“… ve şimdi her şey yazgısında bozuluyor düşerken gözlerinin sahiline…”
Meraklı bir bekleyiş benimkisi. Bir şehrin yakınlığında uzanamıyorken yaralarımıza, diğer bir şehrin bedenlerimizi içine aldığı kalabalığın tatlı telaşında, -aslında beklenmedik bir randevuda- uzanacağız biriken, tortulaşan ama içimizden hiç kaybolmayacak yaralarımıza.
Sonra an gelip geceden düştüğümüzde ve kendi evlerimize çekildiğimizde, hiç de yabancı olmayan sahneleri yaşayacağız. En fazla tütsüye ve sigara dumanına sarılacak efkâr… Kulaklarımıza dokunacak müziğin ayarı, henüz oturmadan ayarlanacak karalamalarımıza…
Aşkın akordunu yapmaya çalışırken, tellerin parçalanmışlığını kalem ucuna koyacak ve sonra sessiz yalnızlıklar büyüteceğiz.
Sessiz ve yasak…
Kimse bilmeyecek gidenlerin ardından tutulmuş yaslı sözcükleri.. İçimizde bir yerde, o saklı parça hep olacak.. Beyaz kağıtlara düşen incinmiş, beli bükülmüş harflerin ağıdını, bizden başka kimse duymayacak..
— İyi bir yer olsun…
— Denerim. Sen merak etme…
Yıllar, yan yanalığının elinden küçük bir çocuk gibi tutmuş. Öylesine kırılgan ve öylesine parçalanmış ki aşk, hüzünlü gözlerimizde bir buruk telaş, bedenlerimizde resimsiz bir gölge.
Uzaktasın…
Sanki buğulu gözlerinin arkasında, çoktan kimliğini kendinden uzaklara teslim etmiş bir adam saklı. Baktıkça kendimden geçiyorum ve dilimin ucuna gelip de oracıkta, hani sana dediğim yerde, sıkışıp kalan bir heyecanın üzerini, ellerinin sıcağıyla geçiştiriyorum. Bilsen, az sonra devrilecek zamanın, yitirilmiş onca dakikanın hesabı ne zor sorulur özlemlerimizden ve yine bilsen, böyle bir akşamda kar tanelerine neleri bir bir saydığımı.
Küçük bir aralıkta, saatin sınırlı konukluğuna gelmiştin oysa. Bense, kaç gece önceden ısmarlamıştım Tanrı’dan uzun uzun yanımda olmanı. Koyduğum yerde miydin yoksa değişen bir şeyler mi vardı? Ansızın dalışlarımda, “ne düşünüyorsun?” dediğinde, aklımdan geçiyordun ve neden seni geç kalışlarıma eklediğimi anlamaya çalışıyordum. Derinliğine, hiçbir yokluk böyle kaçamazdı, böyle savuşturulamazdı. Nasıl olduysa meraklarını, az da olsa gülüşlerini, en sevdiğin yemeklerin isimlerini ve o hiç gelmeyen sendeliğini, hep yanı başımda tutmuştum. Anladım ki içimde ‘sana özel’ bir sen vardı. Hayır bu yeni bir itiraf değildi; bu yalnızca gözlerini gözlerime ayırmadan baktığın anlarda, son bir nefes için bakışlarımı senden her kaçırdığımda önüme çıkan bir düşünceydi.
Gözlerinin altına yerleşmiş koyu rengi ve orada sakladıklarını bulmaya çalışırken, pencereye yansıyan siluetine elimi uzatırken, ara sıra yanağıma dokunurken, içindekileri tenime hapsederken, durmaksızın kareleri odaklarken aslında ben içindeydim yitirdiklerinin. Hayat bir parça soluk aldıklarımızsa ve bir parça da tüketilmişliklerse, o an ikimiz de birbirine geçirgen duyguların göz hapsindeydik.
Seni öyle çok özlemişim ki!!
Hep isteyip de bir türlü fırsat bulamadığım, zamansızlıklara ve tesadüfsüzlüklere eklenmiş bu buluşmada, varlığının o hüzünlü dokusuyla, yılın ilk karına birlikte şahit olduk.
Telefonun her çalışında içinden fışkıran aceleciliğinle, “ Eee anlat, neler yapıyorsun”la başlayan ve bana kaybolan anlarımızı anımsatan bu cümlenle ve omuzlarına düşen yılın ilk soğuğunun telaşıyla, yanımda olduğunu bir kez daha gözlerime itiraf edebiliyorum.
O sendin!!
Şiir tutkusunu kalemime küçük bir akrostişle işlememe sebep olan…
Şiir tutkusunu kalemime küçük bir akrostişle işlememe sebep olan…
Ufak tefek isteklerim vardı sen gelmeden önce. Kelimelerim henüz sen gelmeden dokunuyordu dilimin ucunda. Apar topar bulmaya çalıştığım kağıt parçaları arasında karaladım sana yazacağım ilk cümleyi. Giydirmesi ne zordu o uzak şehirden getirdiğim sana dairli cümleleri. Bir gece vakti, kumsaldaki izlerine bakarken, o çok sevdiğim yazılarından birindeki gibi dinledim sevdiğin şarkıyı bir kez daha içimden.
Siyah beyaz bir fotoğrafa bakar gibiydi bazen gözlerim. Bilmiyorum, daha neyi bekliyordu is dolu perdelerde, katlanmış havluların burukluğunda, bir türlü kapanmayan bavulların bekleyişinde, kızıl saçların tutkusunda, neredeyse çeyrek asırlık o adam… Daha kaç şırınga morfin salacaktı sancılarına? Korkularının alt yazısını kim görebilecekti? Daha kaç defa davetkâr intiharları sessizce izleyecekti, aynaların ardından? Gitmek için daha kaç kez kaçacaktı, kısa ömürlü kangren aşklarından.
…ve gitmenin acısını, kim bilir kaç kez daha işleyecekti yalnızlığına.
Issızlığının da elbet bir nedeni vardı. Uzaklaştığını sandıklarının.. Alışkanlıklarını yüklediği küflenmiş, her biri kendi içinde çözülen infazlarının, elbet bir nedeni vardı. Şimdi, o intiharların gölgelenmiş bakışlarıyla, yudum yudum içine doğru yol alan serinliğin mayalı tadında, bırakıyordun dudaklarını. Ki dudakların mühürlenmiş sözlerin kaçamak bakışlı yalnızlığı… Nöbetlerinin suskunluğu…
Söylesene kim benzeyecek sana?
“… ve şimdi her şey tutanaksız bir suçun saatini bekliyor…”
İki günlük yorgunluğa düşüremedim seni. Oysa oracıkta sızabilirdi ve bütün güzelliğini kaybedebilirdi; hani o “ kırk yaşını düşündüm de, sen çok güzel bir kadın olacaksın” dediğin kadın. Ben! Arnavut kaldırımlara insanlar basıp geçerken ve kar geceyi inceden inceye süslerken, cama yansıyan yuvarlak ışıkların içine sakladım beklentilerimi. Senden bağımsız…
Bu gece İstanbul’un göğsüne lodos düşecek, yedi tepeli şehir, ismine denk bir sıcaklığa karışacaktı. Kısa mesajlarında hayatın bu yazıyordu ve bunu ikimizden başka hiç kimse bilmeyecekti…
- Kalemini verir misin?
- Tabii…
- Tabii…
- Ne oldu?
- Hiç… Sadece günün birinde bu kaleme benden başka kim dokunacak diye düşünmüştüm
de.
- …
de.
- …
Ne yazdığını bilmeden, katlayıp duygularını kenarlarından, bana verdin tiryakiliğini ellerinin ve ben de sana her gidişinin sonrasında, ufak çiziklerle hediye ettim onu. Söylenmeyeceklerin arasına sıkıştırmak isteyip de bakışlarından kaçıramadığım cevaplarımı bıraktım o masada..
Yıllardır oradaymışız gibi geldi bir an. Zamanı beklenen düşlerin, açılmış, zarftan çıkarılmış samimiyetiyle… Huzurlu olduğunu söylüyordun; oysa bir yanın hiç durmuyordu. Yanımdaki sandalyede oturduğunu görmesem “yine gitti” derdim; ya da “hiç gelmedi”. Ama bir gün, yine gidecektin!! Önce rotasını çizdiğin bir yolculuğun düğümlerini açacak, valizlerini toparlayacak, sınırların ötesinde götürecektin içindekileri…
“…ve şimdi her şey, küçük bir balığın kırmızıyla renklendirilmiş sıcaklığında, yavaşça ödüyor hesabını…”
Merdivenleri her adımda geride bıraktıkça aklımdan geçen tek şey “iyi ki geldin” oldu.. Meğer ne çok ortağı olmuşsun geride bıraktıklarımın…
Son bir kare daha…
Yola çıkmadan önce…
Yola çıkmadan önce…
Soğuk…
Senden bir parçanın içine hapsettim üşüyen yanlarımı. Önce biraz tereddüt etmiş, sonra aynı şeyin düşüncesini taşıdığımız için sevinmiştim. Sıkıca sarıldım. Kalabalık umurumda değildi. Gecenin nedense hiç bitmeyeceğini hissediyordum, az sonra gidecek olsan bile. Kaç adımda dağıtılmıştı o uzun yol? Hangi sözcükler mırıldanmıştı dudaklarımızda? Oysa buluşma yerine giderken bir türlü bitmek bilmemişti yolculuk. Biliyor musun, geleceğini söyledikten sonra, orada seni beklerken, bir an telefonumun çalacağını ve “gelemiyorum” diyebileceğini bile düşündüm, gülümseyerek. Altı üstü bir tek sana yakışabileceğini düşündüğüm ertelenmişliklerden birisini daha yaşayacaktım.. Sonra bütün özlemlerimi ayağa kaldırıp yavaş yavaş uzaklaşacaktım oradan.
- Dursana biraz..
- …
- Yılın ilk karını al bakalım. Sakla saklayabilirsen.
- Yılın ilk karını al bakalım. Sakla saklayabilirsen.
- Belki eriyip gitmesine engel olamam ama; tenimde hissettirdiği duyguyu, yaşadıkça saklayabilirim.
- Biliyor musun sabaha kadar bunun etrafında yürüsek, hiç kimse fark etmez. düşünsene..
- Sabaha karşı fark edenler olabilir.
- Belki.
İnsanı gülümseten bir dönüştü bizimkisi. Gecenin ritmi, uzun bir aradan sonra bir araya getirdiği iki insanın sıcaklığını, ayaklarımıza taşımıştı sanki. Yan yana… Sonra an geldi, rüzgâr ve soğuk seni benden almamak için yarıştılar. Yüzündeki öfkeyi görüyordum, bu bile sıcaktı. Tanrıdan ısmarlanmış birkaç saat verilmişti düşlerime…
Sessizlik bile güzeldi…
Artık gidiyordun. Bu geceden bana kalan her şeyi, tıpkı diğer gecelerde olduğu gibi yanıma alıp, uzaklaştık…
Kırk beş derecelik bir açıyla yollarımız ayrılıyordu.
Yürüdüm…
Yürüdüm…
Hiçbir şey düşünmedim…
Karşıya geçmeden arkamı dönüp baktığımda gerçekten “gitmiştin”…
Şimdi, bütün kalışların dökümünü yapsak ve bütün gidişlerin. Aynaya düşen yüzümüzün, hangi yerinden akardı yalnızlıklarımız. Ya da yalnızlık gerçekten akabilir bir şey miydi?
Bu geceyi katlıyorum; kaç hamle yaptığımı saymadan...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder