PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XXII-

Haritadan bahsedebilir miyim bilmiyorum. Herkes kendi yolu üzerinde giderken ve muhtemel hesapların içinden geçerken, ben hiçbiriyle uğraşmamıştım. O yüzden hangi kıvrımın nerede başladığını ve o kıvrımın beni neye benzettiğini inan bilmiyorum. Belki de çok iyi bildiğimdendir en iyi cümleleri kuramadan yola devam ediyor oluşum. Düş sokağında bir sabah büyük bir uğultuyla uyandığımda, karşıma çıkan duvarları kıramadım. 

Ama oradaydım. Orada olduğumu bilmediğin bir zamanda, buzdolabının üzerine yapışan notları okuyordum. Yaz kendi kendi çekmişti. Tıpkı kıyıya çarpıp geri giden bir dalga gibi okudum yazılanları. İçimdeki gel-gitleri iyi bilirsin. İşte ben, o kumu çeken taraftayım.

Saydam bir masanın altında dolaşan küçük sözcükleri algılaman için sana daha ne kadar o tahta masanın üzerinde olup bitenleri anlatabilirim, bilmiyorum. Bir akşam çıktığın herhangi bir tepenin köşesinden yağan yağmurla neleri aklından geçirdiğini, hangi düş alemine dalıp bana gülümsediğini hatırlatabilir miyim mesela? Buradan başlayabilir miyiz geride bıraktıklarımıza?

Çizgili bir kağıttı... Yalnızca bir fotoğraf karesinin, olanı biteni anımsatmaya meyilli gerçekliği sırasında aklıma yerleşti. Gülümsediğim bir zaman dilimine denk gelmeseydi; küçük ellerimle büyüttüğüm sözlerimin hemen yanıbaşında ağlayabilirdim. Tırnak kenarlarıma taşan kırmızılığın arasına sıkışan kimi beyazlığa bakıp sinirlenebilirdim. Gözlerime koca bir isyanı doldurabilirdim. 

Gülümsüyordum. 
Unutmadan... 


" ve ben unutmadıkça, kilidin sesi hep başka kapılarda yankılandı."

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Bu Yaz Hiç Rüzgâr Esmedi

Yoksulluğun sözlerini savurarak geçti yaz. İçimde kıpırtısız bir cümle, noktası belirsiz bir ünlemin koynunda yapayalnız. Hani saçlarımı Ege'nin koynunda umarsızca o kıyıdan bu kıyıya savuran rüzgâr nerede şimdi? Kaz Dağları'nın eteğinde gülümsediğim dizelerin hatırası ne çok doldurdu ömrümü. Oysa bir sessizliğinin kucağına bırakılıp yok olmamışlar mıydı onlar? Kum taneciklerini avuçlarken ve parmaklarının arasından kayboluşunu izlerken umursamaz bir gülümsemeyle, "sen de geçip git" denmemiş miydi onlara? Neredeler? Neredesin?
Bir varlığın yanılsaması en çok hangi dönemeçte yoklar kadın ruhunu? Kadın hangi basamakta dururken teslimiyetini bırakır merdivenlerden aşağıya süzülen bir karede? Çığlıklarım var. Kimin duyduğunu bilmiyorum. Yalnızca avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Müzik sesi eşlik ediyor uzaklardan. Belki de tam dibimde. İçimde. İçim...O kadar uzak mısın bana? Neden uzaklardan dedim. Orası neresi?

Cumartesi. 3 Nisan 2010. Yeryüzünün, toprağın dilini en çok anlamaya başladığı zamanların başlangıcından sesleniyorum. Gök/yüzü biraz endişeli. Birkaç zamandır, içindeki bu körpe sancının ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bazen sesimi duyup bana cevap vermeye geldiğini düşünüyorum. Çocukluğumun on küsürlü yaşlarında oynadığım dağ başlarına götürüyor beni. Ayağımda lastik ayakkabılar, elimde topladığım türlü bitkilerin kokusu, başımda yemeniden bozma bir saç bağı... Kollarımı açıp özgürlüğün tadına vara vara koştuğum; masumiyetin, uyumadan önce içtiğim taze süt kadar yakın olduğu anlarda tam karşımda duruyor. Koşuyorum. İçiyorum. Ona doğru sürükleniyorum. Farkında olup olmayışını aklımdan geçirip bir an da olsa duraksıyorum. Durduğum zamanlarda nefes aldığımı anlıyorum. Bir doz anlamak için 'nefes' alıyorum.
O ise karşımda öylesine sessizce konuşuyor ki beni, bu çocuğu, aslında kadını kendisinin de tam olarak nerede beklediğini bilmediğini görüyorum. Bakışlarındaki haylazlık yerini saçlarındaki kırlığa teslim ediyor. Dağ başları olgunlaşıyor. Çocukluğum büyüyor. Elimdeki çiçekler soluyor. Mevsim değişiyor. O, kayboluyor.


Plastik sandalyelerin insanı rahatsız eden bir yakınlığı var. Bütün bir yaz boyunca çay bahçesinde ne kadar plastik sandalye varsa oturdum. Renkleri yeniden ezberledim. Çabuk unutuyorum. Hatırlamak için bir harekete, ilgimi çekecek herhangi bir şeye ihtiyacım var. Neredeyse, tanıdık bir yüze rastlamadım. Akşam olduğunda herkes çekiliyor bir yerlere. Hepsini görebiliyorum. Çekildikleri o dünyayı iyi tanıyorum.

Bir zamanlar ben de onlar gibi oraya giderdim. Sorgu masası çoktur. Eğer bir defa yolunuz oraya düşmüşse ışıktan kaçarsınız; oysa en çok ışığa ihtiyacınız vardır. Karanlık bir mağaranın içindeymişsinizcesine kendi duygularınızdan münzevi bir yaşam kurmaya çalışırsınız.
Ah o aynanın çekiciliği... Yalnızca bakışların hapsolduğunu sanırsınız sınırları çevrilmiş gibi görünen yansımanın hemen gerisinde. Bir taş atmak ve yansımanın bıraktığı izleri yerle bir edip yolunuza kaldığınız yerden devam etmek istersiniz. Umudun körpe bir yüreğe ettiği hain bir oyundur bu. Umutla oynarsınız. Oysa umutla oynanmaz.
Sonrası derin bir uykudur. Rüyalar aleminde dolaşacağınız yerler için bilet alırsınız  . Rüyalar, teslim olduğunuz bir hapishanedir. Ne zaman uyanacağınızı az da olsa kestirebildiğiniz ama o kısa döngünün içine girdiğinizde, elinizde olmadan bütün ruhunuzu sunduğunuz ikinci bir dünyadır. Kimi uyanmak ister kimiyse hep o rüyada kalmak...

Ben o rüyadan hiç kalkmak istemedim. Her bir harfi, kurulmuş her cümleyi ben yazmış gibi sahiplendim. Tehlikenin çekici sularında dolaşan bir kadındım. Duygularındaki her kırılmayı, sapan her düşüncesini ayak uçlarıyla bıraktığı izlerle sahici kılmaya çalışan, zaptedilmesi zor bir rüzgârdım.

Tanıdığım bir rüyaydı. Ne kadar duracağını, o sırada bana nelerden bahsedeceğini iyi bilirdim. Uyanık olduğum zamanlarda arada sırada, hani bilirsiniz gözünüzü kapattığınızda olmak istediğiniz bir yer bir kişi  vardır, onunla buluşurduk. Hayat bir hayaldi, o ise gerçek. Bunu bana ilk defa hatırlattığında soğuk bir pazar sabahıydı. Şimdiyse sabaha ulaşmaya çalışan bir cumartesi gününde, daha yeni anlayabiliyorum ne demek istediğini...

Apartmanların topukları vardı. Her şeyi dümdüz sanırken giderek yükseliyordu baktığım her yer. Uzun ince parmaklarımı saçlarıma doladım. Birkaç tane saç teli dolandı tırnaklarımın hemen ucuna. Kurulmuş cümlelerin teker teker yıkıldığını gördüm. İşte o zaman kıpırtısız bir cümlenin, noktası belirsiz bir ünlemin koynunda nasıl da yapayalnız kaldığını anladım. Sonra saç telleri yavaş yavaş kayıp gitti. Apartmanın topuğu kırıldı.

Rüyanın içindeki özgürlükle, dağ başlarındaki özgürlüğü düşündüm. Burada çırılçıplağım. Üzerimdeki teni tanıyorum. Onun oracıktaki duruşunun ardında bıraktığı sessizliği gittikçe kahramanlaştırıyorum. Kum tanelerini avuçladığım bir salı sabahını ve ardından gelen o sesi düşünüp birkez daha umursamaz bir gülümsemeyle, "sen de geçip git"  diyorum.

Cumartesi 2010. Yeryüzünün, yağmurun dilini en çok özlemeye başladığı zamanların sonundan sesleniyorum. Gök/yüzün biraz yakın.

Bu yaz hiç rüzgâr esmedi.

24 Ağustos 2010 Salı

Oysa Bir Zamanlar Vardın "Mektup Öyküleri" - 4

Kıymetli mektuplarını yine tek solukta okudum. Öyle taşmış ki duyguların sanki içimi görür gibi yazmışsın. Bir an için sanki beni tanıdığın düşüncesine kapılmaktan kendimi alıkoyamadım. Aslında daha önce konuştuğumuz gibi kişinin olgunlaşmasının, yücelişinin bir sonucudur bu! İşte yaşama, bütün olumsuzluklara rağmen pes etmemek böyle bir yetenek sağlıyor kişiye. Baktığın zaman ilk anda herkesin göremediği şeyleri görür oluyor insan. Bu, zaman kaybını da önlüyor. Önemli bir kazanım olsa gerek hele de böylesi bir zamanda. Bunları sizde de gördüğüm için çok sevinçliyim.

Kendimden bahsederken hep zorlanırım. Günlük alışverişler, basit ve teknik şeyler hâriç. Hele ki duygular. İki çift kısacık ve dile geldiğinde belki kolayca anlaşılabilecek cümleleri geveler dururum yüzlerce sayfa arasında. Bu yüzden kopukluklar olacak sanırım yazdıklarımda.

Dilersen komik ve çocukça bulmayacaksan, beni konuşturalım bu daha kolay olacak sanırım. Ankaralı. Ankara’yı kimsenin keşfedemediği yönleriyle karış karış bilen, orada aldığı her soluğu sindirmiş, istenirse oranın ruhunu yazabilecek, ( Sonradan apar topar çıkmış, çocukluğunun, gençliğinin geçtiği -aslında gençlikleri tüketilmiş yitik neslin bir üyesi- ve oradan büyük bir nefretle çıkmış. ) biri. Okula orada başlamış. Liseyi, mahallede okul olmadığı için yaklaşık bir saatlik mesâfede, o günün şartlarında oldukça lüks sayılan gözde bir semtin lisesinde bitirmiş. İlk fakülte yıllarından değiştirmek zorunda kaldığı bitirmediği birkaç okul sonrası ve arada uzun, kopuk, boşluk ve kayıp yıllardan sonra hayata tekrar tutunabilmek için büyük çabalarla yapayalnız olacağı ve kalacağı şehre gitmiş. Hiçbir gelecek kaygısı olmadan yarım kalan okullardan birini, (sırf beyin, yürek, beden, ruh sağlığını korumak amacıyla ve sadece günlük geçimini temin ettiği düzenli olmayan işlerin dışında) bir meşgale olsun diye bitirmiş. Sonrasında bir ikincisine aynı endişelerle başlamış ve yaklaşık yirmi yıla yakın hâlen talebe biri.

Aklı erdi ereli gündelik oyalanışlardan uzak, içinde kopan fırtınaları hayatı anlama yolundaki çabalarla birleştirmiş, hep birilerine hiçbir karşılık beklemeden, bir şeyler anlatma çabasında olan biri. İnsana ağlayan, onların acılarını, kırgınlıklarını, pişmanlıklarını anlamaya çalışıp, ortak olmaya çalışan biri. Aslında onların sonradan duyacakları pişmanlıklarının nedenini çok iyi bilen, günlük oyalanış ve anlık heyecanlar arayışında etrafına duyarsız bir yürek taşıdıklarının bile farkında olmadıklarını gören ve bundan dolayı acı çeken biri Salih.
Kendi de o yıllarda genç olmasına rağmen ayağı yerden kesilmeyen basit, bilerek ve isteyerek aldanışlara girmeyen ve bu hâli ile arkadaş çevresi arasında ince bir alayla adı filozofa, aziz’e, keşiş’e çıkacak olan biri.

Salih’in hikâyesine, sırası geldikçe döneceğiz gibi görünüyor. Şimdilik Salih’i kendi hâline bırakalım, dilersen...

Aslında senden konuşmak istiyordum bu mektupta. Çok güzel ifadeler yakaladım satırlarında. İzin verirsen, onlar üzerinde ve sadece sizden konuşalım. Böylece ben de derli toplu yazarım da saman yığını arasında iğne aramak zorunda kalmazsın. Çünkü düzenli yazılmamış bir yazıyı okumanın ne kadar zor ve zahmetli olduğunu bilirim. Gözlere yazık olduğunu da. 

“Cümlelerinizin arasında sıkışıp kalan havayı soluyorum her okuduğumda. Sımsıkı tutuyorsunuz sanki o havayı içinizde de bir tek ona sahip çıkıyorsunuz… Kim bilir o tek nefese gelene kadar neler geldi geçti? Kaç nefes nerede ve kimler için tüketildi? Kimler ortak soluduğunuz havayı bütünüyle içine çekebildi ve sizinle bir olabildi? Öylesine nefes aldım ki ben bu hayatta, şimdi bir bir içime çektiğim nefeslerin ağırlığını tüketmeye çalışıyorum. Belki bu yazılarımdan çıkıp gidiyor; belki de bir türlü hatırlayamadığım rüyalarımın bulut bulut kümelerinden… Gidiyor ve ben yıllardan sonra ilk defa dokuz aydır yepyeni nefesleri içime çekebiliyorum.”

Bunlar çok güzel, güçlü ve özel ifadeler. Bir kez daha okuduğumda, sıkıntıyla geçen o yılların sana neler kazandırmış olduğunu görmekten mutluluk duydum. Doğru yerde durduğunu görmek sadece beni çok mutlu etti. Kazanımının sadece kendine bir yarar getirdiğini düşünebilirsin. Ayaklarının üzerinde durabildiğini, soluk aldığını ve artık hayatında anlık heyecan ve paniklemelere yer olmadığını, sağlıklı bir bakış açısı kazandığını da rahatlıkla söyleyebilirsin elbette. Aslında o ışıktan söz ettiğimde bunu kastetmiştim. Tüm bunlara harfiyen katılıyorum fakat bu eksik bir tanımlama bence. Bir de şunu ilave etmelisin;

Artık bir başkasına baktığında onu duyabiliyor, hissedebiliyor, anlıyor ve tanımlayabiliyorsun. Bu az bir kazanım değil bence. Bir de bu yönüyle bak kendine, dilersen.

“Duygu misafirlerine gerektiği kadar benimle olmalarını öğretiyorum. Sömürü yapmaya başladıklarında: “ uykum geldi, gidin” diyebiliyorum. Evet, “diyebiliyorum” yani yeterlilik durumu.. Artık diyebiliyorum. Ahh sığar mıydı dizelere bu yüreğin oynadığı sahneleri anlatsaydım size? Bir yerden başladım ve bu bir yerde son bulacak. Bakalım o zamana kadar Ben ne kadar anlatılabilecek ya da içimdeki “Ben’e” kimler ulaşabilecek? ”

Ne kadar güzel!..

Genç bir insan saftır. Aldatmayı, kullanmayı bilmez başkalarını, kirlenmemiştir ama bu hâliyle, saldırılara açıktır. Tüm iğrenç ve kötü saldırılara... Zaten yüreğini kolayca açıveren biri, aldanmaya en müsait olandır aynı zamanda.

Yüreğini, safça ve masumca açar. İşte o an başlar dünyanın tüm kötülüklerinin taarruzu. Henüz tecrübesi ve donanımı olmadığı için karşı koyamaz bu saldırılara. Sendeler, yalpalar, kırılır, ezilir, bir aldatılmışlık duygusu sarar tüm benliğini. En tehlikeli, korunmasız, savunmasız anlardır bu anlar. Bu durumu çok zor atlatır insan ve eğer üstesinden gelebilirse, işte o zaman, senin az önce söylemiş olduğun sözler çıkar yüreğinden hem de rahatlıkla... Onun adı huzurdur. Ve artık kolay kolay da bir daha esaret altına girmez o insan!

İçindeki ‘sen’i, sen biliyorsun ya! Ona hitap edebilecek bir ses mutlaka duyarsın hayatının bir safhasında. O karşına bir şekilde çıkarılır.

“ Yazma isteğinizi lütfen kaybetmeyin. En azından ben sizin sahip olduğunuz kalemden dökülen cümleleri, dizeleri okumayı çok istiyorum. Hatta ömürlerimiz yettiğince…”

Zaten yazacağımı yazmıştım paylaşılmayacak da olsa. Yazmaya olan tutkum hiç ölmedi ki. Oturduğum zaman eğer yüreğim ve beynim dinginse eğer yazmak için bir nedenim de varsa( şimdi olduğu gibi), hiç bıkmadan saatlerce ve hatta günlerce başından kalkmadan yazabilirim ama bir şartla: Yanımda mutlaka çay ve maltepe sigarası olmalı!

Nefes ve ömür yettiğince okumayı istediğini söylediğin yazıları -eğer bir kıymeti olacaksa ve seni sıkmayacaksa- göndermeye çalışacağım ama bir taraftan sizi de okuyarak.

“Kaç yıllık bir yaşamın içerisinde olduğunuzu bilmiyorum ancak yaşadığınız zaman diliminizi bir şekilde doldurabildiğinizi görebiliyorum…”

İnan bazen bunu ben de kestiremiyorum. Ama bir şeye inanırım. Tanrı zaman içinde zaman yaratmaya muktedirdir. Rüyaları düşünürsen bunu daha kolay kavrarsın. İnsanın rüya gördüğü anlar çok kısadır bilirsin. Bunu bilim adamları söylüyor. En uzun süren rüyayı, üç dakika olarak tespit etmişler. Ama o üç dakika içerisinde insan, üç yüz yıllık bir ömrü yaşayabiliyor. Dünyayı dolaşıyor, geçmişe gidiyor ve hatta çoğunlukla geleceğe. İnsan, uykunun belli bir vaktinde, mutlaka rüya görür fakat hatırlamaz. Ancak yıllar sonra bir hâdiseyle karşılaştığında, birini ya da bir yeri gördüğünde, hayal meyal hatırlar rüyasını ve o rüyada gördüğü şeylerin aynen karşısına çıkarıldığı görür ve hayrete düşer.

 “ Rüya sağlıktır.” Ninemden duymuştum bu sözü( bilge bir kadındı ve çok çileli bir ömrü olmuştu.) Onunla, sıcacık bir göz odada yaşamıştım yıllarca... Çok şey öğrendim ondan. Kendi elleriyle el kirmanında yün eğirir, çorap ve kazak örerdi. Konuşurdu benimle, anlatırdı yaşadıklarını. Gözleri dolardı anlatırken ama belli etmezdi ben küçük bir çocukken.

Erken gençliğe adım attığım yıllara kadar ne güzellikler yaşadım onunla. Onun vefatını gördüm. Sonra, sonrası yok ya da çok zor sonbaharın kızı; ama onun sıcaklığı bugün gibi yüreğimde... Çok güzel tarhana ve yoğurt çorbası yapardı. Nedense yaşanan birçok şeyden aklımda ilk kalanlar bunlar, neyse…

Rüya sağlık işaretidir neticede... 

Son mektubuna da karşılık vermeye çalışacağım gücüm yettiğince,
Şimdilik hoşça kal ve o ışığın lütfen senin de sönmesin!
Saygıyla.

22 Ağustos 2010 Pazar

Kapanış

Ayrılık mı?
Güldürmeyin beni.
Biz yalnızca şehirleri terk ediyoruz
birleşmek için...

19 Ağustos 2010 Perşembe

Kaderin Nokta Vuruşlu Çıktısı

Böyle damar damar döküldüğüm anlar, sanki içimdeki canları bir bir arttırdığım zamanlara esiyor. Belki de kademesiz bir yükseliş sürerken, ruhum ve bedenim o yapının genişliğine kendini uydurmaya çalışıyor. Hiçbir şey böyle tenin kadar tenime sinmedi; özlem bu yüzden. Belki de tam anlamıyla çıkmışken kafesimden, nereye kanat çırpacağını bilemeyen o küçük kuşların yüreği gibi atıyor kalbim. Anla ki o kadar hızlı. Yani bir anlamda bağışıksız bırakıyor aşk. Bir yandan tüm hücrelerini yenileyip geliştirirken, bağışıksızlık bazen özüme dokunuyor. Bazen güne, yalnızlığa bilemiyorum ama dokunuyor işte... Çünkü herhangi bir savunma sistemi yok gönlümün, sardığın kollarından başka. Çok düşünüyorum böyle zamanlarımda.

Nedenlerini yoklamıyorum, nasıllarında yürümüyorum. Hangisidir diyemiyorum.  Aklımda olmadığın saniyelerim olmadığındandır. Belki kana kana içmektedir ruhum... Bir an olsun o bakışlarının ömrümden yittiğini düşünemiyorum. Sonrası yok diyecek kadar açık parantezler... Sıkıştırmıyorum. Yayılsınlar, işlesinler içime istedikleri kadar rahat etsinler... İstanbul’a benziyor bulutlu hallerim. Yer yer yağıyor.

Boğazın üzerindeki renkleri gördüm bugün. Öyle bir yağıyordu ki araba kullanmasam gidecektim korkulukların kenarına, oradan izleyecektim. Sonra tepelerden birine çıktım. Hâlâ yağıyordu. Şöyle bir baktım. Bulutların arasında bir delik. Bir kaç tane daha dalga dalga düşmüş denizin üzerine. Ben böyle bir İstanbul görmedim. İşte o anımdaydın. Biliyordum bulutların arasından gülümseyeceğini... Öyle olmasa o renkleri göremezdim ama her şeye rağmen sızılarım sızıların oluyor. Bil ki sızıyorsam, içinedir. Oluk arıyorsam, mazgallara koşuşturuyorsam ya da duş başlığından üzerine şıpırdıyorsam sevdiğimdendir. Başka hiç bir sebebim yok. Belki aşk saydamlaştırıyor. Transparan bir beden yaratıyor. İçinden geçiyorlar. Sormuyorlar. Çünkü bir başınalığımda ellerin gerekiyor. Ne bileyim, dokunman… Uyurken nefes alışlarını duymak meselâ kulağımın hemen dibinde.

Bugün o tepeden seyrederken büyüyü, içime çektiğim bir geleceğin kokusunun güzelliğini bir kez daha fark ettim. Bronşlara dolan her neyse, şöyle bir gezdi durdu içimde. Basmadık yer bırakmadı. Ne geçmişim kaldı ne anılarım. Tek tek dokundu. Ayırmadı hiç birini diğerlerinden. O anın fotoğrafını çektim. Sanki yirmi yıl sonrasından bu güne geri dönmüştüm ve bize bakıyordum. Kendimi o fotoğrafı çekerken, bunları sana anlatırken görüyordum. Biz aslında o kasvetin içinde, bulutları ellerimizle ayırmıştık. Güneşin böylesine güzel bir şekilde denizi okşaması da bundandı. Daha buna benzer o kadar çok şey anlatabilirim ki sana...
Yeter ki üfle sadece... Üfle, bulutlar toplansın..

Biz nasıl bir şeyi yaşıyoruz ki parça parça ekleniyor birimiz diğerine. Eğer sen "bensen" hemen söyle başka bir ihtimal daha aramayayım. Bende "senin" olmadığın tek bir sokak yok. Evlerin kapı numaralarında sayılıyor günlerimiz. Kaldırımlardaki tüm arnavutluğu ellerimizle dizmişiz. Dokunacak mıyım şimdi ben sana, çok mu sıkı sarılacağım? İstanbul mu dikizleyecek gecelerimizi?

Sen gelince alacağım senden giderken içimde tuttuğum nefesi.  Bıraktıktan sonra ben de süreceğim bir ömür boyu tenini tenime.

Bizde de aşk böyle yazılır. Kaderin harfleriyle. Kaderse avuçlarımızda büyütmeyi daima sevdiğimiz şeydir. Bazen gözyaşı bazen dudak kenarındaki ılık gülümsemeler. Yatağın sıcak hali. Nokta vuruşu.

15 Ağustos 2010 Pazar

Sıcak Bir Mevsim ve Ellerimde Yaralar

Adam kollarını yavaşça yüzüne götürdü. Durumundan sıkıldığı, bir şeylerden kaçtığı belliydi. Henüz beş dakika olmuştu onunla karşılıklı oturmamız ama bu sanki aylardır içimde saklı duran tutkunun, geç kalmış bir buluşma adresinin verdiği cesaretle tanımadığım bir adamı anlamama yetiyordu. Zaman bir alev gibi yakıp geçiyordu. Alevler arasında kalmış gibiydim. Ne yana gitsem küçük küçük ateş parçacıkları tenime dokunuyordu. Orada ne yapacağımı bilmeden öylece oturuyordum. Gittikçe içimde çoğalan ona dokunma duygusu korkularımla birleşince zaman zaman yerini öylesine gösterilen bir gülümseyişe bırakıyordu. Gözlerinden bu halime anlam veremediği anlaşılıyordu. Hem zaten bastırılan duygumun sonucunda ben de ne yaptığımın tam olarak farkında değildim.

Saatler sonra artık hiç konuşmadı. İstediğim bu değildi. Oysa o, aylar önce benim günün yavaş yavaş yüzünü geceye çevirmesini ve ıssız bir karanlığın ortalığı kaplamasını beklerken gözlerimde canlandırdığım ve o dört kare pencereden içeri aldığım adam değildi şu anda, burada karşımda oturan. Sessizliği hiç düşünmemiştim onun yanında. Çünkü ne zaman görsem gözlerinde hep dalga geçtiği çocukların onda bıraktığı tuhaf kahkaha vardı. Sürekli bir şeyler anlatıyordu. Bazen bıraksa yarına bile yetişemeyecek olduğunu düşündüğüm sözleri vardı. Anlamadığım böylesine çoşkun bir nehir nasıl olurdu da bir an hiç tatmadığı sessizliğin kapıları ardında kalabilirdi? Özlemim, içimdeki coşku sönmemişti daha. Oysa O tamamen farklı bir yolculukta adımlarını sayarak ve arkasına hiç bakmadan ilerliyor gibiydi. Bu öldürücü sessizliğin ardındaki dalıp gitmeler beni sarsıyordu. Kaybolup gidiyordum onun peşinde. Duygularım, yıllardır bir türlü ket vuramadığım yanlışlarım hala benimleydi ve ona doğru amansızca sürüklüyorlardı beni. Bir an gözlerinden uzaklaşıp kendimle başbaşa kaldığımda tenimin soğuk yaralarıyla irkiliverdim. Dokunmak… İhtiyacım olan buydu; ama öncesiz ve sonrasız bir zamandaydım. Aslında biz diye bir şey hiç olmamıştı. Yalnızca düşlerim ve etkisinden kurtulamadığım isteklerim beni buraya, bu adresi gecikmiş yere getirmişti. Kaçamazdım… Çünkü ben de gelmeyi istemiştim. Şimdiyse bir onun uzak şehirleri anımsatan gözlerinde, bir de tenimin soğuk yaraları arasında gidip geliyordum.

Bir an kendine gelir gibi oldu ve bana baktı. Sanki neden ben diyorcasına umutsuzca beni izledi. Yüzündeki şaşkınlık, o hiç alışmadığım uzaklık içten içe konuşmamı engelliyordu. Sanki ufacık bir şey desem o buluşma adresini ve onu bir daha hiç bulamayacaktım. İlk defa karşısında sessiz kalmayı seçtim. Bu durumdan memnun olmadı. Devamlı bana o eski o tanıdık olmazlıkları anlatıp durdu. Hiç dinlemedim. Yalnızca kulağımda yankılanan kızgın ve umutsuz sesi oldu. Kelimelere yüklenen anlamlar benden çok uzaktaydı ve ben bilerek onlardan kaçmıştım. Oralarda, onun bile ulaşamayacağı yerlerde olmak garip bir avuntu oluşturmuştu bende. Kısa bir an bile olsa onu terk etmiştim ve kendimleydim. Bu karşılıklı uzaklaşmalar müziğin aramıza girmesiyle son buldu. Etrafıma baktığımda tanıdık gelmiyordu hiçbir yüz. Sanki saatlerdir orada oturan ben değildim. Anlaşılan hiç de orada olmamıştım. O da kim bunlar dercesine bana baktı. Yalnızca omuzlarımı kaldırdım umursamazca. Zaten pek de ilgilenmedi.

Yine bir yolculuğa hazırlanır gibiydik. O biraz daha erken davrandı. Gözlerini yumup başını öne eğdi ve yine uzak şehirlere gitti. Bu kez hoşlanmadım bu oyundan ve ellerine dokunup onu kendime çektim. Birdenbire tenimde soğuk bir mevsimin sıcağa dönüşümünü hissettim. Titreyen ellerim onu hayrete düşürmüştü. Bıraksam bir daha tutamayacağımı biliyordum ellerini. Yine de istemesem de o sıcak mevsimi bırakmak zorunda kaldım. Şimdiyse eski ve soğuk yaralarımla yeniden beraberdim. Bu her şeyden çok yakıyordu canımı. Adresi kaybetmeyeceğimi bilsem her şeye boş vermek geliyordu o an içimden. O ilk dakikalarımızdaki cesaret artık yoktu bende. Ona anlamlar veremediğim gibi kendime de yanıtsız kalıyordum. Gittikçe kaybediyordum bir şeyleri. Önce o hep dokunup da hissetmek istediğim ılık bir teni, sonra isteklerimi, kararlarımı ve en sonunda da cesaretimi kaybettim. Bana bir mevsim getirebileceğini umduğum adam bana binlerce mevsim getirmişti ve ben hangisinin doğru mevsim olduğunu bulamıyordum. Denediğimdeyse hep yanlış mevsimlerde kendimi buluyordum.

Zamana karşı gözlerine bakıyordum. Bomboştu… Bir kez daha yıkıldım. Aceleyle saatine baktı ve apar topar sadece “ gitmem gerekli” diyerek kalkıp gitti yanımdan. Öylece kalakaldım hiç tanımadığım insanların bakışları arasında. Eylülün gittikçe soğumaya başlayan rüzgârları, saatlerce tenimde dolaştı durdu. Israrla kendimden, bu söz geçiremediğim benliğimden uzaklara kaçmaya çalışıyordum. Ama her defasında aynı yerde, aynı bilinmezliklerin içinde gözlerimi açıyordum. Oysa çabalarım boşunaydı. Adam soğuk bir mevsimin yalnızlığına hiç aldırmadan çekip gitmişti. Bense en eski yaralarımla birlikte ardından sadece bakmakla yetindim.

O mevsim hala yaşanmadı ve hala aynı yaralar ellerimde. O ise kim bilir hangi sıcak
mevsimin kollarında, kiminle?

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Mutlak Son

Tarih bugün!

Uykulu bir sesle onu arıyordu. Birkaç gündür devam eden yokluk aldatmacası, giderek bulmacaya dönüşen bölük pörçük kareler ve bir türlü gelmek bilmeyen özlem sonrasında ona ne diyeceğini gerçekten merak ediyordu. Gülümseyerek telefona cevap verdi. Gülümsemeliydi. Zorla da olsa pazar günü ayrılışlarının ardından onca saat görüşmemelerine rağmen hiçbir şey olmamış gibi davranmalıydı.  Bir defasında samimi arkadaşlarından biriyle konuşurken : "Aşk zorunlu bir danışıklı dövüş olmamalıydı" demişti. İşlerin sarpa sardığı, karşılıklı hesapların gizliden gizliye yapıldığı çirkin bir pazar yeri görüntüsünün içinde düşünülemeyecek kadar özgür olmalıydı.Özenle sayfaları çevrilen yeni, keyifli bir kitabın insana verdiği o anlatılamaz tutkuda olduğu gibi karşılıksız ve malum bazı beklentileri kusmadan yaşanmalıydı.

Uzun süreden beri karşısına alıp da konuştuğu tüm kitap kahramanları, üç dakika kadar süren bu kısacık telefon konuşması sırasında, bildikleri bütün cümleleri -olacakları- kulağına fısıldamışlardı. Kulak asıp asmamakta biraz diretse de kendince yapılabilecek en iyi yolu seçebilmek için hızla kâğıt kalem aramaya koyuldu. Yaşanacakları daha şimdiden biliyor olmanın verdiği o tuhaf rahatlık ve rahatsızlık veren duygu arasında, akşamüstü olacakları yazmaya koyuldu. Adamın telefondaki sesini herhangi bir duyguya yerleştirememişti.

Çıkmak için on beş dakikasının olduğunun farkına vardı. Acelece makyajını tazeleyip buluşma yerine doğru yola koyuldu. Oysa o, daha sabahın erken saatlerinde nelerin olacağını çok iyi biliyordu. Mutlak son telefon konuşmasıyla başlamıştı. Kadın bildikleriyle yola koyulurken adam muhtemelen henüz bilmediklerini ve anlatmayı planladıklarını aklında kuruyordu.

"Her son bir öncekinden ne kadar da kısa" dedi kadın ve masadan kalkıp tek kelime bile etmeden eve döndü.

8 Ağustos 2010 Pazar

Tuvalin Gözyaşları

Tuvale dökülen siyahlığın tedirgin bakışlarında konakladım kısa bir an için. Koyu uçlu kalemin salına salına oluşturduğu çizgilerin bütünleştiği beyazlıkta, eski bir kahramanın ağıtı yol boyunca içime aktı. Ellerini ovuşturarak, hareket halindeki minübüsün çukurlara düştükçe sarsılmasından hiç rahatsız olmayan genç kızın daralan duygularını, koluma değen sıcaklıkta hissettim. Ağlıyordu. Göz ucuma yuvarlanan herhangi bir damlanın varlığının olmayışı, yanımda duran küçük hanımefendinin iç çekişini görmemezlikten geleceğim anlamına gelmiyordu elbette. Ki yol boyunca tüm vücuduma yayılan gözyaşlarının ıslaklığında ben de ağladım.

Siyah saçlarında kaçacakmış gibi takılı kalan ufak tokaların, isyankâr bir sahibinin olduğu anlaşılıyordu. İstemeden de olsa geçiştirilmiş bir sabah öğünü gibi duran kot pantolonuna takıldım. Parçalı kumaşların desenlendiği, renkli kalemlerin en sevdiği notalarda birleştiği bir yığın, çoğu okunması zor yazının arasında resmedilmiş silüet halindeki erkeğin duruşu tıpkı yanımda duran kıza benziyordu. Bilinçsizce kalıbına girdiği erkeğin, bir duygu sızması sonucunda kendi hücrelerine kadar inişinin farkında mıydı acaba?! Muhtemelen askıda olan yaşamının ayrıntılarıyla benim kadar ilgilenmiyordu.

Saate baktım. İyiden iyiye devrilen günün yorgunluğu kirpiklerimden sızıyordu. Ağırlaşan hareketlerimin ucundan tutmak için gerekli olan kuvveti bulmam gerektiğini biliyordum. Birazdan, her akşam yokuşun sağa kıvrılan dönemecini biraz geçince seslendiğim şoföre, aynı cümleyi tekrarlayacaktım.

Sola ve sağa açılan çantanın fermuarı, öne doğru yaptığım hafif hamlenin etkisiyle sahibinin aceleci parmaklarıyla sonunda buluştu. Silgi parçaları silindirik ruhlarından mutlu bir şekilde ve yumuşak dokunuşları silmiş olmanın verdiği huzurla ayak uçlarımdaki yerini almıştı. Belli ki yanımda duran ve yol boyunca bir şekilde takıldığım küçük kızın da benim gibi inme vakti gelmişti. Onun konuşmasına fırsat vermeden ayağa kalktım ve şoföre seslendim:

" Müsait bir yerde durabilir misiniz? "

Ağır adımlarım ve arkayı görmeye çalışan meraklı halimle baş başa kalmıştım. Bir ara solumdaki gölgenin o olduğu sanıp heyecanlandım. Değildi. Aynı sokakta oturup oturmadığımızı anlarsam bunun neyi değiştireceğini bilmiyordum ama; yol boyunca hiç tanımadığım birini böylesine düşünmüş olmanın verdiği garip bir duyguyla, yokuşu çıktım.

Bazen hiç tanımadığımız bedenlerde saklanır tuvale yansıyanlar. Ve birileri, sizin yerinize eline bir kalem ya da bir fırça alıp baştan aşağıya boyamaya, karalamaya başlar. Kendi içimizde sese dökülmeyen her ne varsa, bambaşka birinin işleyişinde anlam bulur; tuvalden dökülen gözyaşları kalbe vurduğunda... 

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Oysa Bir Zamanlar Vardın "Mektup Öyküleri" - 3

Yıllardır boşluğa seslenmiştim. Beyhude bir çaba da olsa duyuramamıştım sesimi. Artık seslenmiyorum sessiz çığlıklarla. Sonuçta ne buldum biliyor musun? O saldığım sayhalar (derin çığlık; bir anlamı bu. Bir diğer anlamı, antik kavimlerden birinin bir anda, öylece oldukları yere çökmelerine neden olan korkunç ses) döndü dolaştı beni buldu. Sesimi yine kendim duydum. Eh, fena da olmamıştı doğrusu. Bu, yüreğin suskun kalmasını engelledi. Beni susturmadı anlayacağın. Türkülerimi kendime söyledim uzun yıllar ama şimdi duyuluyor ve bundan son derece mutluyum. Size yazıyorum ve artık kendim çalıp kendim söylemiyorum.

Daha önce yazdım mı bilmiyorum? Yıllar öncesinde yalnız yaşayan bir arkadaşımın duvarında, kendi yaptığı bir yağlı boya tablo, öylece duruyordu. Kalbinden vurulmuş, kanı akan yaralı bir kardan adamı tasvir etmişti ve yanaklarından gözyaşı süzülüyordu. O, aslında bir kardan adam değildi. Bir ‘kardan kadındı ve arkadaşım kendini aktarmıştı tuvale. Bunu ben biliyordum. Çok uğraştığım halde onun hikâyesinin önüne geçememiştim. Nedense, onu hatırlattı yazdıklarınız, bir an!

İnsan, hayatın metaforudur. Hayata nispet edildiğinde, hayatın merkezinde durur ve onun her şeyiyle, her safhasıyla ilintilidir ve büyük bir muammadır. İnsanı çözerseniz, hayatı da anlarsınız. Zor bir iştir. Bu yüzden, sizin işiniz de zor! ‘İnsanda’ çıkılacak yolculuğa tahammül etmek gerçekten zor! Tıpkı uzun soluk isteyen bir sahra yolculuğu gibidir. Bu zahmetli yolculuk ancak bir sahra adamının çıkabileceği türden bir yolculuktur ama sadece zorluk ve zahmetle ulaşılan şeyler değerlidir ve kutsaldır. Bir insanın acılarını erdeme dönüştürerek yücelmesi gibi. 
İnsan yeryüzüne başıboş bırakılmadığı için kendisine verilen, ona dair ne varsa aslında birer hediye ve büyük bir lütuftur. Çoğu kişi ayakta ve dik durmayı başaramaz yaşam karşısında. Sıcak karşısında gevşeyen mum gibi yamuluverir. Hâlbuki ona öyle bir güç verilmiştir ki o taşıdığı gücün farkına varsa insan, sınandığı her olumsuz hâdiseden kolaylıkla sıyırır kendini. Üstelik birçok kazanımla birlikte. Hiçbir şeyle satın alınamayacak olan şey, yani tecrübe! Zâten gâye, tüm yaşanmışlıkları bir faydaya çevirebilmektir. Bunu başaran insan herkesten bir adım öndedir.

Tecrübe dediğimiz şeyi şöyle tanımlıyorum ben. Bilirsin fiziğin temel konusu kısaca harekettir. Hareket de zamana bağımlı bir olgudur. Hem evren hem içindekiler ve özellikle insan için. Bir grafik şeması düşün. Yatay eksende zaman, dikey eksende yüceliş. Dik olarak kesiştikleri noktayı sıfır noktası olarak belirle ve bu noktayı aynı zamanda bir insanın hayatının başlangıcı olarak gör ve sonsuza uzayan bu iki ışın arasında kalan alanı da hayat olarak kabul et! Eğer o insan, yine yatay eksende, yani zaman ekseninde, sadece zaman ekseniyle çakışık ve tamamen kendini o eksene bırakıp üzerinde bir çaba sarf etmeksizin salıp yatay gidiyorsa yaptığı tek şey kendine verilen ömrü zamanın kollarında basitçe tamamlayıp boşluğa akıp gidiyor demektir. Ki bu, zayıf ve silik şahsiyetlerin işidir. Ve eğer aynı insan, bir taraftan yine yatay eksen üzerinde bir çaba içerisinde ise işte o zaman hareket ediyor demektir. Ve artık o insan için, o vektörel alanda yani, hayat içerisinde bir yükselti kaydından bahsetmek mümkün olur. İnsan yaşamında ondan istenenlerin ve beklenenlerin olmazsa olmaz gereğidir bu!

Bu eksenler arasında yaşamını bir bileşke vektöre dönüştürenler, bu doğrultuda bir yükseklik kaydeder. Tecrübe, işte o yükseltidir. Bu da basitliklerden sıyrılış, bir yüceliş ve erdem kazanımı olarak nitelenir. Kısaca insanın olgunlaşmasıdır bu.

Başımıza gelenler ne kadar ağır olursa olsun dik bir duruşla, “biz bunu da atlatırız” dediğimiz anda, yükselir hayat. 

Her insan, hayatı içerisinde yığınla sorunla karşılaşır. Hatta bazıları bu sorunların üstesinden gelemediği için yaşamdan bile vazgeçebilme noktasına gelir. Şayet yaşadıklarını anlamlandıramıyorsa... Bunu başaramayanlar, hayatını bir an evvel tüketebilmek için garip yollara başvurur. Eğer bizi bekleyen bize özel sınavların kıymeti bilinirse, insan için onlar büyük bir ikram sayılır. Ve insan, sınavında zayıflık göstererek belini kendi eliyle bükmemişse hayata daha sağlıklı bakabilmek için büyük bir tecrübe ve güç kazanır, onu atlattığında. 

Bir âlim şöyle der;

“ İnsan için yaşadığı ızdırapların atlattığı sıkıntıların, bir süre sonra elemi gider, lezzeti kalır”

Hayat gerçekten sırlarla doludur. Bizim onu keşfedip, açıp okumamızı bekler. Bu yönde bir adım atabilmelidir insan.“Sır” diye adlandırdığımız şeylerin keşif yolu da bu olsa gerek. İnsandan hareket etmek bizi yanıltmaz ve gerçekte de sağlıklı ve doğru tespitler yaptırır kişiye. Ancak ondan hareketle yine onu buluruz yolun sonunda. Bu bir anafordur ve devinimi hiç bitmez. Galiba arayışlarımız dönüp dolaşıp yolumuzu insanın yalnızlığına çıkaracak. Ve sanırım sonuçta insana kendi serüvenini yazdıracak.

Ben yazılarınızda satır aralarına ustalıkla gizlenmiş bir “hüzün ” görüyorum. Yanılmadığımı da sanıyorum. Ama hüzün, öyle kötü bir şey değil bilesin. Aksine, tüm hayatımızı sarmadığı sürece acılara sıkıntılara katlanabilmek, içinden çıkabilmek adına âdeta yaşamı idame ettirebilmemiz için yaşamsal sıvının, adrenalinin salgılanabilmesi için bir vesiledir.

İnsanın hayatın ‘giz’i ya da ‘sır’larını keşfetmeye çalışırken yaptığı şey, aynı zamanda kendini keşfetmesi midir? İnsanın yüreğine bakma yeteneği mi sağlar bu tür yolculuklar? Eğer öyleyse oldukça zor ama değerli ve doğru bir yol seçmişiz demektir.

Yazılarınızda ve mektuplarınızda böyle bir ışık gördüm. Ve insanda ve hayat içerisinde gördüğüm her ışık, beni son derece mutlu eder. Bilirsin karanlıkta kalanlar için ışık hayat belirtisidir. Bir aydınlığın, esenliğin işaretidir. Bu yolda mesafe kaydetme, insana dair keşifte bulunabilme, hayatı anlama çabalarının sonucu ya da olgunlaşma; bir tabloda, ya da yaşamda, kalbinden vurulduğunda, bir “kardan adam” ya da bir “kardan kadın”ın yüreğinden sızan kanı ve gözlerindeki hüznü ya da yanağında asılı duran gözyaşı damlalarını görebilmek midir?

Son mektubunda nefis ifadeler vardı. Yine içerek okudum bir solukta. Kurgulamadan yazılmış. İrticalen yazabilmek büyük maharet ister ve ben de bunu çok seviyorum.

Bu yazdıklarım ondan bağımsız şeyler. Bir sonraki mektubumda kıymetli mektubunu karşıma alıp her satırına ayrı bir paragrafla cevap vereceğim. En azından şimdilik böyle düşünüyorum.

Saygıyla ve hoşça kal!


1 Ağustos 2010 Pazar

Çok Basit

Her şey çok basit. Bir düzeneğin altına kelimeleri yerleştirmek de. Görüyorum. Öyle net ki her şey. Farkındayım. Olanlar, hali hazırda devam edenler, olacaklar.
Her şey çok basit. Anlam, daima bir yerlerde kendi kollarını açmış bekliyor oysa bizi. Seni, evet seni de. Kaç yüz sayfa yazdığın değil; okudukların hiç değil, orada bekleyen başka bir şey bizi. Biliyorsun. Bildiğini bildiğimi de biliyorsun. Ne güzel! Çok bilinenli bir denklemin, bilinen sonuçlarıyız.
Mutlu muyuz?
Mutlu musun?