PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

24 Ocak 2010 Pazar

Dışarısı Soğuk ve Ben Özlüyorum

Bir fısıltıyla uyanmıştım bu sabah. Sevimli, güzel bir fısıltı. Hani bazen kocaman seslerle duymak isteyeceklerinizden. Her zamanki gibi gülümsedim ve kalktım yataktan. Soğuk havaları sevmiyorum. Sanki içimde bir yerlerde mevsimin kıvrandığını, beni de bu acının içinde bir şeyler yapmaya zorladığını hissediyorum. Canım yanıyor. Canımın yanmasını istemiyorum. Ama işte bazı şeyleri engellemek kolay olmuyor. Zaman ilacından kana kana içmek gerekiyor. Zamanı ve hatırlattıklarını bazen düşünmeye fırsatım olmasın diye, sesli sesli şarkı söylüyorum. Babam aklıma geliyor. Haftasonlarını kendi şenliğine dönüştürmeyi ve bütün aileyi de bu şenliğin içine davet eden sesini. “ Demokrasininnnnn keskin kalemini, kafanızda kırarımmm.” bağırtısıyla bizi yataktan kaldırma çabalarını. “Babaaaaa susss” diye haykırıyorum yattığım yataktan. Uyuyacağım ne olur yalvarışlarımın yorganın altına iyice sızmaya çalışan bedenimle, ne kadar yandaş olduğunu fark ediyorum. Kızmıyor sus dediğim için aksine daha da bol seslerle ıslık çalmaya başlıyor bu defa. Sinirleniyorum. Babama sinirlenmeyi sevmiyorum. Ama işte çıldırtıyor bazen. Böyle düşündüğüm için kendime kızmalı mıyım bilmiyorum. Öfkeyle yorganı fırlatıp kalkıyorum yataktan. 
Bizim evde sabah kahvaltılarını hep babam hazırlardı. Annem ya yatakta olurdu ya da yeni kalkmış. Zorla kahvaltıya oturduğum zamanlarda yüzümde oluşan o berbat ifadeyi tahmin edebiliyorum. Ama babam o tahmine yer vermeyecek derecede benden hızlı davranıp: “Şu yüzünü düzelt! Sabah sabah insan bir gülümser, günaydın annecim, babacım der. Öğrenemedin gitti.” Koca bir offff çeker miydim yoksa o offf’u içimde hazmetmeye mi çalışırdım tam anımsamıyorum. Zaten fark etmez de bilirim kendimi.  Zorla yaptırılan her şeyde olduğu gibi yeri geldiğinde hiç acımadan söyler dökerim içimdekiler öldürücü bir anafora dönüşmeden önce.
Bu sabah bir fısıltıyla uyanınca ister istemez gülümsedim çünkü Can Yücel kendi sesiyle bir şiirini kulaklarıma fısıldamıştı. Belki bilirsiniz Maarif Takvimi adlı şiirini:


“ Anne, ne zaman bahar gelecek?
Kış gelsin de öyle yavrum.”
Kış geldi anneciğim. İstanbul’a kara bir haber gibi kış geldi. Üstelik ölümlerle, faili meçhul cinayetlerle… Ankara’da kar altında ölümün, kimine göre sıcak kimine göre soğuk olarak tanımlanan yanını birebir yaşayan işçilerle birlikte kırk birinci günlerinde, kara kış geldi. Üşüyorum. Üzerimdeki poların sıcaklığını duyumsamayacak kadar üşüyorum. 1993 yılının o Ocak ayını anımsıyorum. 24 Ocak 1993. Babam İngiltere’deydi. Telefona sarılıp: “Cemal, Uğur Mumcu öldürüldü” demiştin. Daha küçücük bir çocuktum. Masa başında oturmuş bir yandan yazı yazıp diğer yandan kestane yerken ben, bağıra bağıra şarkılar söylüyordu büyük bir kalabalık. Çocuk aklımın anlamaya çalıştığı bir ölümün isyanı sarmıştı ülkemi. Biri ölmüştü. Öldürülmüştü. Kar altında yitip giden bir kalemin, bir düşünce adamının faili meçhul bir cinayete kurban gittiğini anlatıyordu ana haber bültenleri. Siyasi içerikleri, metedolojisini, anlatmaya çalıştıklarını tam olarak bilemesem de o insanları ve söylenenleri duydukça hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum. Gözyaşlarımı tanımaya başladığım zamanlar… Küçüktüm ve bir cinayeti anlayabilecek kadar da büyümüştüm. Anne – çocuk ilişkisinden çok uzakta, yapılan yaramazlıkların sonucu işitilen azarın gerisinde bir ağlamaydı benimkisi. Acı, çok acıydı. O zamanlar okul duvarlarının altında söylediğimiz türküler sıralanıyordu  gün boyunca televizyon ekranlarında. Küçük parmaklarımın tuzlu gözyaşlarını sildiği ve büyüdükçe hiç unutmayacağım anlarından birisi olarak kaldı o gün.
Zamanla, yani büyümeye ve yaşanılanları algılamaya ve artık anlamaya başladığımda, Uğur Mumcu’nun kitaplarını alıp teker teker okumaya başladım. Okudukça insan yanım, o kış gününde olanları ve sonrasında bir türlü çözülemeyen düğümleri, sorgulamaya başladı. Bazı zamanlar “nedenler” ağır gelir ya insana, ağır gelmeye başladı bana da. Ülkesi için canı pahasına da olsa bir şeyleri ortaya koymaya çalışanların, kendi yaşadığı yerde, kendi insanları tarafından birilerine dokundu diye heba edildiğini, öldürüldüğünü görmeye tanık olmak çok ağır geldi. Üstelik bu sadece Uğur Mumcu’yla sınırlı değildi. Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve daha niceleri… Bir gazeteci-yazar sorunu değildi. Kirli hesaplar vardı. Kirli ve insanlık suçu hesaplar…  
Şimdiyse “ Gözyaşlarımızı bitti mi sandın.” diye bu yazıya eşlik eden M.F.Ö’ye kulak verirken, bütün yaşananların ölümle tatsız bir kafiye oluşturmasından çok, bazı şeylerin zorla unutturulmaya çalışmasından, “faili meçhul” tamlamasının sıradanlaştırılmasından dolayı birkez daha gözyaşlarımı tutamıyorum. Bu defa çocuk aklımın yaşadıklarını, büyük ve olgun aklım devraldı ve inanın o zaman bilmediğim kavramların, anlamını çözemediğim bağlantıların şimdi anlaşılabilir bir hale gelmiş olması beni çok daha fazla ürpertiyor. İçimizdeki şeytanlara şarkıdaki gibi Zülfikarlarla saldırmak istiyorum. Öfkeleniyorum. Yetmiyor!
Bir gün Gülveren Asri Mezarlığı’nda babaannemi ziyarete gittiğimizde babam, Uğur Mumcu’ya da uğramamızı istemişti. Bir iki blok ötedeydi. Mezar taşında okuduklarım, bir ilkbahar sabahının belli belirsiz güneş ışığına sığamayacak, sığdırılamayacak kadar anlamlıydı. O güneş, o sabah hiç ısıtmadı içimi. Toprağına dokundum dizlerimi çökerek. Toprak soğuktu ama karanfiller, kıpkırmızı orada öylece duruyorlardı. Canlı ve taze. Birini elime alıp kokladım. Bazen bilinç fark etmeden yapıyor bazı şeyleri. Toprağı sıkmış, karanfilin yapraklarını nefesimin gücünden içime çekecek kadar koklamıştım. Unutmadım diyebildim içimden. Unutmadım!
Televizyon izlemeyi sevmiyorum ama işte arada sesli bir haber dinlemek istediğimde mecburen açıyorum. 24 Ocak yine kar ile birlikte bağırıyor o yılı. Bugüne tek bir ölüm yetmiyor. Çocuktum şimdi büyüdüm ama o  acı, olacakları gören, bilen bir sesin SESLENİŞ’i bugün hâlâ kulaklarımda:


25/08/1975 – Sesleniş – UĞUR MUMCU



Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.

Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım unutma bizi...
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. 
Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Giresun'daki köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.

Vurulduk ey halkım unutma bizi...
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi. Hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi,

Unutma bizi,
Unutma bizi...

Bu Pazar da diğer pazarlar olduğu gibi yalnız uyandım. Ne babamın o gürültülü sesi vardı kulaklarımda beni uyandırmaya çalışan ne de annemin henüz uyanmış yüzü… Tek başıma İstanbul’da, bir geçmişin koridorlarını adımlıyorum. Dışarısı soğuk ve ben özlüyorum.


1 yorum:

  1. Tam tamına 'o gün' ilk bebeğime hamile olduğumu öğrenmiştim. Uzun süredir beklediğim bu güzel habere sevinememiştim. O bebek şimdilerde 16 yaşında ve biz ona Uğur Mumcu'yu çoktaan anlattık, unutturmuyoruz da.

    Yüreğinize sağlık.

    YanıtlaSil