Bilmiyordu...
Anlatmamış mıydım?
Peki ya gözlerinden akan yaşlara ne demeli?
"İstanbul'u sardım göğsüme, gökyüzünü teslim ettim yüreğine ve gözlerimi kapadım... Yerini bir tek beyaz tüller biliyor..."
Sessizlik bazen sesin yerine oturup izlemeye başlar ya hani, tüm ruhuyla kolaçan eder olup bitenleri. Perde açılır ve arkasında birikmiş hediye paketlerinden büyük olanını sunar, kendine has olanla.
Sessizliğiyle...
Tanrı her zamanki gibi olacakları peşin peşin biliyordur ve olası adımların o muazzam kurgusunu gitgide derinleştiriyordur. Denklemin bir ucunda doğum; diğer ucunda ise ölüm vardır ve ölüme giderken geçilen sayısız basamaktan, daha kim bilir kaç tanesi kırılacaktır... Aynanın karşısına geçip çoğu zaman gözden geçirilen tarihin, içerde bir yerde açtığı boşluklar, günü gelince bir başka boşlukla doldurulmaya başlandığında işler denklemin kurgusu. Hesapların tutmadığını, kendinle ilk karşı karşıya geldiğin anda anlayabilecek cesaretin varsa, şanslısındır. Diğer yanda, bir hesabı tutturabilmek için birçok değişkeni ya kullanmak ya harcamak ya da denemek zorundasındır.
Canın yanar...
Gökyüzü dolar...
Aynalar tuzla buz olur...
Dört yanda çoğalmaya başlayan duvarlara dokunmaya başlar parmak uçların. Üşürsün ve sen üşüdükçe bir mevsimin intiharı kolaylaşır tabiatın orta yerinde.
Doğa, ruhunda başkaldırır önce ve sen, en savunmasız kimliğinle karşı karşıya kalırsın.
Özünle!
" Haliç'in gözleri bulanmış. Yağmur rengini karıştırmış dingin suyuna. Bir erkeğin yavaş yavaş mırıldandığı ve güçlükle geri çağırdığı geçmişin ar damarları, dudaklarıma değen sigara kadar zehirli. Bunu 'ben, biliyorum."
Ona anlatabilirdim bir kadının kendiyle yürürken aklından geçebilecekleri. Yahut ona seslenebilirdim bir kadının yapayalnız, bir başına kaldığında sığınacağı ses tonuyla. Ama bir kadının, diğer bir kadınla unutulamayacağını, ben anlatamam. Çünkü kadın değildir aslolan. Bakıp da gördüklerimiz dışında gelişir çoğu zaman her şey... Kimi zaman aynı yatakta uyanmak da değildir bir önceki sarhoşluğu ayıltan.
Biliyorum, hiçbir iz silinmiyor. Hiçbir sesin sesi kısılmıyor. Varsa yoksa içimize düşen seslerin tanımsızlığında, yepyeni bir ses yaratabiliyoruz. İşte bu yüzden her tenin sesi, birbirinden daima farklıdır.
" Sen her şeyinle gelmiştin. Beni seviyor, beni düşünüyor ve beni önemsiyordun. Hep istedim sana, senin gibi gelebilmeyi. Elinden tutabilmeyi. Konuşabilmeyi. Dilimin ucuna gelip de zorla geri geri ittiğim o güzel kelimeleri sana seslendirebilmeyi. İnan istedim. Yapamadım."
Sessizliği çoğaltırdı adımları. Adımlarında, dans eden bir kadının düşleri saklıydı aslında. Onu oraya yıllar önce, o saklamıştı. Çok istemişti müziğe teslim edebilmeyi ve teslimiyeti sonuna kadar tatmayı...
Zamanla sessizlik gözlere değer. İşte o an, yitik bir harabe gibi tek başına kalır kadın. En çok susmuşluğu bilir bilmesine de bu defa bir tek suskuyu öğrenecektir sesinin kuvvetinde...
Ne gidip gelişleri bir kentten diğerine
ne kapının kapanışı, acı bir 'git' tonuyla suratına,
ne teslimiyeti kendi ellerinde verişi,
ne sevgisi, ne acıları ne de dokunuşlarına sakladığı kendisi...
Hepsi hala aynı yerde...
Yalnız bu defa bir kadının, bambaşka bir dinleyicinin, yüreği rastladı sessizliğini açtığı o gecede. Ama onlar, bir kenti toplasan, bir daha veremeyecekleri bir hatıra bıraktılar kalbindeki odalara...
Ses bazen gelip oturur ya sessizliğin yanı başına. Ne var ne yoksa süzgecinden geçen, hepsini bir gecede gökyüzüne bırakır. Deniz, tek başına değildir. Gökyüzü sonbaharı kuşanmıştır bulutlarıyla... Perde açılır ve arka tarafa bırakılmış hediyenin içerisinden büyük bir ....
"Önce adım atacak ve o hediyenin içinden ne çıkacağını, kendi gözleriyle her defasında bir kez daha, bir kez daha yine kendi görecek... İstanbul'u bıraktım uykusuna o gece... Dualarına sardım huzuru... Şimdi uykuda dolaştığı yeri bir tek, kendi biliyor..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder