PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

30 Haziran 2010 Çarşamba

Yaylım Ateşi

Kekik kokusunun yaylım ateşi gibi havaya saçıldığı bir özlemin ara bulucusuyum. Hem keyiften başdöndürücü bir haz anına geçiyor hem de o kekiklere dokunma telaşı içinde, avuçlarımın hırpalanmasına izin veriyorum. Boşlukların içinde, belki bir dağ yamacının hemen üzerinde, kollarımı rüzgâra açmış duruyorum. Bütün dünya duruyor sanki. Bütün mevsimler beklemede. Hangi mevsimdeyim? Bu rüzgâr tanıdık mı? Burnuma gelen kekik kokusuyla başlıyorum hatırlamaya. Peki ya gerçekten hatırlayamıyorsam? Yani, olamaz mı böyle bir şey? Sanmak... Hatırladığımı sanıyorsam.
Yine de buradayım. Boşlukların içinde, aslında bir dağ yamacında. [İkinci tekildim ama ne olduysa birinciliğe oynadım.] Sanki başıboş sokaklarda dolaşmaktan korkuyorum.
Ben boş değilim. Boş değilim. Değilim.

Günler ekseninde çoğalmaktan yorgun düşeceğimi sanıyordum. Düşündüklerim gerçekleşmedi. Olmayan işlerle, olmayacak bir geceyarısında sayfaları kolaçan ediyorken, ani bastıran kapı zilinin telaşında bilmem kaç defa kilitlediğim kapımın kilidini açtım. (Açmamış da olabilirim.) Varsayımlardan yola çıkacağım. Başka çarem yok. İkinci tekil olmaktan vazgeçmenin bir bedeli illaki olacaktı okuyucuya. Elbette, kendime biçmeyeceğim gün gibi aşikâr bu bedeli. Yazan cezalandırılmamalı. Belki, belli mi olur, siz de okurken benim gibi fikrinizi değiştirebilirsiniz.
Evet, kapıyı açmakla açmamak arasında kalıp bir yerde bıraktım. Ama eminim tam açılmamıştı. Zaten ne fark ederdi ki? Ufak bir aralıktan öyle çok şey hayatımıza sızıyordu ki? Herhangi bir şeyin birdenbire gelmesiyle daha sonra gelmesi arasında zaman ayracının nüktesi dışında nasıl bir başkalık vardı ki?

Dağ yamacını unuttum. Zaten hatırlamamıştım da! Hatırladığımı sanmıştım. Bir an, kısacık da olsa hatırlıyorum dediğimi hatırlıyorum sadece. Şimdi buradayım. Kulağımda az önce yarım bırakılmış, durdurulmuş bir filmin müziği var. Filmler...Yarım bırakılan...Bıraktırılan. Belki de bıraktığımız.

Hiçbir şeyin önemi yok! Her şeyin önemli olduğu kadar. Yansımalar gittikçe büyüyor gözlerimde. Dilimin bağı çözülüyor. Baş harfi "." olan bir kelimeyi sayıklıyorum. Noktalama işaretlerinden sana isimler biçiyorum. Hiçbir zaman söylemeyeceğim, senin de bilemeyeceğin... Adının seslendirişini ona benzetiyorum. Sıkılıyorum. Yorulduğumu sanıyorum. Sahipleniyorum.
Sonra, kapıyı hatırlıyorum yeniden. Kapının kilidini açtım. Evet, açtım. Üzerinde ne vardı? Varlığını anımsatacak herhangi bir iz, renk, koku. Bilmiyorum.

Üzerinde ne olduğunu saatlerce düşünse de hatırlayamadı. İçeri girişini ve sonra sessizce o mevsimden arınışını izledi. Yüksek rakımlı sözlerini dinledi. Her sözcükte biraz daha irtifa kaybetti. Bir dal, belki bir kaya parçası ya da herhangi bir şey aradı kurtulmak için, bulamadı.
[Üçüncü tekil. Anlatıcı değişti.] Yorgunum.

Kekik kokusu saçlarımı sardı. Kollarım hala açık bir vaziyette bekliyorum ve durdurulmuş filmin müziği her nasılsa bu herkesten uzak dağ yamacında. Duyuyorum. Müzikle aramda hiçbir şey yok. Belki rüzgâr... Ama o da vazgeçti. Dirseklerimin oradan yavaşça terk ediyor bedenimi. Müzik devam ediyor. O susmuyor. Bir tek o susmuyor. Sanki tanımadığım birinin gözleri üzerimde. Keman çalıyor. Yalınayak çalıyor. Ruhu çırılçıplak. Kollarımı indiriyorum elimi uzatmak için -ki kemanını bırakmayacak, çok iyi biliyorum. Çıplaklık bırakılmazdı değil mi?

Belki birkaç dakika kemanını hiç susturmadan çalmaya devam etti. Ayak uçlarında, serin dağ yamaçlarında konaklayan kekikler vardı. Her notada ufak adımlarla üzerinden geçti. Canı yandı. Kekikler derisinden içeri süzülüp yavaşça damarlarına sokuldu. Sokulmak böyle bir şey miydi? Apansız. Özgürce. Durmadan. Dik başlı. Cesaretli...

Bütün dünya duruyor sanki. Her şey beklemede. O adama ne oldu? Az önce gelen müziğin sesi neden şimdi duyulmuyor? Kayalıkların üzerinde parçalanmış kekikler var. Kim koydu onları oraya? Görmüş müydüm? O gözleri gördüğümü biliyorum. Üzerimdeydiler... Peki ya gerçekten görmediysem? Olabilir mi böyle bir şey?
Olmak...Sanmak...Görmüş olduğunu sanmak...

Buradayım. Sanrıların peşimi bırakmadığı yerde, bir dağ yamacında. Hep birinci tekildim. İkinciler ve üçüncüler gelip geçiciydiler...
Ben vardım. Varım. Ben hep vardım.

Bak, dans ediyorum. Bu bir vals... Kemanlar, o adam, rüzgâr, kekik, bütün şahıs ekleri ve BEN bir yaylım ateşinin tam ortasında, kimi zaman kenarda ama daima orada bir yerde VARIZ!




http://fizy.com/#s/1h1j2s

26 Haziran 2010 Cumartesi

Kelebeğin Kanatlarındaki Dizeler

Denize karşı yazıyorum sana... Sessiz ve sakin...
 Sana yazıyorum, seninle konuşuyorum.
Bu mektup sana ulaştığında, bugünü hep hatırlamak istersen...
...unutma... Ona gözlerim değdi... Ellerim dokundu.
Burada seni bekliyorum, titreyerek.

                                                                                                                      Theodoros Angelopoulos/Eternity and A Day


Onlar küçük bir umudun peşinde sıralanmış dizelerdi. O ki ellerinden tutarsa yanı başında konaklayacak, bir tutam mavi gökyüzüne dalan bakışlar için kendilerini açığa çıkaracaklardı. Yeryüzü kendi kimliğinden sıyrılıp onca yaşanmış saldırıdan arınıp bu şölene ev sahipliği yapacaktı.

Önce Ahmet Muhip Dıranas devralır mısraları:

" İnsan yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar birgün bir camı açtığını..."

Cam açılır mı açılmaz mı onu ancak gelecek zamanın içinde bir yerlerde bulacağızdır. Sonra Edip Cansever'e sıra gelir. Seçim yapmak böyle zamanlarda hiç zor olmaz sanki. Çünkü bellidir istenen. Onlar bunu bilirler ve şöyle der şair:

"...Neredeyim
Kelebeklerden dokunuşlar alan bir yaprak gibi inceyim..."

Nasıl olduğunu sorar ya Ruhi Bey, onlar da merak eder 'senin' nasıl olduğunu. Seninle o kadının nasıl olacağını. Yol uzundur. Konaklayacak daha çok cümle ve paylaşılacak mısralar vardır. Kurşunkalemin ucu biraz körelmiştir. Kalemtraş hiç vakit kaybetmeden devralır gittikçe yalnızlaşan siyahlığı. Tüketildikçe can bulur kalem. Azaldıkça üretir. Yola çıkmak için hazırdır kurşunkalem. 'Sol'da bir yerde yer edinir kendine ve konuk olduğu yerde bu defa Cemal Süreya oturuyordur. Keşke der ve başlar söze:

" Metinlerde buluştuk kopkoyu deyimlerde
Koşut ve eş zamanlı okuduk kimi kitapları...
Uzaklardaydın, oracıkta, öbür kıtada
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

Her keşkenin öncesinde sıralanır özlem de bekleyiş de sitem de... "Onlar" nedenlerini şaire bırakırlar. Sus payını devralırlar yaşamdan. Sona doğru yaklaşırken güzel akşamlarda dizdize okumak için Özdemir Asaf da yerini alır ve der ki:

"...Sana geliyorum, yalnız sana,
Yalansız, gizlisiz.
Olduğu gibi anlatacağım ne varsa,
Bil, bilsinler, biliniz."

Samimidir "onlar". Seslenirler.

Onlar "bir gün", yalnızca birkaç cümleyle hayatına giren bir ev sahibine, hediye edilmiş kurşunkalemle uzun bir mektup yazdılar. İçine, bugüne kadar biriktirilmiş her kitabın, her düşüncenin, her izleyişin ve seyrin, kocaman yansımalarını koydular. Sonra o mektup havalandı küçük bir kelebek yardımıyla. Pazardı. Hava yağmurlu günlerin aksine, güneşle pazarlık edecek kadar sıcaktı. Kelebek biraz yorgun düşse de o mektubu bahsi geçen evin penceresine bıraktı. Kanatlarında birkaç dakika daha yaşayabilecek bir yaşam çırpınışıyla arkadaşlarına haber salarak: " Hey, buraya gelin! Bu pencerenin içinde bir hayat var. Ona rengârenk kanatlarınızla ' sana yaşam dizelerini getirdik', diye seslenin dedi." Sayısız kelebek oraya hücum etti. Ev sahibi neye uğradığını şaşırmıştı. Neler olduğunu anlamaya çalışırken kelebeklerden biri omzuna kondu. Ona ne ikram edeceğini bilemiyordu. Su, ekmek kırıntıları, müzik... Düşündü, düşündü bulamadı. Kelebek kanatlarını aşağıya eğdi ve ev sahibinin yüzüne bakarak şöyle dedi: " Bir insanı sevmekle başlayacak her şey. "

23 Haziran 2010 Çarşamba

Doğasındandır

Kurtarılmaya yüz tutmuş bir cümlem vardı az önce. O da tıpkı anlatılanlar gibi uçup gitti. Oysa ne çok şeyi dökmüştüm dilsizliğimle yana yakıla. Şimdi yalnızca kesik kesik yarım kalmış bir anlamı almış yeniden yaratmaya çalışıyorum tüm sıkılganlığımla. Son kalanın ölümsüzlüğü, son anın dönülmezliği. Kabuklar... İsli görüntüler ve İstanbul.

"Hatırlamak için uzaklaşmak gerek" diyordu bir replikte kadın. Yeterince uzaklaşmış olmalıyım. Onca yitirilmişliğin üstesinden gelmişim demek ki. Oradan oraya koşan adımlarım artık bir tek kendine dönük ve kendine gülümseyen. Anımsama defterinin sayfalarında, sözsüz yaşantılar. Dilsizliğimle gelmiştim bu gece, düşündüklerimle ilerliyorum şimdi.

Kısa bir görüntü gibi bazen an. Yerleşiyor, seçiyor ve sonra kayboluyor. Gece yeknesak ilerlerken, birdenbire açılmış bir sayfanın satıraralarına döşemeye çalışırken akılda kalanları, ya da içte bir türlü duramayanları, anlık bir tedbirsizlik o anı yerle bir ediyor. Sonra neyi nerede anlattığınızın veya neyi nerede bıraktığınızın hiçbir anlamı kalmıyor... Gideni bırakmak neden bu denli zor, anlayamıyorum? Gelemeyecek olanın kendine has bir büyüsü mü var? Gitti işte, bir daha yazılamayacak...

Dalından kopup yere düşen bir yaprak gibi geride kalan cümlelerim. İnce bir dal gibi aklımdadır, o sonbahar akşamı. Çat diye bir ses gelmişti yüreğimden. Bilseydim kolay tamir edebilirdim belki benden gideni. En çok da tanımsızlığı yakıp yıkar ya aşkın. Yeri, varla yok arasında bir yerdedir hep. Hiçbir eylem tam olarak ona ulaşamaz; ya da herhangi bir kelime... Doğasındandır belki de... Bir mevsim hep eksik, ya da fazla... Doyurulamayan yanları açıkta kaldıkça, huysuzlanır. Geceyi alır koynuna, susuz bırakır teni...

Yapamıyorum... Olmuyor. Sıkışıp kaldı işte içimde onca söz.. Biraz bağırsam, var gücümle haykırsam. Kanayan yerlerimi biraz daha anlatsam...

" Sen, ben daima... " diyordu bir replikte kadın ve erkek. Yeterince âşık olmalılar birbirlerine. Sevince yeter hale mi geliyor duygular? Ya da bütünselliği oluşturan, karşılıklı dillendirilmesi mi bu cümlenin?
Bu da değil, biliyorum.

Sonbaharın içinde taşınır durur bir kopuş. Doğasındandır. Bilir anı gelince çekip gideceğini dal, yaprağın. Çırpınışları geçersizliğinde saklıdır mevsimin. Bu bir geçiş anıdır; yerini devredecektir yaprak. Doğasındandır...

Kapanmayacak.

Yürüyüş yolu üzerinde olası karşılaşmaları saklar zaman. Bir kapıdan bakacaktır geçip giden mazi. Kapının gıcırtısında anımsanacak unutulmuş sözler. Sonra kapı yeniden kapanacak ve sırt sırta doğrulanacak ayrılık...
Doğasındandır.


22 Haziran 2010 Salı

Olur

Yaşamı neresinden askıya asarsanız yaşam, orada kalıyor. Kimi zaman kaçırılmış bir otobüsün ardından bakarken, başlama saati kaçırılmış bir sinema filminin koltuklarına yerleşmeye çalışırken, birlikte yenilmiş bir yemek sonrası masada kalan artıkların duruşunu birbirinden habersiz izlerken ; kimi zamansa ten tene uyutulmuş gecenin hemen sonrasında doğan güneşle, gözlerin birbirine kenetlendiği anların anımsanışında... İşte tam da oralarda bir yerde yaşam, kendine silinmesi zor bir yer ediniyor. Hepsi, evet hepsi o askının demirden yalnızlığını, çoğaltan duygular.

Yürüyorsun. Adımlarının coğrafyasını karalayamayacağım kadar yakın bir güzergâhın hemen orta yerinde. Tanıdık kokuların gölgesinde şekillenen bedeninin ve o gülümseyen gözlerinin sıcaklığıyla. Özlem ölmüyor, biliyor musun? Yürek nerede, neyi kollayacağını öğreniyor olsa da işlenmiş sözlerin ağırlığını yok etmek kolay değil. Gönüllü bir taşıyıcılık benimkisi. Bir gün bir yerde ölümünü beklemek gibi bir şey. Kimsesizliğin dilini sen benden daha iyi bilirsin. Boş bir evin duvarlarının neleri anımsattığını. Günübirlik telaşların sonrasında eve doğru ilerlerken birazdan kapıyı açacak olan yalnızlığı, değişmeyen eşyaların izlerini… Bunların hepsini sen benden çok daha iyi bilirsin yârim. Çünkü ben senden dinledim yitirilmiş bir geçmişin kırık dökük cümlelerini. Bir tek senden duydum masallardaki kadın ve erkeği. Şimdi yerle bir, kalemin ucundan dökülen her anlam.. Kim bilir sen, neredesin?

Yavaşça akşam oluyor. Gerdanından öperek uyandığım şehir dudaklarıma dokunan sigaranın sıcak ve acı tadını mevsim rüzgârlarıyla dağıtarak bana bakıyor. Haliç'in yüksek rakımlı gözleri, uzak bir şehri düşlüyor. Hani o düştüğüm şehri... Hafızalarda ufak tefek sıyrıklarla atlatılmış bir dem vaktinde karşılaşmadım seninle. İşte bu yüzden, sırf bu yüzden, ruhun devingen yollarında arşınlanmış bir sevdayı, sisli bir İstanbul aksanıyla çözmek bana göre değil. Kadınlığım acılarına dokunuyor ve dokunduğu yerde, koca bir tebessüm(l)e (b)ulanıyor...

"Orada mısın?" dediğin sayfaların tozlu sokaklarından, her zamanki sessizliğimle geçiyorum. Daha büyümemiş bir gülümsemem var, biliyorum. Oradan belliydi zaten, hiçbir şeyi sensizken büyütemeyeceğim. Hiç birimizin hayatları kameradan görünmüyor. Ağaçlarla örtülü bir bahçenin sıcaklığını taşımıyor gözlerimize... ve iki insanın birbirine bakarken ki doyumsuzluğunu ne kelimeler ne de başka bir şey yeterince dillendirebiliyor, ten ve ruh içindeki "ben"lerimizden başka...

Üzerine alınmak, senin olmayan bir şeyi, senin hissetmek gibidir ama seninse, üzerine alınmaya gerek yoktur. Bazen aşktan kaçmak gerektiğini sen bana söylemiştin; eğer seni ne kadar yakacağını biliyorsan. İkimiz de hiç bilemedik o yoğunluğu... Bunu yalnız, bizim gibi birbirinin içine düşen iki düş yaşadığında daha iyi anlayabilir belki de. Ne kadar yazılsa da ne kadar dillendirilse de yine de "eksik bir şey var" hayatım(ız)da...

Beni sende eriten, düşlerimdi oysa. Her yaprağı, her gelişi ve her varlığı yok sayan, bir doğumun ertesiydi.

Her neredeysen orada, olur... Olur...Olur…

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XIX-

“Burada bir adam var uzakta…”

28 Mayısın toz kaldıran günleri. Boylu boyunca uzanmışım sensiz açtığım pencerenin peçeli bakışlarına. Hiçbir şeyden haberinin olmadığı düş takviminden bir yaprak daha kopartıyorum bizim için. Alfabemde yer bulmanın sevinciyle, yaklaşıyorsun ayaklanan bir geceye daha. Eteğinde yepyeni bir sabah yazısıyla.

Senin olukların hep içe doğruydu. İçten içe. Belki de bu yüzden darmadağın oluyordu sokaklarım. O kör yolculukta çarpa çarpa yol alıyordu bedenim. Durduramıyordum duvarlarımda bıraktığın lekelerin canımda açtıklarını. Bir pencere böylesine yakın düşecek miydi düşlerime?

29 Mayıs’ın boşluklardan kalma, özlemlerden artırma bir anı. Şarkı gibi. Mırıldana mırıldana işte yine düşüyorsun kırılmış hüzünlerime…

“ki..ben de özledim..
...suskunluğa düzensizlikler ekledim.”

Son söz…

Sen henüz hiçbir başlığına son söz koyamamıştın hayatta. Hem, hangi dize tamdır ki, aslolandır? Kıyılarımıza vuran dalgaların getirdikleri ne zaman tam anlamıyla istediklerimiz olmuştur ki? Yaşam, biraz da eksik kaldığı yerde tamamlıyor sanki bizleri…

“ - Topla eşyalarını...
sonra da
bilinmeyeni ol…
...
her bilinçte...
bir kez daha yok oluyor
gerçekler…”


Bu şehrin kimsesizliğini toplamak işime gelmiyor bazen.


17 Haziran 2010 Perşembe

Sessizlik Payı : Bir Sana Bir De Bana

Yaklaş. Şşşt, adımların ürkütmesin dizelerimi. Biliyorum yine gideceksin ama önce yalnızca kısa bir süreliğine konakla benimle.

"- Yokum farkındasın değil mi?
- Yok-tun...
- Yoo hâlâ yokum. Bak aslında yazmıyorum...
- Peki..."


Basamaklar. Hangi adımımda, kim bilir neresinde duracaksın veya duracak mısın? Bir kâğıdın ucunu katlamak için çırpınmak gibi bir şey bu. Hani alırsınız ve bin bir itinayla iki ucu birleştirmeye çalışırsınız ya, bu da böyle. Üst üste getirebilmek için düş eksenlerimizi, aralıksız çırpınıyorum. Yok, yok böyle de olmayacak. Tarihin bir türlü gelmeyen duraklarında bekliyorum. Burası belki de yanlış durak. Bir sonrakine geçiyorum. Saati yanlış hatırlıyor olabilir miyim?
Yolculuk daima içime doğru...

"- Şarkım. Unuttun değil mi?"
"- Dinlemedin mi yoksa?"
"- Ben o şarkıyı çaldığın anda uyumuş olabilir miyim acaba?" Gazeteleri okumaya başladın. Ondan sonra on dakika uyumuşum. Sonra yine uyandım. O zaman mı çaldın?
- "..."
"- Söylemeyecek misin?"
"- Söylemem"
"- Ne yapalım. Israr etmem..."
"- Etme zaten..."


Etmedim. Kelimelerinden yayılan ve sinirlerime değen onca dalgaya rağmen, ısrar etmedim. İnadın geçmişi uzundur bende. İnada inat... Ne düşünürsen düşün. Sayfa aralarında yine kaybolacağın anın sancısı yerleşti çaktırmadan içime. Birazdan diyarımız değişecek. Sen kim bilir hangi sokakta adımlayacaksın düşleri bense hangi çıkmazlarda. Saatler hızla düşüyor noktalardan aşağıya. Son ses. Son vurgu. İşte her şey yine yerli yerinde. Kolay değil bekleyişlerin sırtına yüklediğiniz bir mevsimle boy ölçüşmek. Siz zamana, zaman size merakla göz kırpar... Nerede bir son durak vardır ve dokunuşların usulluğu ne zaman düşer tenlerin bilinmeyen tadına, bilinmez. Düş yoğrulur ve düşten oyunlar kurulur gece yarısı anılarının taze portakal suları arasında. Çıkıyorum ne olacağını tahmin edemediğim yolculuğuma, kaldığım yerden.


 "- Yarım asır gibisin. Yaşamın lavabolarını geyikler açmıyor hanımefendi.”
"- Neyse. Yaşamın lavabolarını bende geyikler tıkıyor sanırım..."
"- Her halime her halin..."
"- Zulüm..."
"- Her zalime bir zulüm..."
"- Pıh...pıh....pıh.....pıh... Musluğu kapat..."
"- Pıh sesine alışmamışım, kapanmıyor...
"- O zaman göz kapaklarını ört!"
"- Seni göremem, olmaz"

Bir gece öncesinin damağımda kalan tatlarıyla yola koyulmak. Çantada, az sonra acıkacak olmanın verdiği rahatlıkla bekleyen birkaç hazır yemek(!) Gümüş özlemler... Değeri dudak arasına katlanılıp bırakılan beyaz yaşamlar. Akıp kaldığım söz dizimlerinin boğazımı yakan baharatlı tadı. Üç dakika es vereceksin yine. Hazırlığın başladı. En azından bu titreşime alıştırdın beni. Belki de ben alışmak istedim. Sana ait dokularda dolaşmak hoşuma gidiyor. 

"- Üç"

Sonra ben yine konuyu değiştireceğim. Sonra yine aynı soruyu soracağım... Sonra sen, hangisi diye soracaksın bana. Cevabının tatminsizliğinde dolaşacak ve yeniden o tanıdık yerimde savaşıyor bulacağım kendimi... Yine satırların özgürlüğü benim elimde bugün anlaşılan. Konuşmayacaksın.

"- Neyse... Gidiyorum..."
"- İstersen gitt!!!"


Tek şeritli yolda gitmenin zorluğu... Senden gelen tek ses :
" Öyle sabahlar..."




-

12 Haziran 2010 Cumartesi

Güneyin Selamı Var Sana!

Bir sonsuzluk yolcusudur o.  Bir gece, ansızın gidiverdi. Sıcaktı. Gözleri gözlerime değdi ve sonra arabasına binip usulca uzaklaştı kollarımdan. Özgürlükler onun, uykusuz her gecenin sonunda tutacağı her cümle hepimizin. Şimdi derin bir sessizliğe gömülüp yeryüzünün bütün seslerini dinleme vaktidir. İstanbul sokaklarına düşeceğim her adım, bugüne kadar söyleyemediklerimi dillendirecek gökyüzüne. Mesafeler yoktur bilirsin sevgili. Bak, minik bir kuş çoktan havalandı bile penceremin ucundan gökyüzüne. Çevir yüzünü, kaldır başını güneyin yorgun bakışlı kasabasından yukarıya. O orada ama ben artık yanında olmayacağım. Özleyeceğin kokular gönderiyorum sana, özledikçe sarılabileceğin ve bundan sonra hiçbir zaman sana ait olmayacak kokular... Çünkü hiç fark etmedin bile aslında ansızın gittiğini. Oysa ben senin içinden çıkıyordum sen bilmediklerinle oturuyorken karşımda.

Şimdi seni tam da sağ tarafında duran bir benzerime, benden olanı taşıyan bir başka kadına devrediyorum aldıklarımı. Sıcaklar geçti. Hava yavaş yavaş soğuttu her şeyi. Sağ kolumda hafif bir rüzgâr uğurluyor beni.
Güneyin selamı var sana. Unutmadan dönme.

Hoşça kal.

11 Haziran 2010 Cuma

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XVIII-

Kırılma noktası.

İşte şimdi başlıyor o muhteşem dans. Bütün hazırlıklar tamamlandı. Elbiseler, ayakkabılar, makyaj, müzik ve elbette bir mekanı güzelleştirebilecek daha birçok şey. Başrollerde kimin olduğunu eminim merak ediyorsunuz. Ama durun! İnanın bir isim vermenin hiç anlamı yok. Ki zaten adam ve kadın başlangıçtan bu yana bir sürü tanımlamanın içerisinde yer almıştır. Hepi topu yer almaya da devam edecekler. Bunu bilmeniz yeterli.

Başlayalım.

Bir şehir canlandırın gözlerinizde. Dilediğiniz rengi vermekte özgürsünüz. Ben o şehre "gri" rengi uygun buldum. Birçok defa türlü nedenlerle yolum nedense hep oraya düşüverdi. İlkini inanın ben de hatırlamıyorum. Sonradan anlatılanlardan öğrendiğim kadarıyla uzunca bir süre de hep o grilikte yaşamışım. Ne tuhaf, o zamanların tek bir anına dair herhangi bir görüntü yok hafızamda. Yalnızca oldukça hareketli günlerimin olduğunu etrafımdan duyduğum kadarıyla söyleyebilirim.

Sonra, o zamanlar bilmediğim bir nedenden dolayı ayrılmışım. Önce maviye, ardından turuncu, kahverengi, yeşile gitmiş ve hoop tekrar griye geri dönmüşüm. İlk ayrılışımdan tam on iki yıl sonra. Bu arada olan olayların kronolojik sıralaması yapmayı istemiyorum. Çoğu ergenlik anılarından, dik başlılığım yüzünden başıma açtığım olaylardan, aşktan meşkten ibaret. Tahammül sınırlarımı zorlayan konular anlayacağınız. Samimiyetle dinlemek isteyebileceğiniz ama asla okumayı tercih etmeyeceğiniz bir sürü kalabalık olay örgüsü... (Anlatırken daha heyecanlı oluyorum da.)

Hızlı zamanlar. Aklın tilkilik yaptığı, ufak cilveleşmelerin dozunun giderek arttığı ille de "yaşamalıyım" mottosunun ayyuka çıktığı ele avuca gelmediğim dönemler... Hala o anların adrenalini yüksek günlerini gülerek aklımda tutabiliyorum. İnsanın kendi zekasının, kendisini alt etmesine izin verdiği anlar diyelim biz kısaca. Hani bilirsiniz her şeyi bilmesine de yine de korkusuzca orta yere atıverisiniz her şeyinizi. Başınıza gelecekler umrunuzda değildir. Engellenemeyen maceracı bir ruhun peşinde oradan oraya savrulursunuz. İncinirsiniz. Kırılırsınız. Dağılırsınız. Dmkülürsünüz ve bir tülü kısa süre içerisinde toplayamazsınız. Aslına bakarsanız hiç zor değildir kalkıp şöyle bir silkelenip kendinize gelmek ama işte o zeka bile bile alt eder sizi. Siz de izin verirsiniz. Belki de başka çarenizin olmadığınızı düşünmek, ağlayıp sızlanmak en iyisi gibi görünür.

Böyle olmayacak.

Griden yine ayrıldım. Bu defa renginin tam olarak ne olduğunu hala kavrayamadığım bir başka şehre. Uzunca bir süre orada yaşadım. Her şey enteresan bir döngüdeydi. Sanki varolan sorumluluklarınızı aslında hiç de öyle olmayabileceği türden bir rahatlıkla oyun dışında bırakabileceğiniz, canınızın peşinde -ne isterse- dolaşabileceğiniz bir ayran gönüllülük şehrinde, vakit geçirdim. Her şeyi de yaptım. Ama bir şehrin sınırlarının bittiği yeri anlatan o "sınır tabelasındaki" gibi bir türlü kendi sınırlarımı bilemedim.

Noktaya geri dönüş.

Kırmızı bir ışık vardı odada. O gelmeden birkaç gün önce, ölü sarı renk yayan diğer bütün ışıkları teker teker sökmüştüm. Bütün odalara aynı vahşiliği yaymak istercesine, üşenmeden hepsini değiştirmiştim. Bazen ilk adımda tüm bu ayrıntıları neden yaptığımı bilmeksizin bir şeyler yapıyorum. Bu da öylesi bir şeydi. Bir hışımla illa kırmızı olmalı diyerek evin rengini baştan aşağıya kırmızıya çevirmiştim. Kırmızı rengin insanda uyandırdığı ilk izlenimleri kime sorsanız, yaklaşık olarak aynı şeyi söyleyecektir. Neden kırmızı?

Bitirelim.

Yeniden griye dönüş. Orası benim kürkçü dükkanım. Nereye gitsem, hangi rengin koynuna kendimi bıraksam tıpış tıpış ona geri dönüyorum. Sevdiğimden değil belki de içten içe seviyorum ama bunu kendime nedense bir türlü söylemek istemiyorum. İtiraf diyecektim fakat bu kelimenin ağırlığını da oldum olası sevmiyorum. Sanki bir ton yük binmişçesine omuzlarıma, bu kelimeyi ne zaman kullansam taşıyamayacağımı ve altında ezilip öleceğimi düşünüyorum. Sizin yok mu öyle kelimeleriniz? Benim her duyguma bir kelimem vardır. Hatta bazıları için bütün hayallerinizi durdurabilirim.

Bir başlık olmalı değil mi?

Bu defa fena kıstırdığımı söylemeliyim. Şu an griden ayrıldım. Renk cümbüşü bir yerdeyim. Her güne bir renk verebileceğim ölçüde skalası oldukça geniş bir rüyadayım. Öyle çok ressam, tablo, yazar, kâğıt, kalem var ki sıralamaya kalksam yazı ömrüm tükenir. Bunlar da geriye bir şeyler kalsın diye akıl defterimin içinden çekip çıkardıklarım. Biraz karışık. Kendine dönük. Yakalamaya çalıştıklarım arasından benden size kalacaklar. Öyle ki başlangıçta ne diyordum şimdi nereye geldim. Bir parantez açarsınız hayata ama o parantezin içine neyi sığdıracağınız konusunda seçim yapmak durumundasınızdır. Seçimi zorlaştıransa bugüne kadar ruh çizginizden gelip geçenlerdir.

Kırılan nokta.


Her şey hazır. Sadece zamanı kestiremiyorum. Elbisem, odanın rengi, ayakkabılarım, makyajım. İlk cümlem ve ilk hareketim. Heyecandan ölmemek için içimdeki her şeyi kırdım, döktüm.
Müzik başlasın!

9 Haziran 2010 Çarşamba

Nereden Başlamak İstersen

Nasıl başlıyordu…
Biraz çocukça ve belki biraz da şirinlik parfümünden sıkılmış bir tutam kokuyla. Oysa senin kokunu bilmiyorum ben ama havada asılı kalmış iç huzurunun ta kendisiysen, demek ki ten bir yerde kendini hapsolduğu yerden çıkarıp başka tenlerde vücut bulabiliyordur…

Korkma… sana bilmediğin masallar anlatmayacağım ama bildiğin masallara da yer yok burada… Ben hep resmin olmayan tarafında oldum. Bu yüzden içten içe dökülür ya benliğim…Seni de nasıl dökebilirim diye düşünmeden kaleme alıyorum, belki de ilk defa doğaçlama bir sirkülasyona tabi tutuluyor aslında konuşmayı beceremeyen düşlerim.. Eski dünyaların kara kaplı sayfalarında neler yazarmış acaba? Ya da sonrasını düşünmeye fırsat bile bulunamamış aşkların uyku sonrası mahmurluğunda kimler saklanırmış.. Binlerce çocuktan biri olabilir miyiz acaba?
Ateşi al eline…
Sonra kapaklarını kapat içmekten zevk aldığın içkilerin…
Kollarını koy göz kapaklarıma ve geceye uzan…
---

“ Önce boy veriyorsun. Çok derinse girmiyorsun. Başlarda biraz soğuk ama insan yaşadıkça alışıyor.”

Ayakkabılarını çıkardı. İçeriden gelen müziğin, daha damarlarından yayılmasına izin vermeden, banyonun soğuk taşları arasına doğru usulca yol aldı. Suskundu. Bakışlarındaki o huzurlu salınış, koca bir ayrılığın resmini çizemeyecek kadar bitap düşmüştü. Geceleri uykulardan düşmek, sessizce bir sigarayı pencere kenarında ağır ve tortulaşmış düşüncelerle içmek ve başını ellerinin arasına alıp ara sıra da olsa bölünmüş bir geçmişin ayrıntılarında gezmek, belki de bir yol ayrımının ondaki en belirgin noktalarıydı.

“ Sonra sırtüstü yatarsın. Gözlerini kaparsın… Yavaş yavaş bir şey göğsüne baskı uygulamaya başlar ama kalkamazsın. Daha ne kadar devam edecek diye merak edersin. Gitgide nefes alamamaya başlarsın. Bacakların uyuşur. Bir anıyı oynatmaya başlar beynin. Bir anda fırlarsın yataktan…ve alkollü…

Banyo… Acaba sırılsıklam olmuş benliğini daha ne kadar ıslatabilirdi ki! Bir damla sonra birkaç damla daha ve sonra ard arda gelen damlalar…
Kuşatılmışlıklar…
Tortularına saklamaya çalışılmış ama bir türlü saklanmayı bile becerememiş aşklar…
Hayır!
Dejavularda tutmayacağım seyir defterlerini ruhun. Kuşatılmış ve benliğin koridorlarından alıkoyulmuş her şey uzak durmalı. Bir damla daha! Hadi… Tek bir damla daha…
Sular…
Gitmeyin. Kesilmeyin. Savurmayın

“ Şimdi öyle deyince uyumuş olabileceğinin yüksek ihtimali geldi aklıma. Evet, gözlerinden huzurun, dinlenilmişliğin okunduğu… Hayat garip! Gemiler falan…”

Banyonun soğuk taşlarına atılan bir adımla başladı ıslak adımların dansı… Yürüyorsun.  İçindekileri kim bilir nereye sakladın? Kısa bir arınma anı sırasında, neleri geride bırakmaya çalıştın, bilemiyorum. Bazen baharların neden bu kadar geç geldiğini düşünüyorum. Tomurcuklanmaya yüz tutacak ağaçların, neden vaktinden önce çiçek açmaya çalışıp sonra mevsimi geldiğinde, kuru bir görüntüye kendilerini teslim ettiğini… Yüreğime alıp saklamaya çalışırken koca bir ömrü, niye böyle apansız çekip gittiğini? Terk edilenle, terk edenin arasındaki köprüyü kuran bağların, niye böylesine nefretle birbirinden koparıldığını. Bazen, anlamaya çalıştığım şeylerin neden gitgide daha da anlamsızlaştığını ve benden uzaklaştığını düşünüyorum…
Bu “bazenlerin” daralan sokaklar gibi önüme bağdaş kurmasını sevmiyorum!
Serde sereserpe olmak vardı hani…!

“ Zamanla acıya dirençli hale gelirken sertleşmese bari içim… Kırılgan halimi seviyorum…”

Bu farklı bir tonlama. Masalsı korkuların olmadığı, iki noktalı yaşamların güvertede saklanmaya çalışmadığı ve gerdan kıran nazlı bir kızın, yer almadığı bir tonlama… Başlangıçlarını unutuyor bazen yüksek dozda verilmiş isyanlar. Oysa ne çok dayanmıştık uykularda seninle, tanımadan, dokunmadan, koklamadan…

Yaşam, meçhul sorguların yol ayrımında gözlerini üzerimize doğru savururken; hepimiz fişleniyoruz cümlelerin girdabında…

Ve asıl işte şimdi gidiyoruz…

 Nereden başlamak istersen oradan başlamalı
.

29. İstanbul Kitap Fuarı "TÜYAP" Tarihleri Belli Oldu

Kitaplarla olan dostluk gibisi yok. Elbette bir insanın yerini alamazlar ancak kimi zaman her şeyden daha yakındırlar bize. Sessizliğimizi, sevinçlerimizi, korkularımızı, kısaca yaşama dönük her türlü duygumuzu içten içe paylaşırız kitapların sayfasında. Bir cümle ve belki bir şiir dizesidir kapılarımızı açan ya da tamamlayamadığımız her cümlenin başında aklımıza ve kalbimize dokunan tek bir kelime bile yetebilir zamanın koridorlarında dolaşmamız için...

Anlatmak için sabırsızlanan ruhum böyle zamanlarda hiçbir anlama yetişemez ne tuhaf. İçimdeki coşku yüzümü güldürür yazarken, gözlerim dolar. Sanki muhteşem bir haber almışçasına kocaman dalgalar yerleşir dudak kenarlarıma. Güzel gülümsemeler... İnsan kitaplığına bakarken rahatlar mı? Defalarca gördüğü kitap isimlerini hep aynı heyecanla yeniden ezberletir mi zihnine? Okuyamadıklarını ya da bir türlü fırsatını bulup da eline almadığı kitaplarını gördüğünde, haksızlık duygusuyla karşı karşıya gelir mi? Bütün bu soruların karşısında “ben” duruyorum. Daha nice soru sıralayabilirim size.

28. İstanbul Kitap Fuarı’nın iki gününe gidebilme fırsatım olmuştu. Elbette hafta içi olan zamanlarda da orada olmayı isterdim ancak iş saatleri ve fuarın kapanış saatleri neredeyse aynı zaman dilimine denk düştüğünden, hafta sonuyla yetinebildim. Yine de sevdiğim yazarların bazılarını görebilme ve ona yakın kitap alabilme şansını yakaladım. Saatlerce yayınevlerinin standlarını gezmek, kalabalığa rağmen o büyük kitaplıkta kaybolmak, her şeyi unutturuyor orada bulunduğunuz süre içerisinde.

Tüyap’tan alınan kitabın mutluluğu bir başka oluyor. Elinizde bir sürü yayınevinin birbirinden farklı torbalarıyla ve içinde sabırsızlıkla okumayı istediğiniz kitaplarla eve dönülen harika bir yolculuk yapıyorsunuz. Hele de dönerken yol boyunca teker teker aldığınız kitapların sayfalarına şöyle bir göz ucuyla da bakmak, inanılmaz keyifli. Mesafenin yorgunluğunu da bu şekilde atabiliyorsunuz. Laf aramızda hala Tüyap’tan alıp da bitirmediğim kitaplarım var. Araya başka başka kitaplar girdi. Yine de onlar okunacakları günü bekliyorlar. Unutmadım, aklımdalar.

Bu sene, 29.’su düzenlenecek olan İstanbul Kitap Fuarı, 30 Ekim – 7 Kasım 2010 tarihleri arasında TÜYAP Kongre ve Fuar Merkezi – Beylikdüzü’nde yine okurseverlerle buluşacak. Bu senenin Onur Yazarı Doğan KUBAN, teması ise “ İstanbul’u Yazmak”

Fuar için erken bir duyuru olabilir. Zaman içerisinde yeniden hatırlatacağım. Ben heyecanlandım sizi de bu heyecana ortak etmek istedim. Gönüllü bir işbirliği anlayacağınız.

Hatta bu heyecanımı bir şarkı hediyesiyle de anlatabilirim sizlere. http://fizy.com/s/1aijol 
İşte böyle olunca insanın başı telaşlanabiliyor ister istemez. 

Kim bilir belki de karşılaşırız orada herhangi bir kitap standında kitap sayfalarını karıştırırken…

Henüz çok fazla detay yok ama ilgilenenler http://www.istanbulkitapfuari.com/ sayfasından bilgi edinebilirler.

8 Haziran 2010 Salı

Vazgeçip Gidiyorum

Minik bir kıvılcımdı gecenin damarlarından yayılan düş tozları. Bir sabah, ayak uçlarımda biriktirdiğim sıcaklığını alıp ayrıldım o odadan.
Gidişimin bir adı vardı ya isimlendirilmiş, şimdi ondan söz etmeye gerek bile duymuyorum...


Başkalarının pencerelerini açıyordu birkaç karaktere sığdırılmaya çalışılmış cümleler. Ufacık kutuyu boş bıraktığında bağırırcasına karşıma çıkan o cümleden, nicedir kaçar oldum. Yeni bir hayatın ilk basamaklarını koşarak çıkmaya çalışan bir ölümlünün, aynı hızda baş aşağı yuvarlanışı geliyor gözümün önüne, bakakalıyorum.. Bazen anlamsız güdülen kinlerin karşılığını pahalıya ödetiyor yaşam. Oysa akıntıya bıraktığımız bedenlerimizin "bir daha" ile başlayacak bir şansı yok! Fotoğrafların tozlu örtülerini yerinde bırakalı ve altından çıkabilecek olası görüntülere bakmayalı epey zaman geçti.. Şimdi damarlarda dolaşan ve bir sabah aniden çekilmiş kanın yerini, bambaşka kanlar alıyor..
Bu defa suskunlukların parantezi kenarlıklarla çevrilmeli ve melodisi değişmemiş bir zamansızlığın haykırışı, sonsuza kadar silinmeli.
Vazgeçiyorum…

Hep beklenmedik dakikalarda başlıyor sızılarım. Adına bir ek de benden dediğim, sinesinde yaşadıkça konaklamayı seçtiğim o küçük kızdan giderek uzaklaşıyorum. Bir akşamüstü, dolaşırken sokağın kalabalığına rağmen, fark etmeden durup da baktığım o mağazanın kalın camları arkasından gördüm onu. Öylesine küçük kolları vardı ki; bir ten ne kadar sarabilirdi ki o pembe albeniyi… Baştan aşağıya neresinden doldurabilirdi o narinliği. Mesela sever miydi o da içine girdiğinde ruhunu gülümseten kumaşları. Ya da göz ucuyla bakıp isteksizliğini anlatabilir miydi? Belki de en zor hayallerden bir tanesiydi bu. Bir yokluğa adını vermek. Henüz uyanmamışken uykusundan, bir yokluğa gülümsemeleri katmak çok ama çok zordu.

Elbette ilk, yanaklarımdaki yaşlar anladı hiç gelmeyenin gittikçe uzaklaştığını. Sonra, mağaza kapısının hemen önünde bekleyen satıcı kızın sözleri: “Ne kadar güzeller öyle değil mi? Kızınız için mi bakıyorsunuz?” O an “evet” diyebilmeyi ve hemen içeriye girip o pembe elbiseyi almayı, ne çok isterdim. Eve gittiğimde minicik bedeniyle annesini bekleyen o yavruya, tıpkı annesinin de yeni bir şey aldığında üzerine geçirmekten zevk duyduğu cicili bicili elbiseyi ona giydirip onu izlemeyi.. Öpmeyi, koklamayı… Kulağına en sevdiğim türküleri söylemeyi… O hassas tenine dokunup beni hissetmesini, ne çok isterdim…
Ne çok!

Kalın bir başlık altına, neredeyse her gün yazdığım yaşam belirtilerinin gittikçe zayıflayan kalp atışlarına, şöyle bir baktım. Saymaya kalksam, sayılamayacak kadar fazla kelime vardı. Her biri itinayla yan yana getirilmiş, bazıları canı damardan vurmuş, bazılarıysa dikenli teller gibi deriyi sıyırıp geçmiş. Kendi içinde, koca bir ömrü çevreleyecek kadar yeterli sayıda...  Yürek yansa da artık çarelerin eli ayağı kesilmiş günden, geceden. Öyle ki gecede tek dirhem su kalmamış.


Kuğu gibiydi sıyrılışı tenin. Sonra, uzun sessizlikler kolaçan etti yorganın yünden yapılmışlığını. Yaşamlarımızın sıvası dökülmüş, ıslak koridorlardaki ayak sesleri, kalın duvarların yalnızlığına gömülüp gitmişti. Boş bir çerçevenin bomboş yüzleri olarak asılı kaldık kendi çeperlerimize.
Kızgınlığımın bir adı vardı ya anlattıklarından konulmuş, onu sana vermeye, gerek bile duymuyorum…

Tüm nefes yollarını bugün, burada tıkıyorum. Pencere kenarında saklı kalmış son kırıntıları avuç içlerime doldurup gökyüzünün o tenha yanına savuruyorum. Pembe tozlarla yeniden dirilttiğim o kendine kızmışlığını, sende bırakıyorum.

Bu bir hesapsa; varın siz bunu böyle bilin; ama ben hesapsız yoluna girdim, hesapsızca da çıkıp gidiyorum!
Bu yollardan dönülmez, biliyorum…



7 Haziran 2010 Pazartesi

Şehirler ve Seslenişler

“Sen en güzel baharda düşersin dudaklarıma…”

Bir şehrin seslenişi en çok ne zaman belirginleşir bilir misiniz? Hani bir yerlerde, eksik yanlarınızdan kalan bir parçanızın olduğunu ve o parçanın her ne olursa olsun yaşamınızdaki eksikliğini, yalnızca ve yalnızca uzaktaki varlığıyla doldurabildiğinizi bildiğiniz zamanlarda.

“Böyle olur zaten…
Tanıdık şeylere rastlarsın bir dönem…
İyice akar içinden…
Sen akarsın...
Seninle bir şey gider ama en sonunda şanslıysan yola devam eder ve büyürsün…”

Büyüdük mü yoksa büyürken bizden gidenlerle birlikte, azaldık mı? Zaman ne de çok şeyin arkasında duruyor. Geçip giden onca yoksulluğa, kayıp anıların varlığına, gök gürültüsüyle uyandığımız sabahlara, sevgilinin koynunda, o uyurken aklımızdan geçenlerle, yalnızlıklarla, doyurulmayan en vahşi yanlarımızla, mevsimlerin içerisinde eriyip giden insanlarla, karşılaşmaktan ölesiye korktuğumuz ve bu korkuyla yüzleşmek istemediğimiz anlardaki, ufak tefek çocuksu davranışlarımızın yol açabileceği sonuçlarla, yaşam olduğu gibi devam ediyor.

Büyüyoruz, evet. Tam da gitti dediklerimizin çatısı altında, bir daha olmaz, yapılmaz sandıklarımızın kapı arkası beklemelerinde, büyüyoruz. Neleri değişken yanlarımıza katıyoruz, kimlerle değişiyoruz. Bilerek ya da bilmeden ruhumuzu ortaya seriyoruz.

“An gelir, düşersin bir beyaz kar tanesi gibi kollarımdan aşağıya.
Şehir, bizimle dans eder gece boyunca.
Her türlü sorgudan uzak, yalnızca ikimizin gözlerinde salınırken müzik, yol alırız günden geceden…”

Geceler… Koyu bir görüntünün içerisinde sıyrılmaya çalıştığımız ve düşün sepetimize kattıklarımızla daima yanı başımızda bizimle yürüyen geceler. Hatıralarımız da olmasa, elde avuçta ne kalırdı ki! Yaşanmış acı tatlı ne varsa, orada bir yerdeler işte. Önemli olan devraldıklarımızla birlikte kalındığı yerden devam edebilmekte.
Geçmiş bir tür çelişki kimimize göre; kimimize göreyse farkındalığı kamçılayan güçlü bir deneyim geçidi. Bu deneyimden alınan nasip her neyse iyice sırtlanabilmeli. Omuzlarda bir yük gibi değil de onurlu bir edinim olarak onu taşıyabilmeli.

Nelerden geçiyoruz şu kısacık ömrümüzde bir düşünsenize? Kendi kalbimize ortak ettiklerimiz, kalbimizden isteksizce çıkardıklarımız, kalbinden çıkarıldığımız ve bir dönem aynı yaşamın ortak soluma alanlarını paylaştıklarımızla, üzerinde yürüdüğümüz yol, gün geçtikçe uzakta kalıyor. İzler bırakıyoruz geride. Belli belirsiz, belki de bir yerlerde daima varolacak derin izler. Mühürlü sözcükler söylüyoruz her defasında. Kelimelerden inşa ediyoruz koca bir yaşamı.  Bir sonrakine atfetmeyeceğimiz, sadece o anın güzelliğini dudaklarımıza yerleştirdiğimiz, sayısız öbekleşmiş cümle biriktiriyoruz. Her defasında büyük harflerle bir şeyler ekiyoruz kendimizden. Çığlıklarımızın sessiz adı oluyorlar ve sonra da kendi yalnızlıklarında eriyip kayboluyorlar.

 Yaz sonuydu; diğerlerinden farksızdı. Uzun uzun anlatmıştım sen gelmeden olup bitenleri. Kısık kısıktı bakışların; tıpkı kendine sakladığın ve benim hiçbir zaman öğrenmeyi başaramadığım hayatın gibi… Uzaklaşmanı istedim. Uzaklaşmayı… Umursamaz olan belki sendin ama cesaretli olan her zaman bendim.
Sonra gittin. Acımasızlığı öğretecek kadar yol aldın hayatımdan. Bir yerlerde kendinden kalanları toplamakla uğraşacak kadar istekli görünmüyordun ama biliyordum ki inatçıydın. Er geç gidişimin cezasını bana kesecek bir yol bulacaktın… Önce sessizliği seçecek, ardından birdenbire hayatımın orta yerinde belirmeye başlayacaktın. Az az... Öyle beni korkutacak kadar hızlı olmayacaktı hiçbir şey. Senin zamanı kontrol eden sabrındı; benimse bu kontrolsüzlüğe karşı koyamayan tek duygum, geçmişten gelen bir umuttu…”

Bir şehrin seslenişi en çok ne zaman dile düşer, dillenir bilir misiniz? Uzaklarda bir yerde, size ait olduğunu düşündüğünüz birinin ya da herhangi bir şeyin varlığını özlemle sarmaya başladığınız anda… İşte tam o anda :

Şehir, göz kırpar.
Şehir, olmak istediğinizin yerine geçmek için can çekişir.
Şehir, karmaşıklığınız içerisinde size bir düzen bulmaya çalışır.

İçinizden kaç kişi terk edip gidebilmeyi istemiştir. Var ettiklerinizin yerini koca bir hiç sardığında, onunla baş edemeyecek kadar güçsüz düştüğünüzde, her ne olursa olsun gitmek daha kolay gelir. Duygularımızın çoğu kendi içerisinde büyük çelişkilerle örülüdür. En muhteşem sözcükleri, en sevdiğiniz insandan duymak bile bazen yerli yersizmiş gibi gelir insana. Alışkanlıkların düzeni bozan zamanla olan ilişkisi, bir zamanların altın düşüncelerini yerle bir eder. Her şeyin olağanca hızıyla tanıdık gelmeye başladığı yerde, siz tanınmayanı, bilinmeyeni bulabilmek adına türlü kaçışlarda bulunursunuz.  Olağan tepkilerinizin yerini, aksi istikamette giden bir otomobil alır. Önceleri hoş görüyle karşıladığınız, bütün içtenliğinizle kabul ettiğiniz ya da ne bileyim, alttan alabilmeyi başarabildiğiniz şeyler artık eskisi gibi değildir. Tepkilerinizin derecesi çok daha fazla, çekilmezliğinizin bedeli ağırdır.

Kelime olarak alışkanlıkla, bir ömür boyu mutlu mesut olabilmek kolay değil! Bildiklerinizin önemi ve değeri, zamanla ölçülebilir nitelikte. Çünkü bazen bildiklerinizin aslında bilmedikleriniz olduğunu anlamanız mümkün. Bu noktada, kendi içinizde başlayan çelişkiler silsilesi yavaş yavaş günlük yaşamınızdaki ilişkilerinize ve davranış şekillerinize yansıyor. Üstelik bundan kaçabilmeniz de çok mümkün değil.
İnsan, kendi kendisinin lâbirentidir. Her lâbirentin bir çıkış yolu olacak diye bir kaide de yoktur. Bazen öyle bir an gelir ki çıkış yolunu, eğer varsa, kendi irademizle bile yok edebiliyoruz. Çıkmazlarımızın derecesi ne denli yüksekse, etrafımızda olup bitenleri algılama seviyemiz de o denli alçak(!)

“Yaz sonuydu; hiçbir değerlendirmeye sokmamıştım ve hiçbir karşılaştırmaya. Ardında bıraktığın birkaç önemsiz parçayla, usulca sokuluvermiştin adımlarımın arasına. Ortak noktaların birleştirici gücü yanıltmıştı içimdeki açlığı. Doyumsuz yanlarımı törpülemeyi başaramadığım bir vakitte, iki kişilik masum bir yürüyüşün, birkaç aya sığabilecek kadar yavan kahramanı olmayı seçmiştim. Çocukken anlatılan masalların daha gerçek olduğunu, senin anlattığın masalın içinde uyandığımda anladım. Büyüdükçe, yol haritasında değişen gizli anlamların, saklandıkları yerden acımasızca çıkıverdiğine şahit oldum. Birlikte atılan her adımın, aynı orantıda birbirinden ayrılabileceğini, bir gün uyandığında, koca bir sessizliği yalnız başına paylaşmak zorunda kalmanın, kendini anlatan gürültüsünde fark ettim. Burada ayrılmıştık! Sen, fark etmeyi göz ardı ettiklerinle direniyordun; bense fark ettiklerim karşısında direniyordum.”

Bir şehrin seslenişi en çok ne zaman belirginleşir bilir misiniz? İçinizdeki sessizliklerin anlamlarını dillendirme cesaretini bulabildiğinizde. İşte o zaman çıkıp yürümeye başlarsınız. Tanıdık dost sohbetlerinden ayrı kaldığınız vakitlerin acısını çıkarmak için heyecandan yerinizde duramazsınız. Şehrin anlattıklarından nasıl olur da bu kadar uzakta kalabildiğinize şaşar, bir parça sıcak poğaçanın boğazınızdan geçmesiyle kendinize gelirsiniz. Hiç beklemediğiniz bir anda imdadınıza yetişen küçük şeylerin varlığıyla bir kez daha karşılaşırsınız. İşte o gün, yepyeni bir gündür sizin için! Kim bilir belki de o gün bahardır…








5 Haziran 2010 Cumartesi

Bir Kez Daha

Siz… Evet, evet tam da gözlerimin ucunda parlayan gözlerinizle, başımı döndürüyorsunuz. Bilmem ki hangi kaş göz arasından çıkıp da geldiniz bu mevsim karmaşasının orta yerinde. Saçlarımın rüzgârına karıştırdığınız sözleriniz ve birbirine dolaştırdığınız kaşkolünüzle, karşı pencerenin hemen ucundasınız…
Sahi, siz kimsiniz?

Orta halli bir ruh dönemecinde konaklıyordu gece. Alkolün hız sınırı aşılmış, arnavut kaldırımlı daralan sokaklarda parfüm kokuları, havadaki zerreciklere doluşmuştu. Zaman bir adım geride; siz bir adım ötemdeydiniz. Önce yürüyüşünüz, sonra kaşkolünüzü boynunuza dolayışınız, en sonunda da masanın hemen ucundaki sandalyeye otururken etrafı kolaçan eden sevimli bakışlarınızla tanıştım. Benim için nihayete ermekte olan gece, sizin için yeni başlıyordu. Olsun, birkaç saat de sizin şerefinize kalksın zamanın yörüngesinden, ne olur ki?
Yine de biraz bekleteceğim sizi. Daha anlatacaklarım var, size teslim olmadan önce…

“Ay makamı
Dolunay Sergüzeşti…”

Uzun havalı bir şiirdir seninle yaşamak. Diklere çıkmak yürek, perdeyi aşağıya çekmek hüzün ister. Öyle elini kolunu sallaya sallaya çizgilerinde dolaşıp notalara basmak, nerede es vereceğini bilmek, kolay iş değildir! Hüzzam makamının yakıcı, yırtıcı, yaralayıcı tonları saklıdır yüzünde. İnsanın içini yakar tatlı bir okşayışla. Bu öyle bir şey ki; nakış nakış işlenir dertlere. Çemberin içine saklanmış bakışın hemen gerisinde, küçük küçük yollar ve kafesinde kendisini saklamayı beceremeyen o büyük sevecenliğin durur.
Demiştim ya: “ Uzun havalı bir şiirdir seninle yaşamak…!”

Anlaşıldı, siz rahat durmayacaksınız; ama söylemiştim size geri döneceğimi, hatta teslim olacağımı. Neden rahat durmuyorsunuz? Gözlerinizdeki sabırsızlığı ve kızgınlığı hissedebiliyorum. Sanki dişli bir kavganın taraflarıyız. Ben susuyorum, siz durmadan beni taciz ediyorsunuz. Kollarımda öfkenizi duyumsayabiliyorum…
Sakinleşin lütfen, sizden vazgeçmedim…

“Ab-ı Lâl
Ne… Ne de…”

Belki de hatırlamazsın, öyle çok değiştirdim ki yolları. Fincandan kahve, yataklardan su, tarlalardan o en sevdiğim meyve taştı. Bazen düz, bazen dalgalı, bazen de toplu bir sıcaklıktı yanaklarımdan salınan teller. Coşkusu damarlarımda dolaşan ezginin kelimeleri yanı başımda, birlikteliği adımlarımda, özlemi uykumda saklıydı.
Belki de hatırlamazsın, öyle çok şaşırmıştım ki!!! Bir gece ansızın kapatıp pencerelerini, sabahleyin yüreğimde açmıştın kollarını. Sonbahardan yaprak, yollardan çizgi, heyecandan o sevdiğim parçam düşüvermişti. Kısa bir durgunluktu şaşkınlığım, sarılmayı geciktiren. Sıcaklığı tenimde gezinen parmakların tınısı içimde, ıslaklığı saçlarımda, uykusu omuzlarımda hâlâ…

Unutmama izin vermiyorsunuz ya da hatırlamama… Hangisi?
Saçlarımı bilinçsizce geriye doğru atarken, bilinçli bakışların kesişme noktasında buluşuverdik sizinle yine. Bardağın mayhoşluğu mu yoksa içinizin mayhoşluğu mu sızdı gözlerinize? Kadehinizi görebiliyorum. Gümüş renkli çakmağınızın, parmaklarınızın arasında usulca dönüşünü de. Sahi biliyor musunuz ne kadar çekici gözlere sahip olduğunuzu? O buğulu bakışlarınızda koca bir okyanusun gezindiğini? Sanırım size âşık oluyorum… Yoo, öyle şıpsevdi aşklardan değilim. Ya da ne bileyim, kendini bilmezlerden. Yalnızca sizin tüm ihtişamınıza rağmen başarabildiğiniz yalınlığınıza göz kırpıyorum. Tüm o giydirilmiş kelimelerden uzaktasınız. Sizin bir hükümdarlığınız yok! İşte öyle, sakin ve olduğu gibisiniz…

Sana gelince…
Üzgünüm ama hoşça kal!

Yavaşça masamdan kalkıyorum işte. Size geliyorum. Karşınızdaki beyefendiyle konuşurken bana doğru attığınız kaçamak bakışları, kaçırmıyorum…

- Beni masanıza alır mısınız?


3 Haziran 2010 Perşembe

Yalnızlığın Gövdesi Kırılgandır

“Öptüğüm herkese yalnızlık bulaştı…”


Bileklerim boş kalmalıydı gecenin ilerleyen saatlerinde. Hiçbir ağırlık, sözlerin yerini tutmamalıydı.
Dudakların ilk nereden başlamalıydı ve bu yalnızlık nerede son bulmalıydı?

Ve gece…
Düğüm düğüm dilimin ucunda uykuna kayan, gece..
Yazgısı çoktandır davetkâr duran bir ölümün kollarından bakıyordu oysa sevişmelerimiz. O dağınık yatak, aslında hep yan yanaydı adının geçtiği dizelerde.
Bazen, ince bir kum tanesi bile saklar ayak izlerini..
Saklandığım yerden yakalandım …
Yalın ayak dolaşmışlığım, omzumdan gece rüzgarıyla ıslak kumlara usulca düşen saçlarım ve bir kış durağının senin hiç bilmediğin sinsi tutkusu.. Parmaklarımın ucundaki ritm sana teslim ediyor kendini işte.. Her notasında içimin ürperişini, kadınlığımın havadaki en ufak zerreciğe kendini ustaca bırakışını ve henüz gözlerini geceye teslim eden senin aslında hiç bilmediğim ama bir şekilde hissettiğim tenini, omzuma yasladığımı görebiliyorum…
Yalnızlık bulaşıcıysa eğer sen sadece dudaklarıma dokun. Hüznün doruklarında seyrederken bakışlarım, kendi çemberinde boğ(ul)an dumanların arasında kaybolma yeter…
Bir nefes içine, bir nefes içime ve bir nefes de şarabın kekremsi çekiciliğine bırak…
Müzik yavaş yavaş başlamalı. Yükselecek sandığımız yerde, birden kesilmeli. Sonra yeniden yavaşlamalı.
Sonrasını küçük izlerle bulmalıyız. Bu defa gizlemiyorum kelimeleri lunaparkta.

Gece ilerliyor…
Küfür gibi geliyor beklemek içindeki dalgayı durduramayınca. Yastıktan düşen hırçınlığın dudaklardaki karşılığı yalnızlık değil! Ben bıraktığın yalnızlıkların toplamıyım, belki de ondan korkmuyorum. Hem, bu ilk değil ki seni bırakışım; odamın perdelerini uzun konuşmalardan sonra tenime örtüşüm… Hatırladıklarından çok fazla şey bıraktın gecelerime. Pencereler değildir her zaman dolunayın kangren bakışlarını toplayan ve sen, bir çöl iklimi kadar sıcaksın oysa.

Kırmızı olsun… Cam kenarlarında izim kalmalı. Çıkıp gittikten sonra ben, bir gece, yalnızken, yeniden dokundurduğunda dudaklarını, beni aramalısın…
İlk temas…
Geçirgenliğin usulca omuzlarımdan aşağıya düştüğü an…
Ellerinin tuttuğu yerde bırakmalısın tüm şiirleri, her şeyi terk etmelisin yarınsız gibiymişçesine…
İki elinle yanaklarımdan tutunduğun anda beklemelisin…İkimizden bir denge çıkmaz, sen de biliyorsun…
Benzer acılarımız var parçalanmış ellerimizin boşluklarında…sen sadece yukarıdan aşağıya vuruyorsun; bense yan yana dokuyorum…
İşte sırf bu yüzden, yalnızlığı çoğullaştıramazsın…
İçimdeki yalnızlığın henüz dizeler uyurken yazılmamışlığını anlatamazsın sen bana!!!
Hem yalnızlık kaç parçadır ki, tenimizden ayrılan ve bilir misin, küçük, masum bir öpücük yırtamaz görünmeyeni…

Geceye tılsım yağmalı, coğrafyan yeminlerini dışlamalı, ağır ağır düşmeli teninden akan damlalar… Birkaç soluksuz an devredebilir misin bakışlarıma, söyle? Tarihini tasarladığın ölümlerin sessiz sularımdaki loşluğunu, keskin bir bıçak darbesiyle tarif edebilir misin? Belki de bu yüzden yorgun olmayacak dudaklarım sana geldiğinde ve hikayemin tadında yalnızca mayhoş bir tebessüm düşürecek yorgunluğuna. Yola çıktığımda sisli bir İstanbul sabahında, koynunda burkulmuş yüreğinin sancısını ötekiler gibi tutamayacaksın!!
Gecenin tüm ayrıntılarını, harflerdeki şarap kokusuna devredecek ve o yalnızlık nişanını her seferinde değiştirebileceğim bir yerde saklayarak  uzaklaşacağım…

Sen sadece saçlarımı topla avuçlarında. Yalnızlığın gövdesi kırılgandır…

2 Haziran 2010 Çarşamba

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XVII-

Kadın güçlüdür. Ne kadar gözyaşlarına hâkim olamasa da ve her ne kadar büyülü bir yalnızlığın pençesinde yürüse de kadının doğası gereği ona biçilen Tanrısal bir armağanı vardır.

Yerle bir olduğum ya da öyle olduğunu bir müddet sandığım bütün sanrılı yaşanmışlıkların ardından, tek bir ses zamanı geciktirmeden onu yanına alır: Kendi sesim.

Böyle anlarda kelimeler çığlık atmaya başlar. Durduramam. Her şey hızla ve yuvasından bir an önce uzaklaşmak isteğiyle döner durur etrafımda. Bağlarını kopartıp kaçan bir köle ya da bir hükümlü gibi özgürlüğün tadına varırım. Yüksek sesle kalırken ben, sessiz gidişlere içten içe ve sevgiyle gülümserim. Kızarım da. Hatta ağza alınabilinecek en sağlam küfürlerle de hoşça kal derim. Kadının iştah kabartan bu soyluluğunu, en olmadık zamanlarda dirilişini ve bedenindeki şehveti yeniden fark edip doğruluşunu kutsarım.

Güzelliğin bir tek "güzel" kelimesi olsun diye varlığına inananlardanım. Aklı ve zekâsıyla fazlasıyla üretkendir kadın bedeni. Vazgeçilmez dişiliğinin en önemli sihri, kapıları ve bedenleri açabilen gözü karalığı ve bitmek tükenmek bilmeyen arzularıdır.

Kadınım...  Kelimelerin şimdilik anlatmakta pek başarılı olamadığı bir dilden geliyorum. Önce dilsizliği de bilmelisin. Henüz okumadığın şiirleri tırpanlamalısın. Yeni bir tohumun sevincini hissetmeli ve tıpkı o çiftçi gibi ekmelisin.

İçinde/içimde yerleşenleri ve sınırsız isteklerin[m]i anlarım. Baş etmekte zorlandığım korkularımın alın yazısını bozmak için en çok savrulduğum zamanlarda varolurum.  Kimi zaman anlatamadıklarında uyurum. Kimi zaman da en çok anlattıklarının arasında aniden uyanırım. Yersizliği sevdiğim kadar yurdun olmayı da anlayabilirim eğer anlatmayı denersen.

Yüzüme bir tokat gibi inen gerçeklerin değeri, yerini bir başka gerçeğe bırakacak kadar değersizleştiğinde, parmak uçlarım yeniden hareketlenmeye başlar. İstesen de istesem de durduramam. Çünkü evet ben senin bana yazmadığın, kendinden uzak bir kimlikte paylaştığın arzularının en güzel ve en verimli yansımasıyım.
Vazgeçilmez olmadığımızı bilecek kadar akıllıyız. O nedenle zamanın çengeline takılan tenin şimdi soğuyan sıcaklığı, iste[n]diğinde yeniden kendini açabilecek kadar da doruklarda tutar o gizli şehveti...


Her şeyin "uç" noktası ne kadar da gizemli ve davetkâr öyle değil mi?


1 Haziran 2010 Salı

Yaza ve Hayata Temenniler

 Unutulmayacak kadar kötü bir insanlık dramıyla uyandı gün. Oysa bir ayı daha gülümseyerek ve belki içten içe bir şeylere kızarak uğurlamayı düşünerek kalkmıştım. Zor olmuştu uyanmak. Aylardır tıpkı bir nöbetçi gibi geceyarısı uykumu bölüp geceyi devralıyorum. Sanki biri gelip göz kapaklarımı iki üç defa tıklatıp kaçıyor. Bir filmin gerilim dolu sahnelerinin birindeymişçesine fırlıyorum yattığım yerden. Baktığım yeri görüp görmediğimin farkında bile değilim. Uyurgezer hiç değilim. Kalkıyorum, iki tur atıp evin içinde sanki o yataktan hiç kalkmamış gibi geri uykuya dalıyorum. Böyle zamanlarda düşüncenin yerini sanki bambaşka bir şey alıyor. Benden bağımsız bir beden uyarılıyor. Anlam vermek için zorlamıyorum. Belki de gerçekten biraz gerilim bu hayatın olmazsa olmazı. Bildiğim bir şey var ki o hikâyeyi defalarca okuduğum günden/günlerden beri böyleyim.


Yaz mevsimi başladı. Yazın en güzel başlangıcını annem ve babam yaptı. Akşamüstü e-mailimde babamın dün gece bana yazıp gönderdiği maili okudum. Şöyle diyordu:


Ailemizin tek güzel ve solmayacak çiçeği;
 
     Bugün seni gelecekteki sağlığını ve yaşamını çok etkileyecek, kendi özgür iradenle vereceğin tarihi bir kararla başbaşa bırakıyorum... Şuna samimiyetimle yürekten inanıyorum ki bizim biricik kızımız doğru bir karar vererek kendisi ile ilgili bir konuda güzel şeylere imza atacaktır...Bunun faydasını ileride sen daha iyi takdir edeceksin...
 
     Kararlı, tutarlı, ilkeli, duyarlı , sorumlu ve inançlı, güçlü kişiliğin ile zor olan şeyleri başaracağına inancım sonsuz...
 
      Bu yolda olumlu adım atacağın inancıyla Allah'tan sana güç ve kuvvet temenni eder, hasretle gözlerinden öperiz...Seni, biricik yavrumuzu çok seviyoruz... Seviyoruz...
Sevgilerimizle..............................
 
                                                                             Baban ve Annen

Duygusal bir kadınım. Duygularıyla başedebilmesini bilecek kadar da yaşamı anlamlandırmaya ve sorgulamaya çalışan biriyim. İnsani zaafların yeri geldiğinde başıma ne denli işler açtığını, en iyi ben bilirim. Yine de kimi zaman bulmakta zorlandığımız "huzur" adına kapıları çalmaktan ve o kapıları açmaktan hiç çekinmem. Avuç içlerimin sıcaklığını başka birine aktarmaktan mutlu olurum. Sessizliklerini paylaşırım.

Şimdi haziran ayına girdiğimiz şu dakikalarda bir mektup niyetine,bu temennileri yazıyorum. Kendimden kendime kısa bir mektup... Elbette bir mektuba sığamayacak kadar çok şey geçip gidiyor ömrümüzden ve belki de bu yüzden ille de okumak ve yazmak diyorum.

Dilerim bu koca "çağ yangını" en kısa sürede durulur. Çünkü dün bütün birgün boyunca yaşanan olayların acısını bütün kalbimle hissettim. Canım yandı. İçim burkuldu. Terminolojik bir dil özellikle kullanmak istemedim. Yeterince okuyorsunuz veya okuyacaksınız zaten. O kadar çok hikâye birikti ki dünya üzerinde acı dolu, insanlık dışı... Benim ruhum dayanmıyor. İnsan olduğumuzu unutuyoruz. Hesapların içinde boğuluyoruz. Birtakım dengeler kuruluyor ve bizler bu dengelerin içinde hoyratça savruluyoruz birileri tarafından.

Ben yine de umut parçalarını serpiştireceğim dünyamıza. Bizim birbirimize ihtiyacımız var. Hoşgörüsüz zihniyetlere tahammülüm yok.

Güzel bir yaz olsun, hepimiz için...