PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

17 Nisan 2014 Perşembe

İncir Ağacı

Mürekkep izini bırakıp gitti. Geçmiyor. Bir sandığın kapağı tık dercesine açılıyor. Zorlanmadan… Bütün harfler, bütün sesler, o bir türlü unutulmayan anlar etrafa saçıldıkça elim kolum bağlanıyor. Sanki her şey orada olmaktan ölesiye mutlu. Ya ben?
Onunla artık vedalaşmam lâzım.
Şimdilerde baş etmesi kimi zaman zorlaşan, aklıma geldikçe dipsiz bir kuyunun içinde havasız kalmışçasına beni boğan o kalemi artık unutmalıyım. Zamana yenilmek bilmeyen bir şeyler bıraktım onunla. O tazelikte acılarım kaldı. Bir araya geldiğinde cümle harflerin dile geldiği, cümle hayatın. O ise ilk izi bırakıp da gitti. Bilmem haberi var mı?

Hatırlamak öylesine zor, öylesine ağır ki içimden büyük büyük alevler fışkırıyor. Belki de insan hep aynı isimle karşılaşacağını bildiği içindir.

Yıllar geçti. Mürekkep üstüne mürekkep düştü gömleğime. Ama ben bir tek o izi unutmadım. Kitaplığımın sol üst köşesinde öylece durur. Arada sırada elime alıp bakıyorum. Ondan geriye kalanlar hep taze…
Aynı cevapsız sorular.
Neden bunca yıl geçip gitmişken ve zaman, acımasız geçmişine bir yenisini daha eklemişken bazı anları da beraberinde o karanlığa gömüp geçip gitmiyordu ki? Her şey sanki dün yaşanmış gibi capcanlı.

Balkondayım. Deniz boylu boyunca karşımda uzanmış geceyi selamlıyor. Sorular soruyorum. Dört yıl geçmiş bile olsa üzerinden bir cevap bulabilmek, yaşananları aklamak ve belki rahat bir nefes alabilmek uğruna geçmişin üzerinden yürüyorum. Yalın ayak. Her defasında yaralanıyorum. O gece de öyle olmuştu. Yeri geldiğinde birbirimizi bunaltacak kadar cümle sarf etmeyi beceren biz, ayrı yollardan gidiyor olsak da aynı cevapsızlıkta kalakalmıştık.

Ömer bacaklarını masanın üzerine uzatmış, bir elini de burnunun ucuna tutmuş dalgın dalgın uzaklardan geçen gemileri izliyordu. Geldiğinden beri tek tük konuşmuştu. Pişman mısın bu gece bana geldiğin için? dedim. Cevap vermedi. Bir şeyler düşündüğü belliydi. Çünkü ne zaman elini burnunun ucuna doğru tutsa sorularımı duymamazlıktan gelirdi. Uzun sürmezdi bu hali. Düşündüklerini toparladığı anda mutlaka hiç beklemediğim bir konuyla sessizliğin içine dalar, sorusunu sorar ve “Hadi!” dercesine çakır mavisi gözleriyle gözlerimin içine bakardı.

Nasıl olsa konuşacaktı. Bekledim.

Uzunca bir süre denize baktık. Sanki derin derin içimize çektiğimiz nefeslerimiz de olmasa bu dünyadan geçip gittiğimizi hiç bilmeyecektik. Masada bir tek ay ışığı kalmıştı. Ellerimi uzattım. Parmaklarımı bir sağa bir sola, yukarıya aşağıya doğru amaçsızca kıvırdım. Ayın yansıyan parıltısı bir şiir gibi dokunup geçti damarlarımın içinden. Hoşuma gitmişti.

Havayı kokladım. İncir ağaçlarının kokusu bütün terası sarmıştı. Sokağın en büyük incir ağacı evimizin hemen karşısındaydı. Eğilip göz ucuyla ona selam verdim. Selamımı almış olacak ki rüzgâr bir nefeslik kokusunu kucaklayıp bana getirdi. Peşi sıra çocukluğum da o selamı bekliyormuş gibi hemen arkasından gözlerimin ucuna kuruluverdi. Göz kapaklarım yavaşça kapandı. Başımı balkon demirlerine dayayıp o günleri düşündüm.
Çocukluğum hep kurak yerlerde geçmişti. Babam sağ olsun, sayesinde o ilçe senin bu il benim dolaştık durduk. Gittiğimiz her yer sanki başka renk hiç yokmuş gibi sapsarıydı. Uçsuz bucaksız bir sarı…
Bozkırın ağır bir hüznü var. İnsan bir defa onu tattıysa ömrü billâh yanında taşıyordu. Toprak efendidir oralarda. Boştur insan ne söylese. O yüzden sarıyı sevmem.
Aklımda yarım yamalak kalmış olsa da kuzeyin, Karadeniz’in özlemi hep saklı durur içimde. Çok çok küçüktüm o yıllarda. Ama insanın içine kadar yerleşenler unutulmaz ya nicelik önemli değildir bıraktıkları esastır hep, işte orası da benim için öyle. Anılarımda tekinsiz bir hatırlamaya denk düşse de sarının da dışında bir renk, renklerin olduğunu Karadeniz’de öğrendim. Orada bağışladım dünyayı. Affetmeyi, sevmeyi, her yağmur yağdığında otların arasından baş gösteren salyangozlara dokunmayı orada öğrendim. Dağ çileklerinin izini sürdüm. Kokusuna adımı feda ettim. Fındık ağaçlarında yuva kurdum. Yapraktan düşen tırtıllarla birlikte yürüdüm. Hiç incitmedim. İncinmedim. Yaşım o zamanlar tek haneli. Anlat deselerdi yine ilk buralardan başlardım anlatmaya. Belki de zorla alınıp başka yerlere gitmediği için hâlâ böylesine benimle.

Ömer’e baktım. Ötelere bakıyordu. Sanki denizin son çizgisini geçmiş, benim göremediğim o yerlere çoktan gitmiş gibiydi. Oysa yanımda olmasını, ilk günlerdeki heyecanla bana sarılmasını ne çok istiyordum. Zaten çok az görüyordum. Son günlerde ne zaman gelse az az konuşuyor sonra da kendimi içinde hissetmediğim bir sessizliğin peşinde kaybolup gidiyordu. Aklından hiçbir zaman tam olarak ne geçtiğini anlayamıyordum. Aylar öncesinin o aşk dolu cümleleri de bir şeyleri çözmeme yeterli olmuyordu. Aşkımızın yasa dışılığı gün geçtikçe kamburunu bizim üzerimizde çıkartmıştı. Böyle anlarda biraz daha yaklaşıyorduk birgün hesabını ayrı ayrı ödemek zorunda kalacağımız ayrılık günlerine.

Balkon demirleri soğumuş, gece iyiden iyiye zamanın üzerine ağır bir sis gibi çökmüştü. Başımı kaldırdım. İnsan ölecekse güzel kokular içinde ölmeli dedim içimden.

Sessizliği Ömer bozdu:
“İçelim mi?”

İlk defa cevabı çok kolay olan bir soru sormuştu. İstemsiz bir kahkaha attım.
“Hayrola bilmeden bir espri mi yaptım?”
Bozulmuştu. İri gözlerini kısıp kaşlarını çattı. Böyle yaptığı zamanlarda daha fazla gülesim geliyordu.
Hayır canım, yapmadın. Onca süre düşündün durdun. Rakı isteyeceğin aklıma gelmedi de ondan güldüm.
“Ne istesem gülmezdin?”
Of Ömer, ömürsün. Yani sen genelde cevabı hemen verilemeyecek sorular sorarsın da ondan. Şaşırdım biraz hepsi bu.
“Sabret, bu soru değildi zaten. Canım rakı içmek istedi. Belki de biraz daha… Ne bileyim işte, başka bir şeyler daha gerekiyor sanırım. Oluyor böyle şeyler ara sıra.” dedi. Yine o geçiştirici gülümsemesini takınmıştı yüzüne. Bu defa takılmadım. Madem dönmüştü artık yanımdaydı. Bu yeterliydi.

Ben mezeleri getireyim, sen de rakıyı.
“Telefon etsek getirmezler mi? İndirme beni şimdi aşağıya kadar.”
Geçen gün getirmiştin ya dolapta var. Ne çabuk unuttun.
“Ne bileyim, bitmiştir diye düşündüm.”
Sanki onsuz içiyormuşum gibi…

Kısa sürede her şey hazırdı. Dolunayın aydınlattığı küçük masamızda kadehlerimizi tokuşturduk. Ömer, her zaman ki gibi elinde en sevdiği şairlerden birinin kitabıyla başköşeye kurulup bana şiirler okudu. Bir erkeğin ağzına, yüzündeki mimiklere nasıl da yakışıyordu şiir okumak…
Her defasında ona, ikimizin de anladığı bir dilde, tıpkı masal sonrasında gözlerini uykuya kapayan bir çocuk gibi teslim oluyordum. Ara sıra başını kaldırıp göz ucuyla gülümser; çok değil, ikinci şiirin sonuna gelmeden ellerini boynuma uzatır ve ensemden yukarı doğru usul usul saçlarımın arasında dolaştırırdı.

Yıllar önce onunla ilk tanıştığımızda Cemal Süreya’nın Üvercinka’sını saatlerce hiç bıkmadan okumuştu. Teninin kıvrımlarını, soluğunu nasıl da içimde hissetmiştim. Bütün kara parçalarımı ele geçirmişti. Dokunmadan… Sanırım ilk o zamandı boynumla tanışması.
Sonraları başka şairlerin başka şiirlerinde aynı duygular sürüp gitti. Ama bu defa Ömer yanımda yoktu.

“N’olur ağzından başlayarak soyunmaya/Bir kez daha sür hayvanlarını üstüme üstüme/Çık gel bir kez daha yıkıntılardan/Çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat.”

Ömer kitabı kapatıp ellerimi tuttu. “Ne muhteşem bir şair şu Cemal Süreya, her defasında ilk defa okuyormuş gibi hissediyorum. İlkler neden bu kadar yüreğimizi dağlıyor? Ben neden her bunaldığımda hayattan, hayatımdan kaçarcasına buraya geliyorum?”
Beklediğim soru nihayet gelmişti. Elimi geri çektim. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Ömer başını öne eğmiş, rüzgârın yere düşmüş üzüm tanesini ileri geri hareket ettirişini izliyordu. Gözlerini göremiyordum ama hastalığında karısını yalnız bırakıp yanıma gelişinin yarattığı vicdan muhakemesini ve pişmanlığın o buruk izlerini çok iyi görebiliyordum. İnsan böyle anlarda neyi seçerse ömrü billah ona mahkum oluyordu. Ben susmayı seçmiştim. Ömer’in seçimiyse daha soruyu sorduğu andan itibaren çoktan belli olmuştu.
Bi koşu su içmeye gidip geldim. Hani dedim, belki o arada bir cevap bulurum da şu boğazımda düğümlenen sorudan kurtulabilirim. Ne giderken ne de dönüş yolunda, kendimi bile tatmin edecek bir cevap bulabilmiştim. Çünkü bir ilki sözcüklere dökmek sanıldığı gibi bir şey değildi. Ağızdan çıkacak her şey onu biraz daha geride bırakıyordu. Sona yaklaşıyorken ilkler çoktan mazi oluyordu. Bir tek yürekte kalan sancısı tazeydi.
Ömer, bardakta kalan son yudumu kafasına dikip kalktı. Gitmeden sanki bir daha hiç gelmeyeceğini anlamış gibi sımsıkı sarıldım. Kapıyı açtım. Sonra kapatıp yeniden sarıldım. Onu hiç göndermek istemedim. Ama bu defa diğerlerinden farklıydı. İçimdeki her bir hücrede hissedebiliyordum. Öptü. Sonra bir daha. Bir daha. Ama o, bu defa gerçekten gitmişti. Koskoca iki yıl boyunca bir tek an bile azalmayan heyecanımsa hâlâ yerli yerindeydi.

İncir ağacının yaprakları kıpırdadı. Rüzgâr tıpkı o gece ki gibi aşağılardan yol alıp kokusuyla balkonu doldurdu. Bazen tek bir koku nedense hep bir önceki anın tetikleyicisi oluyor ve hatıralar da böyle böyle akla düşüyordu. Ülke, son okuduğu şiirdi Ömer’in. Benim de en sevdiğim Cemal Süreya şiiri. Kaç defa ondan el yazısıyla bu şiiri yazmasını istediysem de yazmadı. Belki de gittiğinde ardında mürekkep izi bırakmak istememişti. Ama asıl mürekkep izi kalbime düşmüştü.
Onunla vedalaşmaya çabalarken ve fazlasıyla incinmişken cevapsız kalan o soru bana kendini yeniden hatırlatıyordu. İncir ağacı gam götürmüyordu.


Ve insan, kimi zaman delirecek kadar çok yaşıyordu.






*04.11.2013 tarihinde Egoist Okur sitesinde yayımlanmıştır.