım.

Her şeye rağmen üzgünüm sevdiğim, yine de Mahmut'u sevmeyi bir türlü başaramıyorum.







Notlar: Aganta Burina Burinata - Edebiyatımızda "Halikarnas Balıkçısı" olarak bilinen, Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın 1945 yılında yayımlanan romanının adıdır. "Mahmut" ise romanın ana kahramanıdır. Sanırım bu öykü içinde Mahmut'a dair geçen cümleleri daha iyi yorumlayabilmek adına Cevat Şakir'in bu kitabını okumanızı tavsiye edeceğim. Bu öykü küçük de olsa ona bir merhabadır.

25 Şubat 2010 Perşembe

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -VII-

Zamanla ölçülmüyor bazen kelimelerin hızı. Ben de ölçemedim. Beklemiştim. Hani olur da gelir ve içimdeki bütün tedirginliği alıp götürür diye. Gelmedi. Biliyorum o artık çok uzaklarda. Bilsen ne çok şey yazmak istiyorum bu ahşap masanın damarlarına. İçim el vermiyor onu incitmeye. Bir ağaç da olsa ve belki yazdıklarımı hiç anlamayacak da olsa ona bunu yapamam.


Günlerdir elimdeki kalemi izliyorum. Kimi zaman benden habersiz yol almaya başlıyor. Belli ki onun da içinde bana söyleyemediği bir sıkıntı var. Olamaz mı? Ondan da ses çıkmayınca anladım ki daha fazla buralarda duramam. Yola çıkma vaktinin sadece bir zaman ekinin hatırlatmasıyla geldiğini bilmek canımı sıkıyor. Hayır sıkmıyor, yakıyor! Tamam, seni daha fazla zor durumda bırakmayacağım. Bilirim bazen kolay değildir içinden geçenleri söylemek.
Kapılarını kapadığım şehrin bakışları düşerken üzerime, göz kapaklarımdaki ağırlıkla birazdan yola koyulacağım. Üzerinde saatlerin geçtiği, kelimelerin de aslında bir dokusunun olduğunu anlatan bütün cümleler, silüet halinde geçip gidiyor içimden. Tanıdık dosyalar içinde, geçmişin resimleri. Odanın benden sonra başlayan çoğulluğu...

Kabuklarını çıkaramamış yaşamlar omuzlarımdan seyrediyor bir şeyleri. Bana ait olmayanlar:

Hani, kutulanmış hediyelerin altına yerleştirilmiş anlamlar gibi...
Hani, tüm yaşama savrulması gibi sol yana vuran anlayışsızlığın...
Hani, kandırılmışlığı gidişlerin; yakarken-vururken-sürüklenirken...
...ve içinden çıkıp kendi içime bırakıldığında anladım varlığından ellerime uzatılmış hediyenin gerçek anlamını...

Uykusuzluktan harmanlanmış parçaları bir kenara koyarsak:
Bu şehrin düşünce(!) dizleri ağrıyor. 

Olsun, birdenbire de gidebilir insan. Ama sen yine de gitme olur mu?

23 Şubat 2010 Salı

Boşluklar ve Anlamlar

Sözlerinin çerçevesinde gizli bir suskunluk saklı duruyor. Nerede düşersek orada bağlanıyoruz taş duvarların hatırlattıklarına. Belki de aslolan molanın kısalığı veya uzunluğu değildi. Kayıtsızlığı içimizdeydi tüm resmi yırtılmışların. Ki onlar aslında dün gibi yalnızca bakışlarımıza düşen renginde başkalık...

Martı kanatlarına çizilmemiş bir gökyüzü düşün. Adımlarına sığdıramadığın aşkları ve bir de resmini kucağında sabahlayarak taşıdığın kadının intihar cümlelerini. Eskizlerinde dalgalanmış, yeri henüz giderken belirlenmiş rüyaların tırnak izlerini.
Yine bir bilinmezin sayfasına saklıyorum seni. Sadece sen bileceksin doldurduğum boşlukların nerede başlayıp nerede son bulduğunu. Gemiler diyeceksin ve gemiler hüznü omuzlarında bir kuş çaresiz, yılgın ve korunaksız...
Gözlerindeki ayazın tenimde bir karşılığı yok. Öylesine kandırılmış ki avuçlarım, susuyorum. Kim bilir belki de uzaklarda bir akşamın, düşleri bezeyen yalnızlığında durmak lazım. Hiç soru sorma artık gardırobunda bedelsiz tüm aşkların...

Nereden düştüysem; oradan dokunuyorum sana...

21 Şubat 2010 Pazar

Netlik Ayarı

Hangisinden başlasak saymaya "yedi".
Yok yok bu değil!
"Altı" Bu hiç değil.
Yirmi birinci rüyadan uyanabilir miyiz acaba? Belki deneyebiliriz.
"On - bir'e" ne oldu?

Bir hafta:

Elinden hiçbir zaman bırakmadığı küçük bağcıkları vardı oyun oynarken. Her gece, bakışlarının arasına her nasılsa eklemeyi başardığı müziğin baştan çıkaran melodisiyle, karakterlerin içinde yer değiştirmesi an meselesiydi. An en çok da kırılmış sözlerin yamacında saklanırken dizlerini acıtıyordu.
Niye böylesine hırçınsın ki!
Daha doğmadan ana rahminin saflığı işlenmişti kalbine ve yine daha doğmadan farklı bir kudret eklenmişti bakışlarına. Baldan bozma baldan farklı...
..............ve gün gelecek o da öğrenecekti aşkı.....
................................Döne döne...

En sevdiğim sayı:

Rutubet kokusu sinmiş içindeki bütün odalara. Yağmur o fark etmeden yağmış; bir kaç parça tabağın içine kendini doldurmuş, odalarda saklanmış ama yine de varlığını evinin dokusundan bir türlü gizleyememiş. Hatta bir keresinde, tek hamlede açtığı kapı kilidinin menteşelerinde uyuya kaldığı için kapıyı zorlamasına ve bu yüzden biraz hırpalamasına neden olmuştu.
Ne olurdu anahtara ihtiyaç duymadan birisi açsaydı ya kapısını, bir defada.
..............Kapının açılacağı gün de gelecekti......
..........................Şangır şungur...

Kartlarla yapılan İllüzyon'dan:

Deste deste karılmış yalanların arasından, en doğruyu bulup ortaya çıkarma yarışında er geç bir gerçek nasılsa kartların arasından sıyrılır. Bulunduğu yerin önemi, parmakların hareketiyle doğru orantılıdır çoğu zaman. El çabukluğuyla bir uçurumdan diğerine atlamak, atladığını sanmak, belki de atlatılmak! Bulunulan mekânın illüzyonunda bir harf bile yolunu kaybetse, deste darmadağın olur. Uzun ve kocaman bir uçurum kenarı. Söylenecek pek fazla sözün olmadığı, kendisini saran kabuğun hassaslığının gün gibi aşikâr ve gözlerinin hemen arkasında duran içtenliğini bir perdeyle örtmeye çalışırken, başarısızlığın insanı gülümsetecek kadar sevimli olduğu bir uçurum kenarı...
.............Oysa dudaklarını dokundurduğu yerde başlayacaktı her şey....
............................Yana yakıla....

Sonu anlatırken:

Halatın güçlü kısmı bu noktada. İki yolu tek şeritle kesen bağ, burada! Nereden tutarsanız tutun hep bir noktada kalacak kadar dirençli. Karşı koyabilmek neredeyse imkânsız. Sandıklarınızın arasına konulamayacak kadar da kendini bilmez, biraz da uçarı. Bir kâğıdın uçurumdan aşağı yuvarlanışı, hayır! uçuşu kadar hafif ve dokunulmaz. O yalnızca izlemeyi iyi bilir. Ara sıra kendi sonunun kapılarını acımasızca açıp dışarıda ne var ne yok diye bakabilecek kadar da saklanmayı sevmeyen biri. Aklında elbette bir sıralama var. Meselâ, kesinlikle kendisini gizlemeye gerek duymayacak, bal arılarının diliyle konuşmasını bilecek, dizlerinde çocukluğunu ebediyen taşıyacak ve bir gece yarısı bunu tüm samimiyetiyle anlatabilecek…
.............. ve bu sıralamadaki bilinmeyen sonun kahramanı, konuşturacaktı başka lisandaki, başka insanları
.......................... bağıra bağıra...

Kırılma noktası:

İki bedende yaşarken tek bir bedene dönüşmesi ruhun. Bir olmanın damaktan yüreğe giden tadı. Bir ertelenmenin kâbusa dönüştüğü anlardan birinde, birbiriyle kaynaşmanın biçimsiz geçirgenliği.
Noktaya yaklaşırken rüyalar daha da bir hiddetlenir. Uykuya kendini bırakmanın neredeyse tereddüt haline dönüştüğü bir zaman diliminde, ansızın çalınan kapılar gibi sıçramak olduğu yerden. Soğuk ve rutubetli gecelerin, tek battaniye altına kıvrılan yakınlığı ve tene karışan terin birliği.
.......... Kendi kendisini uyuttuğu en derin uykudan uyanmasını da bilecekti...
........................Feryat figan...

Eski bir melodi:

Mola yerlerinin bir sıcaklığı vardır. Hangi mevsimde olursanız olun, eğer ki aşkın yol üzerindeyseniz, öyle üzerinizi saracak kalın mı kalın giysilere aslında çok fazla ihtiyacınız yoktur. Dudaklar dudakların mızıkası olabilir mesela. Ya da unutulmaz bir boyun ağrısı, hafif tebessümlü gülümsemelere yol açabilir. Hatırlanmalar arasında bir aralık unutkanlıklar peydah olabilir. Yer yerinde değildir ve belki gök kubbenin resmi mevsim geçişleri beklenildiği gibi değildir. Ne fark eder ki?
...........Sokağın hemen solunda bekleyen bir gece yolcusu olduğunu er geç kabul edecekti...
..................Susa susa...

Biri netlik ayarıyla oynamasaydı; heykelin kırılmış bacaklarından tutunup olağanca gücümle bağıracaktım!

17 Şubat 2010 Çarşamba

Di'li Geçmiş Zaman

Birdenbire bozuldu. Ne yaptı ne etti de onu bozmayı başardı hâlâ koca bir muamma. Daha az önce her şey yerli yerindeydi. Ona bakmaya, yazmaya korkuyorum artık. Birdenbire her şeyi yok edebilecek kadar kuvvetli. Az önce aklımda daha önce hiç düşünmediğim güzel bir istek vardı. Ama işte şimdi o istekten eser kalmadı. Di'li geçmiş zamanın düşündürdükleriyle kalakalmak başlı başına büyük bir olay!

Küçük adımlarla gelir. Sessiz anları kollamak isteyen bir çabasının olduğunu sanmıyorum. Gelir ve gider. Oldukça kısadır. Müziğin eksildiği zamanlarda ortaya çıkar genelde. Bu tuhaf tesadüf, ister istemez düşündürüyor insanı ama Tanrı bilir, onu bile bilmez!
Böyle zamanlarda kısık kısık düşer kelimeler kâğıda. Hangi harfi nereye koyacağım telaşı yerleşir. Ondan, bundan, şundan derken bilincin akışı karman çorman olur. Etrafı saran nesnelerin hiç birinden adam akıllı bir ses gelmez. Ortaya karışık sunulmuş duygu telleri arasından aslında neyin tam olarak seçilmek istendiği bilinmez. Belki de yazan ve okuyan kişiden küçük adımların, büyük sancıları doğuracağını göz ardı etmesi beklenir.

Bakıyorum da yine kendini ele vermeye başladın Küçük Hanım. Hep aynı kelimelerin üzerine basmaya başladın. Ne zaman üzülsen hep bunu yapıyorsun. Yanılmadığımı sen de biliyorsun. Böyle yüzüne yüzüne bir şeyleri söylemek istemiyorum. Farkındayım, sonuna geldiğinde ve her şeyi yeniden gözden geçirmek istediğinde, daha fazla kırılacaksın. Olsun, ne de olsa ben senin en yakının sayılmaz mıyım? Herkesten, her şeyden öte tutmaz mısın beni? O halde istesen de istemesen de gözüne değdiğim her yerde, dikkat kesileceksin fısıldamadan sana söylediklerime. Korkmadan okuyacaksın senden bana miras bıraktığın her bir oluşu.

Düzelmiyor işte. Bir türlü doğru kelimeleri bulamıyorum. İçimdeki sözlüğün sesli sessiz bütün harflerini okuyorum. İlk anlamlarda büyük bir tutukluk, anlaşılamayan bir tutsaklık hali var. İkinci anlamların neredeyse büyük bir çoğunluğunda aynı sorun: ' ya ben o değilsem'. Üçüncü anlamlarda her şey kaba taslak. "Belli ki zorlamayla gelmiş" diyor hepsi bir ağızdan. Dördüncü anlamlara geçmeye ürküyorum. Çaktırmadan beşincilere göz atıyor ve içimdeki sözlüğü yerimden fırlayarak kapatıyorum. Bugünlük bu kadar yeter!

Koridorda başı boş bir hava var. Az önce de geçmiştim. Tatlı notalardan oluşan parfümümün gölgesi asılı kalmıştı. Adımın yankısını koklamak beni hep gülümsetmiştir. Oysa şimdi her şeyin yeri değişmişti.
On dakika gibi kısa bir zaman aralığında bozulmuş olmalı. Uzanmıştım. Kitap okuyordum ve geçen geceden aklıma takılanları hızlı hızlı düşünüp, bir sonraki cümleye geçmek için sabırsızlanıyordum. Sonra aniden sesini duydum. Kısacık da olsa gülümsediğimi anımsıyorum. Ardarda dizilmiş kelimelerinin arkasından bir şeyler demeye çalışmıştı. Çalışmıştı; çünkü aslında bir şey söylememişti. Aralara serpiştirilmiş aşk kaçamağı noktalama işaretlerinden başka hiçbir şey yoktu. Uzun uzun baktım. Dudaklarının kenarında ufak da olsa bir kırılma, belki bir mahcubiyet aradım. Bir beklentinin hapsine yeniden düşmemek için yüzümü çevirdim. Bir ara, elini uzatıp yüzümü kendisine çevirmek ister gibi oldu. Sonra nedense vazgeçti. Her zamanki vedalarından birini yapıp kısır birkaç harfi geride bırakıp gitti. Neden geldiğini söylemişti. Niye gittiğini de. Oysa ben, neden ve niye arasında sıkışıp kalmıştım. Aradaki sözcüklerin sanki sesi kısılmıştı da duyamamıştım onları. Bir iki defa panikle yeniden yoklamak istedim. Gitmediğini, orada olduğunu iyi biliyordum. Yine de o koridorda nasıl bir hava olduğunu iyi bilmeme rağmen birkaç adım atıp birkez daha "kendim" solumak istemiştim. Başı boş bir hava...

Uyuman lazım biliyorsun değil mi Küçük Hanım. Ne kadar zorlamaya çalışırsan, o kadar kendini ele vereceksin! Artık itinayla bizi seçtiğinin farkındasındır umarım. Müziğin bittiğini bile umursamıyorsun. Oysa birkaç adım ötende değişenleri anlayabilecek ve her şeyi yerli yerine koyabilecek kadar kuvvetlisindir sen. Tek bir kelimenin başlangıcını doğru yapabilmek için hangimizi seçeceğini bilemeden yola devam etmenin sana bir faydası yok. En azından bu gecelik hem kendini hem de bizi rahat bırak.


Düzelmeyecek. Komada bir süre daha yaşayacak kelimelerle kapatacağım sayfayı. İçimdeki sözlükten geriye ne kaldı? Daha fazla soru sormak istiyor muydum? Kaçıncı anlamda pes etmiştim? Altıncı anlamın ne olduğunu merak ediyor muydum? Ne yaptı da bozuldu? Az önceki isteğime ne oldu?

Di'li geçmiş zaman, peşimi bırak!

15 Şubat 2010 Pazartesi

Rüyalarla Antlaşma ve Mum

Sözcüklere yerleşen bir sanrım var. Kimi zaman onlarla başetmekte zorlanıyorum. Kapılarını açan yatağıma, uyku diye girmek istemiyorum. Bir serbest çağrışımın yaptıklarından ve yapacaklarından ürküyorum. Sanki gizli bir ilişkim var alfabeyle, çözemiyorum. Uğraşıyorum. O kuyuda daha başka nelerin olduğunu ve beni hangi ülkelerin o bilinmez rüyalarına götüreceğini inanın bilmiyorum. Öyle ya, rüyalar kimi zaman en büyük yırtıcı kanadımız dünyaya karşı kimi zamansa yaramazlık yapan bir çocuğun suçunu bilip de gidip evin en kuytu yerine saklanışı gibi. Kaçışlarımızın bittiği, yakalanışlarımızın yüzümüze güçsüz bir anımızda vurulduğu çekingen hareketsizliğimiz.

Bir mum vardı az önce burada benimle konaklayan. Dünden kalma. Vakitsiz bir anda giden elektriğin apar topar yerimden kalkıp onu bulmama neden olmasıyla başucumda bir yere koyduğum, yanmaktan giderek rengini kaybetmiş, üzerinde simli ışıltılar taşıyan bir mum... Kısa sürmüştü konukluğu oysa benimle. En fazla on dakika, bilemediniz yirmi dakika ama ben, görünen o ki onu hala unutamamışım. Aklımda bir yerlerde kendini gizlemeyi ve zamanı kendi adına uzatabilmeyi başarmış. Bakın şu hilebaza! O kuytu karanlıkta, bu evin aydınlanmasına yardımcı olduğu yetmezmiş gibi bir de benim bu anıma konuk olabilmek adına, düşüncelerimi işgâl etmiş.

Bir mumu sevebilir mi insan? Onunla özdeş bir an geçirebilir mi kendi hayatına? Olmaz demeyin, öyle bir oluyor ki. Hem de beni gece vakti gülümsetecek bir kaç sözcüğün hemen ertesinde, o da bana eşlik ediyor varlığıyla. Evet, elektrikler var ama o da yanıyor işte şimdi tam karşımda. Kendi rüzgârından etkileniyor ve umarsızca dans ediyor. Müzik de var soran olursa. Farid Farjad. Keman sesiyle terk edeceğim bu yazıyı yazdığım odayı. Aklımda her şey. Sırasıyla bir bir düşüneceğim seni. Her şey ve sen. Sen, her şey...Bir gerçeklikten koptuğumun işareti değil o, aksine bir gerçekliğe ne denli yakın olduğumun bilincinde olan sözcüklerim. Yaşamda adım adım yürürken karşılaşılan renklerin elbette farkındayım ve hatta karşılaşacak olduğum ve henüz rengini tahmin edemediğim. Bazen insan o çemberin içine bilinçli bir şekilde de olsa bırakıp çevrelemek istiyor kendisini. Mutluluğumsa "her şey", bırakın ona öyle diyeyim.

Rüyalarım sözcükler kılığında dolaşıyor kurduğum her cümlede. Korkutmayın beni sözcükler bu gece olur mu? Ne kadar kaçsam da rüyaları sevmiyorum diye söylensem de onlarsız olamayacağımı ben de biliyorum. 
Hep o gecenin yüzünden sen de biliyorsun bunu değil mi? Hani özene bezene uykuya yatıp yastığının altına o anahtarı koyduğun ve ertesi sabah hıçkırıklarla uyandığın o geceden sonra oldu rüyaları yok saymaya başlaman. Bir geleneğin arkasından gitmek senin neyine diye gün boyu dolaşmıştın evin içinde hatırlar mısın? Aynı anlarda hem gülmüştün hem de ağlamıştın ve sonra koşup aynaya, şaşkınlıkla bakan gözlerine hayret etmiştin. Onca zaman geçti hâlâ uslanmadın. Varsa yoksa rüyaların bir kandırıştan ileri gitmeyeceğini savundun durdun. Oysa sen de pekâlâ benim gibi biliyorsun ki gönüllü aldanışların hiçbir gerçeklik payı yoktur.

Görüyor musun mum, seninle başladım ve belki de varlığını yazacaklarımın arasına katık ettim. Seni kendime dayanak yaptığım için umarım bana kızmıyorsundur. Bir şekilde rüyalarımla aramı düzeltmem gerekiyordu. O an sen geldin aklıma. Ama sen de bana dayanmak istemiştin. Dün akşam benimle geçirdiğin zamanı az bulup bugünüme kadar gelmiştin. Bazen oluyor işte böyle şeyler. Sana kızmadım. Benim yanımda varolan neye kızdım ki bugüne kadar sana kızayım? Yine de kırıldıysan affet beni. Bilirsin incitmeyi sevmem. Hayır hayır bir eşya olman umurumda bile değil; ben hiçbir şeyi incitmeyi sevmem.
Şimdi izninle bitirmeliyim yazıyı. Zarar vermeden söndüreceğim seni. Avuçlarımın arasına alıp tıpkı sevgilime dokunur gibi dokunacağım sana ve kitaplığımdaki yerine kaldıracağım. Biliyorum, az bir ömrün kaldı. Dilerim uzun bir süre daha elektrikler kesilmez ve ben de seni kullanmak zorunda kalmam. Şimdiden vedalaşmak istemiyorum. Kim bilir, bakarsın senin yerine bir başkasını daha alırım. Böylelikle biraz daha kalabilirsin.

Sözcüklerle başetmekte zorlandığım anlarda küçük oyunlar kurguluyorum. Meselâ birazdan uyuyacağım odanın kapısını, az önce kilitleyip geldim. O kapının kilidini açarken kendime soracağım ilk soruyu biliyorum. Ama o anda sormayı seviyorum. Bazen bilsek de aynı şeyleri tekrarlamıyor muyuz zaten. Müzik bile kaçıncı tekrarında. Sanki iyiden iyiye kulağıma yerleşti. Ne dersiniz o da olur mu bu gece rüyamın içinde? "Ordinary Miracles" isminin çağrıştırdıkları şimdiden şekillenmeye başladı bile içimde. Kaçırmadan aklımdakileri kalkıp gideyim en iyisi. 
Az önce okuduğum kitabın aklımda kalan son cümlelerini ve sonra da en sevdiğim aylardan birini düşünüp, bol rüyalı bir uykuya teslim edeceğim kendimi. Bir barışma antlaşması yapacağım. O tahta anahtarlığı bulup yine yastığımın altına koyacağım. Bu defa gelenekleri yıkacağım.
İyi uykular!

12 Şubat 2010 Cuma

Tangonun Konuşan Üç Yüzü: Kadın, Erkek ve Müzik

“Kayıp sokaklarda tutuşur elleri kadın ve erkeğin… Bir vuruş uzaklığında kalır dokuların yanışı. Müziğin terli bedeninde bir şarkı daha kalmak ister ten. Geçmiş, perdelerin arkasından seslenir umarsızca… Kaçışı yoktur. İsyanı yoklar bakışların göğse değdiği yeri ve bir kapı aralanır kendiliğinden, gecenin lacivert sessizliğinde. Anlam, giderayak kaybolur dans eden bacakların uzanışında.”

Bir resim vardı geceye çalan sert, kendinden emin ve bir o kadar güçlü duruşunun ardında. Yaşını almamış, çocuksu, haşere sevecenliğinde gece, ayakuçlarında dans ediyordu. İstanbul henüz bırakmamıştı bir sonraki güne kendini. Yalnızdı. Hani çoğul ama bir o kadar tekil yalnızlıklardan. Yavaşça ilerlemesine, herhangi bir kadının ruhuna dokunmasına an kalmıştı. Yakıcılığında saklı olan, onları her adımda kendine bağlı kılmayı başaran giz buradaydı. Kim bilir kaç sessizliğin adı olmuştu fark etmeden ve belki de fark ederken göz ardı edebilmeyi başarırken. Öylesine hüzünlü ve öylesine duygusuzdu. Buydu çekiciliğini her geçen gün perçinleyen ve buydu kadını tek başına çıldırtmasına yeterli olan.

“Arsız gecelerde kavuşur tutkunun tende damgalandığı dudaklar. Ortaklığın heyecanı, ritimlerdir.. Önce kadın çekingenliğinden savrulup bırakır kendini. Sonra erkek devralır avuç içinin sıcaklığıyla kadını. Müzik yükselir. Doruklarda bir adımla başlar her şey. Ne geçmiş ne gelecek. An soluklanır geçişlerde ve bir kapı kapanır iki tenin birbirine değdiği yerde…”

Hissederken, hissedilmek ve akıp giden bir ırmağın kollarına kendini umarsızca teslim etmekti kadının beklediği. Beklentilerini dizginleyemediği bir anda gelecekti. Biliyordu.  İstanbul’u çalacaktı o vakit. İstanbul, kendini unutacaktı. Kadın kendini kaybedecekti. Çıkmaz sokaklarda dolaşırken müziği duymayacak, bütün bir tarihi unutacak ve pistin gövdesinde ikilikten çıkıp tek olacaktı. Kaç arsız geceyi bir kenara itip koşa koşa o salona kendini sorgusuzca bırakıvermişti. Aklında, geride bıraktıkları olmaksızın usul usul perdelerin arasından geçiyordu. Loş ışıkların altında, kimi kendini unutmuş bakışların gözlerine yansıyan anlamsızlığında yürüyordu. Kadınlığına rağmen korkularını da adım attığı her an hissedebiliyordu. Oysa kimsenin haberi yoktu olan bitenden. Âşık olduğu adamın varlığından, kendilerine ait olan gece yarısı birlikteliklerinden başka, hiçbir çoklu gecenin bir bildiği yoktu. Kolay değildi var olanı yokmuş gibi taşımak ve onunla bütünleşmeyi becerebilmek. Kadın, aşkın yeri geldiğinde tevazu sahibi olduğunu öğreniyordu.  Kavramlar arasındaki kargaşanın an gelip de içinde karmaşaya dönüşeceğini bilmeden.

“ Sana nelerden geçtiğimi anlatmamı bekleme benden. Yalnızca al kollarımı ve götür bacaklarımı zamanın gittiği yere. İhanetin sözcüklerini söylemene gerek yok. Tanrı’nın küçük ve anlamlı izleri var gözlerimde. Dinlememe gerek kalmadan duyarım ben seslendiremediklerini. Sen yalnızca bırak kendini seni benden alıkoyanlara inat. Biraz da cesaret değil midir müziğin içindeki? Biraz da onurlu durmak değil midir başımın düştüğü yerde dengemi bozmadan beni taşıyabilmek, aşkı var edebilmek?”

Resmin içindeki adam, gecenin ilerleyen saatlerinde bedenini kaplayan ceketini bir kenara bırakmış ve siyah bir bulut gibi yayılmaya başlamıştı pistin ortasında. Gözlerinde tuttuğu aynaya yansıyan gerçeklik, korkutuyordu çoğu zaman. Oysa öylesine sıcak ve alımlıydı ki! Hangi geçitlerden geçmişti ki böylesine değişken bir pusulada seyredebilmesini başarabiliyordu. Kadın, belki biraz meraktan belki biraz da yalnızlığından susuyordu. Sustukça duyulmayan kelimeler çıkıyordu gözlerinden. Sessiz bir alış verişti onlarınki. Kimse diğerine dokunmuyordu. Dokunmak, sanki keşfedilmemiş yeni bir yer gibiydi.
Adam, gecenin kaç es verdiğine aldırmadan devam ediyordu. Yola çıktıklarında vakit, normal seyrini tamamlamıştı. Derinlerde, kadının bile ulaşabilmekte zorlandığı yerde öylesine bir fırtına kopmuştu ki geçmişin bugünde varolan izleri, canını yakıyordu. Durmadan, yazılamamış bir geleceğin flu görüntüleri içerisinde kaybolmak, yoruyordu. Ele geçirilmemiş bir tarihin, gittikçe düşüncelerini bedeninden ayıran sessizlikle karşısına çıkışı ve tenlerin her şeye rağmen vazgeçilmez bütünlüğü, çetrefilli bir figürde hem birbirini tamamlanmak hem de kaybolmak gibiydi. Bir yandan akıp giderken her şey diğer yandan her şey duruyordu. Adam, gözlerini ayırmıyordu yaşamından bir an olsun. Mücadelesi, karanlıkları, gölgede kalan yanları, bir türlü açılamayan içsel cümleleri daima yüzündeydi. Böylesine güçlü bir maskenin yükü altında nasıl olup da geri kalan yanlarını taşıyabiliyordu? İşte kadın, bunu anlamakta gün geçtikçe zorlanmaya başlamıştı.

“ Oysa daha çok kalmalıydım dizlerinin dibinde. Masallarımı duymalıydın. Sana anlatacaklarımı bilmeden gitmek isteyişin neden? Daha kokumu tam tanıyamadan, ellerini kaçırmak isteyişin niye? Bak, benim de geçmişim tüm çıplaklığıyla ve canımı acıtan bütün fotoğraflarıyla orada öylece duruyor. Hiçbirini çıkarmadım, hiçbirinin üzerini ustalıkla örtmedim. Yalnızca ilk geldikleri yere, yani kalbimin en huzurlu köşesine bıraktım ve oradan ayrıldım.
Hiçbir şey kolay olmadı. Hala gözlerim uzun uzun dalar uzaklara. Bilmezler anlamayanlar, kısa zamanlar içerisinde gittiğim yerleri. Görmezler yüzümdeki suskunluğun izlerini.”

Gece yarısını geride bırakmışlardı. Son danslar yapılıyordu. Bedenlerin anlatmaya çalıştığı birbirinden farklıydı. Kimi, gecenin bir sonraki dakikalarının hesabını yaparken, kimi de anın olması gereken huzurunu yaşamaya çalışıyordu.  Dansın çekiciliğini körükleyen ve iki cinsin duygularını böylesine harekete geçiren neydi? Neydi sevgiyi bir kenara iten ve sevgisiz bir döngüde yalnızca göstermelik duyguları yaşatmayı başarabilen? Koşulsuz bir paylaşım olmalıydı yansımalardan öte. Gerçeklik öylece ortada dururken, alıp şöyle koynuna sokup sarıp sarmalamak varken, duyguları alt üst eden bu gürültünün adı neydi? Hani bazen olur ya anlatmak istersiniz, fark edilmeyi bekleyen ufak bir ayrıntı gibi durur önünüzde her şey. Ya sınırsızlığı seçip kendinizi teslim etmelisinizdir ya da sınırlı bir döngünün kuru ve soğuk ayazında saçmalar durursunuz. Belirsizlikle işle(n)meye başlar hayat. Ne gidebilirsiniz ne de kalabilirsiniz. İçten içe sizi yoklayan karmaşık duyguların kucağında savrulmaya başlarsınız. Hiçbir şey en başındaki gibi net ve keskin değildir. Olan olmuş ancak nasıl olduğunu bilebilecek kadar zamanınız olmamıştır.

“ Bir sonbahar hüznü nasıl yayılırsa damarlara, sen de aynı hızla yayılmıştın gövdemin belli belirsiz bir an içinde, zamandan uzaklaşmaya çalıştığı bir sürüklenişte. Henüz kapanmamış kaç yaram varsa hepsinin üzerini çizmeye başlamış, tek darbede yok edememiş olsam da en azından denemeye çalışmıştım. Aylarca, benimle birlikte nefes alan her yerde, tek bir duanın karşıma durmaksızın çıkan yankısında yıkılanları onarmaya çabalamış, yarım kalmışlığımdan kimsenin haberi olmadan yola devam etmiş, sessizlik ve yokluk ikileminde kalakalmıştım.
Sonbahar esip geçti; ilkbaharımı da yanımdan alarak. Geçip giden yalnızca bir mevsim miydi yoksa mevsimin içerisinde yitirdiklerim miydi? Şimdi kalanlarla gidenler aynı sessizlikte yokluyor. Hiç bilemedim asıl varlığınızın nerede beklediğini. Hiç göstermediniz ki!!”

Pusulada sür git bir yaşam konaklar başınızı yastığa değdiğiniz yerde. Yalnızlığınız yatağınızın bir ucunda, diğer ucundaysa geçmişten devşirip bugüne taşıdığınız, size ait ve en çok sizin anlayabileceğiniz kadar anlamlı, ruhunuzun eksik notaları durur. Sabahın erken saatlerinde zorunlu bir toparlanmaya denk düşse de bazı şeyler akşam olduğunda, uykuya yakın olduğunuz bir anda, hepsi yeniden beliriverir. Her şey yerli yerindedir. Kaybolmasını ümit ettiğiniz ya da kaybolması için dualar ettiğiniz birçok şey, yeniden, tıpkı bir yargıç gibi dikiliverir başucunuzda.
İnsan en çok da kendi yalnızlığından kaçamaz ve bir yalnızlık asla bir diğeriyle yok olmaz.

“Durmadan içime doğru yağan sözlerin ardında saklanmış gerçekleri aramaya çalışarak, günlerce cevapsız bir sürü sorunun içinde boğulmak gibiydi seninle yaşamak. Yaşadığının farkına varamamak. El birliğiyle kaybedilmiş günlerin sonrasında, neyle uğraştığımın geçen her saniyede acıtarak bir şeyleri bana anlatıyor olması ne tuhaf öyle değil mi? Kalıntıların üzerinde yürüyor olmanın en ilginç yanı nedir biliyor musun? Üzerine her bastığın parçanın, ayak bileğinde ufacık da olsa bir dengesizliğe yol açıp, bedeninin sanki ansızın seni taşıyamayacak kadar güçsüz olabileceğini anlayabilmendir. İşte o an fark edersin ki yaşam bastığın her yeri bütünüyle iyi kavrayabilmeni gerektirecek kadar kısa ama her anına vakıf olamayacağın kadar da uzundur.”

Sen de kendi yalnızlığından sıyrılıp yanı başımda konaklayabileceğin sıcaklığa yaklaşmadın. Belki de bu yüzden kısaydı. Daha müziği duyamadan bırakıp gitmiştin beni. Müzik önemliydi.  Bir diğer bedeniydi tangonun, aramızdaki dansın ama sen ne beni ne onu ne de kendini duymak istemiştin. Tek başına bir farkındalığın, bir ilişkideki anlamsızlığı ne kadar belirginse, yaşananlar da bir o kadar belirsizdi. 

“Ruhun kayıp bir melodisi belki de tango... Azgın dalgaların içinde kaybolup sonra birdenbire lodosun dağıttığı saçların ıslak yalnızlığıyla kalakalmak... Alnına değen bir diğer ruhun girdaplarıyla başa çıkmaya çalışmak… Yorulduğunda bir ırmak gibi yatağının içinde usulca akıvermek rotası belirsiz yolculuklara... Gülümseyebilmek, onca adımdan sonra... Yaşayabilmek, görünen ve görünmeyen hırsların deviniminde... Ve tutunabilmek yaşama hep bırakıldığı yerden… 
İnatla…
Sevgiyle...
Coşkuyla...”






11 Şubat 2010 Perşembe

Canım, Atlı ve Bir Kitap

Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde kasababıb birinde, uzunca bir sokakta bir dükkân varmış. Işığı sabahlara kadar yanan bu dükkânda, babası her türlü taştan değişik eşyalar yapan bir kız yaşarmış. İsmi Canım olan kız, eski kitapları onarırmış. Çocukların dedelerinin sandıklarından bulduğu çok eski kitaplar gelirmiş. Kimisinin ciltleri parçalanmış, kimisinin cümleleri okunmaz halde olurmuş. Gelen her kitabı büyük bir titizlikle ve derdinin küçüklüğüne büyüklüğüne bakmadan onarır, hepsine canı gibi bakarmış.Üstelik bu iş ona hiçbir aile ferdinden yadigâr da değilmiş. Daha ufacıkken babasının çalıştığı yerde kitaplardan yapılmış bir oyun bahçesi içinde babasını izlerken tanışmış onlarla. Uykusunu da yemeğini de babasının onu severken harcadığı zamanı da hep kitapların yanı başında geçirirmiş.

Gel zaman git zaman Canım yavaş yavaş okumaya başladığında, babasına ait olan kitaplardan bazılarının yıprandığını, neredeyse okunamayacak hale gelecek kadar kötü durumda olduklarını fark etmiş. Böyle böyle onları onarmanın yollarını türlü zorluklarla buluvermiş. Öyle ki Canım'ın parmakları birer sihirli el gibi dokunur olmuş kitaplara. Dışarıdan rahat gözüken bu iş, oldukça zahmetliymiş.

Canım, kitapların ruhları olduğunu iyi bilirmiş. Babasının taşları işlerken gösterdiği ustalık ve dikkat sayesinde çok şey öğrenmiş. Çoğu kez babası: "Taşlar, kendi içinde rengârenk dünyalar taşır kızım, o yüzden önce o dünyayı ve renkleri iyi bilmek gerekir. Sen onları ne kadar iyi anlarsan, onlar da sana kendilerini bütün çıplaklığıyla anlatırlar. Böylece senin de o dünyada bir yerin olur." dermiş.
Böyle böyle Canım da kendini, tıpkı babasının taşlara adadığı gibi eski kitaplara adamış. O yüzden mümkün olduğunca onları incitmeden yaparmış işini. Önce gelen kitapların bütün hatlarını tanımakla başlarmış işe. Usulca gezdirirmiş parmaklarını üzerlerinde. Her sayfayı, her harfi, kelimeyi adım adım izlermiş. Bazen gecelerce yatağının içerisinde onarmak için üzerinde çalıştığı kitaplarla uyurmuş.
Kitapları onarırken babası da kimi zaman Canım'ın yanına gelir, ona türlü türlü hikâyeler anlatırmış kitaplarla ilgili. Babasının anlattığı hikâyeler sayesinde işinde çok yol katetmiş. İşini bitirdikten sonra özel lacivert kadife keselere koyar sonra da sahibinin gelip kitabını almasını beklermiş. 

Bir gün sokakta, atının sırtında koca bir heybe taşıyan bir atlı belirmiş. Pencerenin kenarında oturmuş gelen kitaplardan birini onarırken kapısı çalınmış Canım'ın.
Atlı şöyle demiş:
“Adınızı duydum sizin yedi cihanda. Onarabilirseniz bu kitabı, dileyin benden ne dilerseniz. Ben uzaktaki bir kralın özel elçisiyim.” Şaşırmış Canım. "Demek bir krallıktan geliyorsunuz. Kim bilir ne kadar çok kitabınız vardır. Hepsini teker teker incelemek, görmek isterdim." Elçi cevapsız öylece bakıvermiş Canım'ın gözlerine.
“Yarın tekrar gelebilir misiniz buraya? Ne yapabileceğimi ancak o zaman söyleyebilirim size.Uzun bir işi var gibi görünüyor. Ağır yaralanmış.”
“Peki demiş atlı, ne zaman isterseniz.”

O gece Canım,  heybenin içinden çıkan sandığı açmış. Kilitli değilmiş. İçinden o kadar da yıpranmış gözükmeyen bir kitap çıkmış. Yeşil bir mürekkeple ve el yazısı ile yazılmış. Yazılara baktığında anlayamamış orada neler yazdığını. Harfleri tanıyabiliyormuş ama kelimeler… Kelimeler hiç de tanıdık gelmiyormuş. Acaba ters mi bakıyorum diye düşünmüş bir an. Böyle birkaç saat geçmiş. Tam dolunay batarken, sabah yaklaşırken, horozlar ötmeden önce yorgun gözlerle dışarı bakarken Canım, o an anlamış durumu. Nasıl anlamış dersiniz? Çünkü tam o sırada, alacakaranlıkta, sayfalardan birini tam çevirirken parmağının ucunda, yeşil bir şey dikkatini çekmiş. Parmağını kırmızı gözlerine yaklaştırdığında, harflerden birinin öldüğünü anlamış. Sonra sayfalara ve harflere dikkatle baktığında, parmaklarını harfler üzerinde gezdirdiğinde, sayfadaki harflerin parmaklarının rüzgârıyla hafifçe oynadığını görmüş.“Çok ilginç, çok ilginç” demiş kendi kendine ve sonra, uyuyakalmış köşesinde.  Öğle vakti yaklaştığında, (bu arada, canım üç gündür uyumamış. O an çözümünü de bulmuş sorunun) sokakta atlının takırtılarını duymuş. Kapı çalmış. Kapıya gitmiş. Kapıyı açmış.
Atlıya demiş ki:
“ Evet, sorunu buldum, kralınıza söyleyebilirsiniz.”
Atlı şaşırmış. “Bunu bana da bahşedebilir misiniz?” demiş atlı. “Peki”, demiş Canım. “Kralınıza söyleyin, bu kitap sihirli bir kitap; ama yine de yapabileceğim bir şey var benim. O harfler, bir hikâye yazılması için birini beklemekte sadece.” Atlı, tamamen anlamaz gözlerle bakıyormuş ama Canım, atlının itiraz etmesine izin vermeden içeri gitmiş. Birkaç dakika geçmiş ve elinde bir parşömenle geri dönmüş. Uzaktan yeşil gözüken bir parşömen. Parşömenin üzerinde, aynı harfler diziliymiş. “Bakın” demiş atlıya. Parşömeni atlıya vermiş. Atlı, yüzündeki atkıyı sıyırmış daha iyi görebilmek için. Parşömende şu yazıyormuş:

"Beklemeli, beklemeli, o uyumalı ve harfler öykü olmalı"

Atlı tabii ki bir şey anlamamış bundan da lâkin o an Canım: “Açıklamama izin verin, bu dediğim gibi sihirli bir kitap.  Babam bahşetmişti bana böyle bir kitabın varlığından. Eğer biri bu kitabı başının altına koyup uyursa, bu harfler bir öykü oluşturacak. Benim anladığım bu demiş Canım, gülümseyerek. Bir ay, ya da iki hafta sonra tekrar gelin. Kitabı size geri vereceğim. Siz de bunu kralınıza geri vereceksiniz ve o bunu çok sevecek, demiş. O akşam, atlı için de uykusuz bir gece olmuş. Bacakları çok ağrımış. Bir an önce şehrine geri dönmek istermiş. “Peki” demiş atlı, bu sayfayı geri götürebilir miyim? “Hayır” demiş, Canım. O sayfa da burada kalmalı. Atlı ‘tamam’ diyerek oradan uzaklaşmış.

Henüz öğle vaktiymiş. Dışarıda, sokağın çocukları oyunlar oynamaya başlamış. Satıcılar her zamanki gibi bağıra çağıra ortalıkta dolaşıyormuş. Canım kitabı almış, odasına gitmiş. Pijamalarını giymiş ve kitabı yastığının altına koyup iki hafta sonra uyanmak üzere gözlerini kapatmış.

9 Şubat 2010 Salı

"Yirmi" Numaralı Peron

Merdivenleri yavaşça çıktı. Çıt çıksa, bırakıp kendini metrelerce boşluğa düşecek kadar yılgınlık, bacaklarında hazır bekliyordu. ‘Ölüm’ dedi, “Ölüm, yalnızlığın çalılıkları arasından gizlice beni takip ediyor.” Korkunun bir süre damarlarında dolaştığını hissetti. Oysa kaç defa aynı yaşamsal tanışıklığın yamacında solumuştu günlerini. Ölüm güzeldi. Ölüm, soru sorulmayı gerektirmeyecek kadar ondan, onun içindi. Ama artık daha fazla baş edecek gücü kalmamıştı. Doğduğu günden bu yana kara bir yazgı gibi ardındaydı. Her yenilgi sonrası, avuçlarında saklı duran aynadan yansıyan, onun varlığıydı. Bir gün terk edip gidecekti elbet buralardan ve yine bir gün, kapıyı çalmasına fırsat bile olmadan, o karanlık yolda sessizce ilerleyecekti. Ölüm için kapıda kimin beklediğinin bir önemi yoktu. Hiçbir zaman olmayacaktı da! O sadece gelir, alır ve giderdi.

Ahşap kapının yarı açık tek başınalığına yaklaştığı zaman, saat epeyce ilerlemişti. Sanki zeminle ikinci kat arasındaki uzaklık, ona koskoca bir an gibi gelmişti. Her zamanki yerine geçti. Gazetesini sıkıştırdığı cebinden çıkardı ve son altı aydır okuduğu haberi bir kez daha okumaya başladı.

“ İkinci katta yaşadığı taciz sonrasında baygın ve her yerinden darbe almış bir şekilde bulunan Ş.B, kaldırıldığı hastanede dört saat süren bir yaşam mücadelesinden sonra hayatını kaybetti. Yapılan soruşturmada genç kızın İstanbul’a kısa bir süre önce geldiği ve sevgilisi F.Y ile aynı evi paylaştığı öğrenildi. Kat sakinlerinin verdiği ifadeye göre, olay gününün gecesinde saatlerce süren bir tartışmanın olduğu ve genç kızın sürekli olarak çığlıklarının duyulduğu biliniyor. Ayrıca otopsi raporunda Ş.B’nin kollarında ve bacaklarında saptanan morluklar da genç kızın şiddete maruz bırakıldığını da ortaya çıkardı. Polis, Ş.B’nin ölümüne sebep olduğu düşünülen F.Y’yi bulmak için tüm kentte harekete geçti.”

Soğukkanlıydı. Yüzündeki o çelik ifade yerli yerindeydi. Bir kez daha gözlerinde oluşmaya başlayan gözyaşlarını yok etmeyi başararak, gazetesini katlayıp altı aydır üzerinden çıkarmadığı ceketinin cebine yerleştirip oturduğu yerden kalktı ve yürümeye devam etti. Geçmişini kaybettirecek izler sürüyordu. Bir tek kendisinin haberdar olduğu görüntüler saklıydı gözlerinde. Dolaşırken, uyurken, dalıp giderken, hep aynı bakışlar. Yalvararak ayak uçlarına kapanan kadının, aşk ve şaşkınlık dolu sözleri. “Neden?” diye, durdurak tanımadan haykırışı ve onun yalnızca duvarları yumruklayan çaresizliği. "Biliyordum" deyişindeki tuhaf ama aslında gerçek olmayan geçersizlik. Tüm bunlar birer birer belleğindeki o kutuda yer almıştı. Keşke o kapının zili o gece çalmasaydı diye ne çok söylenmişti kendi kendine. Yirmi gün süren sessizliğin anahtarını hiç çevirmemiş olmayı ve o kapıdan, evinin dağınıklığına tek tanık olan kadının minik adımlarını sürüyerek girmemiş olmasını, ne kadar çok dilemişti. Uykuya mahkum olan gazeteler aynı yerinde kalabilirdi. Çikolata için yapılan tatlı koşuşturmalar bir daha yapılmayabilirdi. Banyo sonrası buğulanan cama ilk kim yazı yazacak kavgası olmayabilirdi. Çıplak ve ıslak ayaklarla koltukların üzerinde iz bırakma yarışı geçmişte kalabilirdi. Yeter ki o gece, o kapıdan bir daha girmeseydi.

Günlerdir uyumamıştı. Tek yaptığı şey uzun uzun yürümek ve gazetesini ilk bulduğu yerde çıkarıp okumak oluyordu. Sanki okumak, kendisine yapılan en ağır işkenceydi. Satır aralarına ondan başka kimse bu denli inemeyecek, haberin gerçek ayrıntılarını, izini kaybettirmeyi başardığı müddetçe kimse öğrenemeyecekti. Biraz daha yürüdü. Geçmişle gelecek arasındaki geçimsizlikten şikâyet etmiyordu belki bedeni ama ruhunun her köşesinde, ağır yanık kokusu vardı. Yaşadıklarının düzenli tekrarlarını yapıyor ve aslında yaşıyor olmanın getirdiği bıkkınlık, zaman zaman düşünceleri arasına sıkışıyordu. Bir zamanlar kendinden vazgeçebilecek kadar sevdiğini söylediği kadının teninden, kokusundan böylesine uzakta, toprağın altında bir yerde olması onu kahrediyordu. Artık yapabileceği bir şey yoktu. Bunu her şeye, tüm yaşadıklarına rağmen çok iyi biliyordu. Bir gece, ansızın başlayan tartışmanın kalıntılarını sevgilisi ölümle ödemiş o ise ölümden de beter bir sorgulama sürecinin izleriyle -üstelik bir başına- hâlâ ödemeye devam ediyordu. Yaşadıkça hatırlayacağı bir geçmişin yükü omuzlarına, hayata yalnız bırakılmak için doğurulmuş bir çocuğun, yıllar sonra bir sorudaki serzenişi kadar ağır gelmeye başlamıştı.

Koşuyordu. Çocuktu ve aşkın kanatları henüz yeni yeni çıkmaya başlamıştı yüreğinde. Düşten bahçelerin içerisinde siyah beyaz karelerle anlatılan yazgı, önemsiz bir ayrıntı gibi orada asılı kalan bir elbise –ki önemi bir zaman sonra görülecekti- gerçeğin ve gerçekliğin betimlenişi, hâlâ dün gibi parmaklarında, kulaklarında ve ona ilk defa anlattığı yerde, yani kalbinde, sapasağlam duruyordu.


Elini yavaşça boşluğa uzattı. Adımlarını kendine çevirdi ve gazetesini o hep koyduğu yerden çıkarıp şehrin en işlek yerlerinden biri olan otogarda, 20 numaralı peronun önünde bir yere boylu boyunca uzandı. Birazdan otobüs gelecek ve sevdiği kadın, basamakları daha inmeden, yüzündeki biriktirdiği o çocuksu tebessümle, gözleriyle ona sarılacaktı. Olanları ise ondan başka hiç kimse, hiçbir zaman bilemeyecekti.

6 Şubat 2010 Cumartesi

Kader Bazılarına Kötü Davranır: " Head In The Clouds" Filmine Dair...

"34 yaşını gördüm."

Bu cümleyle başlıyor “Head in the clouds”
Filmi izlemeye başladığımda bu sahnenin geçtiği yere geldiğimde, ister istemez filmi durdurup düşünmeye başladım. Otuz dört yaşına geldiğinde ölümün o sıcak yanıyla karşılaşacak olduğunu, yüzünde donuk bir ifadeye sahip falcı tarafından söylenmesiyle hayatına devam edebilmenin nasıl bir şey olacağını. İnsan ya normal karakterinin dışına çıkar her anı yaşayabilmek uğruna ya da zamanın akışına kendini ve getireceklerini fütursuzca bırakır heralde. Çok az kişi bunu düşünmeden hayatına kaldığı yerden devam edebilir. Hele ki bunu söylediği kişi henüz on küsürlü yaşlarında bir çocuksa…
Bu filmi nasıl gözden kaçırdığımı bilmiyorum. Zaten belleğimden yitip giden zamanların çoğunda geride bıraktığım ve benden habersizce bir yerlerde izlenmeyi ve okunmayı bekleyen öyle çok şey var ki. Bunu hatırlamak bile can sıkıcı. Yine de geriye dönüp hali hazırda beni bekleyen bir şeylerin olması hoşuma gidiyor. Zamanla bağdaşmayan durumların olması sevindirici.

Film, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda geçiyor. Olaylar, Guy’ın (Stuart Townsend),  Cambridge’deki okul odasında ders çalıştığı sırada odasından içeriye birdenbire giren Gilda ile tanışmasıyla başlıyor. Gilda Bessé (Charlize Theron), aynı kolejde okuyan erkek arkadaşının yatakhanesinden kaçarken Guy’ın odasında gizlenir ve geceyi onunla birlikte geçirir. Gilda’nın Cambridge’teki ünü henüz birinci sınıf öğrencisi olan Guy tarafından da bilinmektedir. Onun odasında olduğuna inanamaz. Etkilenmiştir. Ertesi sabah Guy, Gilda’yı erkek kılığında kolejden çıkarır. Böylece Gilda, yakalanmaktan kılpayı kurtulmuştur. Ancak onun kurtuluşu Guy için duygusal anlamda hayatını büyük ölçüde etkileyecek bir bağlılığa çoktan dönüşmüştür bile.

Gilda’nın kimseyi umursamayan ve büyük bir haz alarak yaşadığı farklı hayat tarzı, Guy’ın benimsediği hayattan oldukça uzaktır. Fakat bu durum yıllar sonra Guy ve Gilda’nın yollarını Paris’te kesişmesine engel olmayacaktır. 


Filmin bu bölümünde, İspanya’daki iç savaştan kaçarak Paris’e sığınan Mia (Penélope Cruz)’da filme dâhil olur ve Guy’ın Paris’e gelişiyle üçü birlikte aynı daireyi paylaşmaya başlarlar. İlk başlarda Gilda’nın erkeklerle olan ilişkisini kaldıramayan Guy bir gece orayı terk eder ama Gilda’nın onu geri getirmesiyle olaylar kaldığı yerden devam eder. Bu defa Gilda ve Guy, Gilda’nın hayatında başka erkekler olmadan birliktedirler. Guy politikayla, dünya olaylarıyla yakından ilgilenmektedir. Gilda ise bu dünyada kendinden başkasını önemsemeyen, bütün dünyayı kendi ekseninden değerlendiren bir kadındır. Bu durum ilişkilerinin önündeki en büyük engel olacaktır. Çünkü o dönemde İspanya'da milliyetçiler ile cumhuriyetçiler arasında gerçekleşen ve İspanya'da büyük yıkıma yol açan bir iç savaş hüküm sürmektedir ve film sonrasında, Guy ve Mia’nın faşistlere karşı savaşmak üzere Paris’i terketmeye karar vermesiyle başka bir boyuta taşınır. Gilda ise, en iyi iki dostunun kendisine ihanet ettiğini düşünmektedir. İkisinin gidişini kabullenemez. Onlardan gelen mektupların hiçbirini açmaz. Aylar sonra, İspanya’daki iç savaş kaybedilir ve Mia’nın ölümünden sonra Guy, tekrar Paris’e gelir. Ancak Gilda onunla görüşmeyi kabul etmeyecektir. Guy üzgün bir şekilde Londra’ya geri döner.

Bu sırada, Almanlar Paris’i işgal etmeye devam etmektedir. Aradan geçen birkaç yıl sonrasında Guy, İngiliz gizli istihbarat teşkilatının üyesi olarak Fransa’ya gönderilir. Paris’e gizlice gelen Guy, Gilda’yı burada bir Alman Nazi subayıyla birlikte görür ve onu yaşanan onca olaya duyarsız olmakla suçlar. Ancak yine de onu düşünmekten kendini alamaz. Filmin sonlarına doğru aslında Gilda’nın ülkesi için bilgi sızdırmak amacıyla Nazi Subayı ile birlikte olduğunu öğreniriz. Hatta bir sahnede Guy’ın hayatını kurtardığına da şahit oluruz. Fakat kaldığı dairenin çevresinde yaşayan insanlar, eve girip çıkan Nazi Subayından dolayı onun bir vatan haini olduğunu düşünmektedirler. Bu, Gilda’nın öldürülüşü filmde gösterilmese de otuz dört yaşındaki ölümünü hazırlayacaktır. Guy, Gilda’yı kurtarmak için acele etmektedir ancak başarılı olamaz. Geldiğinde daireyi darmadağınık bir halde ve Gilda’nın son cümlelerini yazdığı bir kâğıdı okumaya başlamasıyla film biter.

Filmdeki bazı sahnelerde, Gilda’nın kendi hayatıyla neden bu denli ilgili olup başkalarını önemsemediğini anlamak zor değil. Anne, baba ve çocuk ilişkisinin sorunlu geliştiği bir ailede yetişmişliğin verdiği iç küskünlük onu dışarıya karşı kendinden başkasını düşünmeyen, erkeklerle vakit geçirip onların duygularını umursamayan bir kadına dönüştürmüştür. Belki de küçük bir kız çocuğuyken o falcı kadının daha filmin başında ona söylediği “otuz dört yaşını” gördüm cümlesi, bütün bunlarla birleşince Gilda’nın böyle bir karakter yaratmasındaki en büyük etkendir. Ama özellikle babasıyla yedikleri bir yemek sırasında: “ Bana bu kadar yüzeysel genler verdiğin için sana kırgınım baba” cümlesi aslında Gilda’nın kendi yaşadıklarını hiç sorgulamıyormuş gibi görünen davranışlarından biraz da olsa seyirciyi uzaklaştırmakta ve nedenlerinin ne olabileceğini düşünmeye sevketmektedir.

Filmi izlerken özellikle bazı sahnelerde, bir amaç uğruna yaşamanın ne kadar tutkulu bir şey olduğunu düşündüm. Bu belki bir ülke uğruna, bir sevgili ya da başka herhangi bir şey uğruna olabilir. Bir dönem yaşantımızda değer verdiğimiz fakat sonrasında beklenmedik bir anda/şekilde kaybettiğimiz şeylerin içimizde bıraktığı izler, hiç de öyle yadırganacak kadar önemsiz değil. Bazen inanç zafiyeti geçiriyoruz. Geçmişle gelen her şey tecrübe adını almayabiliyor. Çünkü bu da diğer birçok şey de olduğu gibi algı süzgecimizde nasıl yer aldığıyla doğru orantılı olarak, yaşantılarımızı etkiliyor. Birkaç kez kırılan güven, tutulmayan sözlerin fazlalılığı, söylenenler yalanların artık incitici boyuta taşınmış olması, zamanla eskiyecek biri haline dönüşebilme olasılığı gibi nedenlerden dolayı, bugünün tadı kaçmaya başlıyor. Böyle anlarda yaşantımızda her ne varsa, anlamsız bir soru yağmuruna tutuyor ve belki de hiç olmayan şeylerin kendimizce varlık kazandırılmasına neden oluyoruz.

Charlize Theron bu filmde bana göre gerçekten başarılı bir oyunculuk sergilemiş. Film iki saat sürüyor belki ama içinizde bıraktığı etkiyi, düşüncelerinizde açtığı parantezi, iki saatin sonrasında kapatamıyorsunuz. Belki de Gilda’nın o yemek sırasında babasına söylediği gibi: “Kader bazılarına kötü davranır, hepsi bu.”


5 Şubat 2010 Cuma

Basit Çığlıklar


¾    Köşeyi dönersen arkandakine izini kaybettirirsin; iş köşeyi dönebilmekte…
¾    Lütfen sıranıza geçin beyefendi, biz boşuna mı bekliyoruz onca saattir burada.
¾    Acaba hala beni düşünüyor mudur?
¾    Bir bahane bulmalıyım yanına gitmek için.
¾    Bazen çok bunalıyorum…

Akordu bozulmuş, adını bile hatırlamak istemediğim bir şehrin sokakları arasında adımlıyorum geceyi. Ellerim cebimde ve aslında parmaklarımla ısıttığım dünya, bana ait değil! Hani bir perde açılır önce, sonra o perdeden başlarsınız hayatı izlemeye.

“Anlatırlar… Zaten en çok anlatmayı severler…”

O perdeden önünüze yığılmaya başlar aklınızın en ücra köşesine aldığınız, çoğu zaman başkalarını bırakın, kendinize dahi söylemekten çekindiğiniz arzular. Hepsi, tıpkı bir zincirmişçesine birbirine öyle sıkıca bağladır ki; birinden vazgeçmeniz demek, diğerine gidilecek yolculukta, önemli bir kan kaybına neden olacaktır. Zaten çocuk gibisinizdir. Size ait olan bir şeyden vazgeçmek, ondan ayrılmak istemezsiniz… Perde, yalnızca uykunun sessizliğinde kapanır; belleğinizden usulca çekilir…
Hoş kaç saatle sınırları çizilebilinir ki malum, masum bir uykunun?
Oysa kapı zili aniden çalabilir, hiç beklemediğiniz bir mesajla irkilebilir, sanal dünyanın kapakları altından birileri kendini gösterebilir ya da bunların ‘hiç birisi şıkkında anlaşılıp kış uykusuna boylu boyunca bedeninizi koy verebilirsiniz. Uzun soluklu bir uykusuzluk seçimi burada varlık gösteremeyeceği için, ondan pek bahsetmeyi açıkçası istemiyorum. Nasılsa, “aaa, böyle de olabilirdi” diyenleriniz mutlaka çıkacaktır… Bazı şeyler bırakın da mümkünse “eksik kalsın”.

¾    Felaket bir trafiğin içine soktun bizi, aşk olsun.
¾    Olur da bir gün, o da seninle aynı şeyleri yaşamış olmanın heyecanını taşırsa geçmişinde, kanatlarını açar mısın tekil sözlerine?
¾    Hanımefendi daha ne kadar bekleyeceğim. Aynı müziği duymaktan sıkıldım. Hiç mi haber verebilecek şansınız yok.
¾    Tek bir karenin yeri değişmeden duruyor mudur ki?
¾    Çikolata versem. Hatta, hatta gidip masasının üzerine kimse görmeden bıraksam, ne güzel olur değil mi?
¾    Bir an önce çıkıp gitmeliyim; yoksa işler yığılacak yine…

Caddeler geçiyorum. İster istemez kendi alıntılarına takılıyor insan. Kendi çukurlarına. Üzerinize, size rağmen atılan toprağa bakakalıyor; güven sokaklarınızın işgal edilmişliğine aldırmıyor; küçük kutularda bulduğunuz cümleleri, ayıklamaktan çekinmiyorsunuz. Sonraysa, önceleri cansız bir sesin kısa süre içerisinde nasıl da canlanmaya başladığını, aslında ona can verildiğini, fark ediyorsunuz. İşiniz fark etmek değilse de; bunu bir görev bilip bilirkişi olmayı tercih ediyorsunuz.
Söz karıştı. Yol dolaştı. Parmaklardaki tanıdık sıralanışlar yerini, bir oradan bir buradan toplanılmış eski parçalara bıraktı. Yine mi aynı şey diyenleriniz de mutlaka olacaktır. Sizin başka işiniz yok mu?

¾    Yüzümün o kısmına fazla dokunma istersen. Yine ufak tepkiler verecek, biliyorum.
¾    Gülümseyişini göremediğim zamanlarda içim sıkılıyor…
¾    Kahrolası makası yine kim aldı buradan. İlla her şeyi çekmeceye kilitlemek zorunda mıyım? Bıktım artık!
¾    Neden onun gibi ince bir bele sahip değilim ki? Biraz daha dişimi sıkmalıyım. Direnince oluyor biliyorsun. Amannnn..
¾    Kâğıdı verirken ellerine dokunsam…
¾    Çıldırmamak için derin derin nefes al önce, sakin ol… Sakin ol… Sakin…

Biraz ötede tüm yolların kesiştiği yerde, duruyorum. Artık yürümek istemiyorum. Ya da herhangi bir yeri, herhangi bir şekilde, içimde senli benli cümlelerle geçmek de istemiyorum. Burası bir durak değil sanılanın aksine. Yalnızca bir o tarafa bir bu tarafa gidilip durulan bir şaşkınlık ertesinde, nihayet soluk almasını becerebildiğim nadide bir koltuk. Neresinde ve ne şekilde oturduğunuzun da bir önemi yok. Siz varın bir yorgunluk sonrası kendimi bıraktığımı düşünün. Geçerli nedenlerim vardı bir zamanlar ama artık onları koyabilecek bir söz öbeğim yok. Tüketmek işte bu kadar kolay! Yan gelip yatmak insanı rahatlatıyor. Saçma sapan şeyler konuşmak, bakışlarını seçilen bir nesneye sabitlemek, anlamsızca her şeye, ‘oldu tamam’ demek.
Öylesine kolaylıkla yayılıveriyor ki miskinlik, bir sonraki kıpırdanmaya kadar elde avuçta, yürekte, beyinde ne varsa silip süpürüyor. Bazı şeyleri bilinçle iş birliği yapıp alt etmek hoşuma gidiyor. Saklı bir haz…

¾    Yine istediğim filme zamanında gidemeyeceğim. Ne kadar rahat; yoksa ben mi aceleciyim?
¾    Saçlarımı biraz daha değiştirsem mi? Ne zamandır kuaföre bir cd hazırlayıp götürmeyi düşünüyordum. Belki de bugün tam sırası.
¾    Lens kullanmak zor olabilir mi?
¾    Ya ikisi arasında kalırsam kimi tercih edeceğim ben?
¾    Amma çok soru sorduğunun farkına varmanın zamanı gelmedi mi?
¾    Gülersin tabi…
¾    Bana Türk Kahvesi yapacak mısın?

Altı üstü basit çığlıklar bunlar işte. Seslendirilmesi bir tek kendine dönük, içsel vızıltılar. Düşünsenize italikle her şey rayına oturtulabiliyor. Aklınızın bir köşesinden geçen basit ve bir o kadar da zararsız düşünceler, su yüzüne çıkartılabiliyor. Çok konuştuğumuzu sanıp hiç konuşmuyoruz aslına bakarsanız. Altı boş, dayanaksız imlâlarımızı öteye beriye serpiyoruz. Nasıl bir mucize bekliyoruz, orası meçhul. Ama bildiğim bir tek şey var ki; o da adımlarını sessizce atan her kâtil gibi kendi sessizliklerimizin üzerine acımasızca basıyoruz.




3 Şubat 2010 Çarşamba

Sessizlik Pirelenmeleri

“Bir adımda kapanır otomatik kapının yalnızlığı… Küçük, küçücük bir nokta vardır algılamasını durduran. Parmaklarınla dokunursun ve hayat, kapı aralığında donmaya başlar..”

Fotoğraf karelerinde rastladığım hüzünlü adamın sözleri olabilecek kadar tekil cümleler bunlar. Bulutlu şehir masallarının, sabaha kavuşan son saatlerinde dile getirilmiş ya da aynasına düşen düşlerin hoyrat ama bir o kadar da bağımlı var oluşlarından artırılarak, güncenin başköşesine hiç düşünülmeden yerleştirilmiş de olabilir pek tabi. Hayat siyah şeritlerin bitişi kadar kısa değil ne yazık ki. Alttan ve üstten çekersin yaralarının üzerine. Kapatılmaya çalışılan gerçeğin alın yazısı, görmezden gelinir. Çekildiği andaki sıcaklığı gün geçtikçe kaybolan fotoğrafın akılda kalan tek yanı; geriye dönük, can sıkıntısı yürüyüşlerde sahibinin yüzünde belli belirsiz oluşturduğu kısa tebessümlerden başka bir şey olmayacaktır.

Erken uyur..
Gece yarısını geçirmişse, ya çok güzel bir filmin alt yazısını sökmeye çalışıyordur ya da irili ufaklı deneysel cümleleri gözlerinde biriktiriyordur. (Elbette, günü gelince başkalarının göz çukurlarına düşürmek için..) O saatlerde kalp atışlarını duymalısınız. Tıpkı, yeni doğmuş bir aşkın ilk uyku gecesinde, kendini rahatça yatağa koy vermiş olmanın huzurunda olduğu gibi, sakin, ürkek ve biraz da kırılgandır… Çengelli iğneyle bir o kenardan, bir de bu kenardan tutturulan gecede, yaralarından bihaber mışıl mışıl uyur. Anlayacağınız, şehrin yıldızları göz kapaklarındadır ve yeni bir hikâyenin başlangıcını yapana kadar da yolculuğu yapan, uykusundaki diğer yarısıdır…

Gün içerisinde ve akşama doğru röntgenlenen göğüs kafesinin bir kenarında, hazırda bekleyen uzun yolları vardır…
Köşe başında bir taksi daima bekliyordur. Birazdan ona doğru yürünülenecek, kapısı açılacak ve makyajlarından arınmaya çalışan adam ve kadın, bedenlerini yan yana getirecek bir yolculuğa çıkacaklardır. Biraz ötede yanan sokak lambasının hemen altında olmaktadır aslında tüm bunlar. Gözlerdeki fiziksel yanılsamanın etkisiyle değişen mekânsal görüntüler, okuyucuların da algılamasında ufak; ama bir o kadar da anlamsız derinliklere yol açmaktadır. Düzeneğinden kurtulmuş herhangi bir şey gibi akıp gider sözcükler… Daha, “ne demek istemiş burada yazar” diyemeden, o dünyanın içerisinde bir yerde, tepe taklar olur us.

“ Sessizlik pirelenmeleri tüm bunlar. Devrin ne olduğu, aslına bakarsanız çok önemli değil. Bağcıklarından kurtulmuş ayaklar, kendi kozası içerisinde meraklı gözlerle, doğurganlığının resmini küçük kâğıt parçacıklarına bir akşamüstü çizmeye başlamıştır. Kadın ve çocuk arasındaki ilk karşılaşmanın tarihi de, çizilen resmin hemen altında, kendine çoktan bir yer edinmiştir bile.”

Kimse ama hiç kimse henüz bilmiyor hangi kapıdan girdiğini… Saatin yeni yetme tavrına şaşmamak lazım. Usulca süzüldüm içine, biliyorum..
“Fark etmeden…”
Birkaç yalnızlık tıkırtısı, kendilerini toprağın huzurlu derinliklerine hapsetmişti. Düşler, beş çayının demini almasıyla kendilerine güzel birer köşe seçmişti. Bilindik hücreler de bütün bu olup biteni kendi doğalarına uyumlamaya karşı, işe koyulmuşlardı bile..
Oysa biri, yani herhangi birisi geceden çok sabahı düşünse, her şey anlaşılacaktı.. Belki de güzel olan tarafı, bir bilinmezliğinin olmasıydı.

“ Son sinyali…
………….Kimsesizliğin anahtarını çevirdi. Yoldan geçen yeni yüzleri teker teker durdurup adlarını sordu. Birkaç nota durağında bekledikten sonra, o bilindik güzergâhında yoluna kaldığı yerden devam etti. Daha gidecek kaç yolu olduğunu, kendisi dâhil hiç kimse bilmiyordu.”

Sokağın başında duran çocuklardan birini, belki de bir kaçını, çok iyi tanıyordu. Onu, çocukluğunun izlerini taşıyan sözlerinden bulabilirsiniz.  Sırtı açık kalmış her aralıktan kolayca tanıyabilir, kendi gözlerinize bir gece yarısı ansızın bakarken, onu görebilirsiniz… Değil mi ya, hemen hemen herkes bir şeyler bildiğini sanıyordu. Öyle ya da böyle…
Hangi yolun başında bu fotoğrafın şeritlenmeye başlanıldığından, kimsenin haberi yoktu oysa. Vazgeçilen yokluklardan, ısmarlanmış düşlerin özlemle yaptığı talihsiz işbirliğinden, verilmiş kararların yüz üstü bırakılıp aşkın yaptığı suç üstüden, kimsenin haberi yoktu…
Bilmeyin… Hesaplamayın… Anlamayın… İzlemeyin… Yormayın… Sormayın… ve lütfen, daha fazla sorgulamayın…