PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Oysa Bir Zamanlar Vardın "Mektup Öyküleri" -8-

Bilirsin geç kalmakta ustayımdır. Merhabada geç, elveda da aceleci...

“ Söylediğin sözün değer taşıması kendini nispet ettiğin şeye bağlıdır.” Kelimeler bizi ele verir. İnsan kelimelerle konuşur. Seçtiğin kelimeler senin alâmetifarikandır. Her kelime her yüreğe yakışmaz. Asil kelimeleri asiller kullanır. Mücevher gibidir, taklidi yapılamaz. Sanattan anlamayan birine verin devasa ve kıymetli bir ağacı, yonta yonta küçücük bir kürdan çıkarır o dev ağaçtan.

" Hangi çocuğa giydirsen acıyı yakışıyor bugün,

boşa don biçiyor analar..."

Yine derinden bir çığlık, uyku yüzü göstermeyen gecelerde salınmış. Ancak gece uyumayanlar seyredebilir samanyolunu ve görebilir şafağın muhteşem sükûnetini. Sen, gecenin tam ortasında uykularımızı böl ve hep uyandır bizi.

Her cüce mukavvadan bir duvar örer önümüze, onu bir heyulâ yapan tabularımızdır. Hepsi hepsi küçük bir benek. Hapsedilen bedendir, ruhlarsa özgür. Kurtulmak için bu köhne dekordan korkuyu korkutmak gerek. Tasvir edebildiğin, gönül gözünden gördüğündür. Pencerenin büyüklüğü değildir enginlik. Bir iğne deliği bile yeter, bakmasını bilene. Her yıkıldığında bir tabu, her yırtıldığında bir perde, görünür yaldızlı süslerin ardındaki füsun.
Uzak değildir bir yıldız kadar gerçek, onun gözbebeğinde saklı olduğunu görürsün.

Her hazan, bir yolculuk için toparlanıştır ve yeniden dirilmek için bahara bir uyku gibi araya girer kış! Ne gideni durdurur zaman ne gelmeyecek olanı bekler.

O gelince yitirir hükmünü zaman, dil susar; düşer söz ve hece. Gelen vakt-i sükûttur!


Yazının başında bahar vardı...

“İstanbul, bahar, aşk, yalnızlık, anı ve gece.” 

Hepsi birbirine karıştı.

Hoşça kal...



28 Mayıs 2011 Cumartesi

Şimdiki Zamanın Bencilliği

“Bazen durgun bir koyda yürürken ve aslında hiçbir şey ortalıklarda kendini göstermiyorken, an gelir bir fırtına çıkar. Yerle bir olur baktığın o büyük kumsal. Kum taneleri arasından geçer kuytuda bırakılmış ve gizliden gizliye büyütülmüş arzular. Islak bir cumartesi gününü kucaklamışken beden, bir başka ıslaklığı sorar tüm çıplaklığıyla. Geride bırakılmış bir sevdanın izi neredeyse kalmamıştır bile...

Zaman akşama doğru akarken yolcu, bütün pencerelerini kapatıp yerinden kalkar. Yolu uzun değildir, dinleyecekleri vardır, anlatacakları ve belki de bugüne kadar bir diğerinden hiç beklemedikleri. Önce duyarlı bir ses verir, "buradayım" der gibi ama aslında hiç varolmamıştır. İşte günlerden bahsi geçen gün ve seslerden, izi daha henüz çok bırakılmamış bir sesle başladı her şey.”


Kimlikler…
Yaşamın içerisinde kâh dinlenirken kâh yürürken kâh severken kâh ağlarken kâh koşarken diye sürüp giden bir karmaşanın tam orta yerinde, üzerimize yapıştırılan ve nereye gitsek peşimizi bir türlü bırakmayan yol arkadaşımız. Belki çoğumuzun yandaşlığından hiç rahatsız olmadığı, belki de bazılarımızın yeri geldiğinde üzerinden atmak için uğruna birçok şeyini feda edebileceği, vazgeçilmezliğin vazgeçilebilir kısmı… Nasıl oluyor da kendi içerisinde bu çelişkiyi barındırabiliyor diye düşünenleriniz varsa, emin olun çok kolay bir ayrımı yok. Hele ki ne yapacağını ve onu yaşamının neresinde tutacağını tam olarak kestirememişler için bu öyle kolay yutulur bir lokma değil.

Dönüp arkama ne zamanlar bakıyorum diye kendime sorarken buldum. Galiba insanoğlu kayıplarının arasına bir yenisini daha eklediğinde, küçücük bir zaman parçası bile olsa, dönüp şöyle bir geçmişini ve geride bıraktıklarını kolaçan ediyor. Varken yokmuş gibi davrandıklarını ya da mutluyken mutsuzluğu seçmeyi tercih etmiş olduğu şeyleri düşünüp çıkar bir yol bulabilmek adına, bir geri bir ileri gidip geliyor. Zamanında alınmış kararların bugüne olan etkisini gördüğünde ise verdiği kararların doğruluğu ve yanlışlığı üzerinde hesaplaşmaya başlıyor.
Ben hesap yapamıyorum bile! Varsa yoksa ensemden beni geçmişe çeken o lastik ipin kopması için elimden geleni yapıyor ama ne zamanki uykuya kendimi bırakacağım, işte o anda her şey yeniden eskisi gibi başa sarıyor.

Herkesin kendine göre bir kısır döngüsü mutlaka vardır ya benimki de böylesi tuhaf bir kısırlık. Ne tamamıyla günlük hayatımı çileden çıkartan ne de bana günümün en değerli kısmını yaşatabilen bir kısır döngü. Sanırım gerçekten insanoğlunun en büyük kavgası kendisiyle.

Kendi aklımı alt edebileceğim günü bekliyorum. Biliyorum ki en büyük kazancım işte o an olacak. Yıllardır bu işin içinden çıkamamamın bedelini bir şekilde ödedim. Seçimlerimin ağırlığını, bana verilen yüklerin ya da kendi üzerime bile bile aldığım yüklerin yorgunluğunu an be an hissettim. Belki de bu yüzden bugünlerde soranlara gülümsemeyi unutmadan “çok yorgunum” diyorum. Derin bir nefes alınca çıkıp gidiverse diyorum her şey. Sonra durup vazgeçiyorum. Acısıyla tatlısıyla senindi onlar, sahiplen. Sahipleniyorum da ama bir türlü bu çetrefilli düşüncelerden de kurtulamıyorum. Dedim ya bu tuhaf bir kısır döngü…


“Haliç’in gözleri henüz ıslanmamıştı o öğleden sonrası. Adımlarımın beni hangi duygu sonuna hazırladığını biliyordum ama bilirsiniz, bazen bilmek yeterli değildir. Bile bile körüklersiniz içinizdeki ateşi. İstemediğiniz bir “son” durur, hani o bildiğiniz başlangıcın hemen yanı başında. Kederlerinizi bir süre de olsa rafa kaldırmayı, onu düşünmeyi, anları doya doya tüketmeyi, paylaşmayı istersiniz. Kısacası bilmeyi bilmemeyi istersiniz.

Zorlukların içinde yetişen bir aşkı kazanmak, her defasında daha çekici gelmiştir. Oysa en büyük acılarınızın müsebbibi hep o tanıdık zorluklardır. Nedir bunca didiniş içerisinden çekip çıkarmaya çalıştığınız, o zorlu aşk? Alıp verilemeyen, türlü serzenişlere iten, söylenmeyecekleri bir bir söyletme gücünü verdiren bu aşkın çekemediği nedir kendi kendinde…”

Bir öyle bir böyle, hem onla hem onsuz, ne yerde ne gökte bir türlü hiçbir yere sığmayan anılar, sığdırılamayan bir ten. Günlerin koynunda hesapsız bir sürükleniş.
Anlayacaklarım da varmış derken anlatılanların ama en çok da anlattıklarımın içerisinde sıkıştım kaldım.

Duvarların baktıkça konuştuklarından, bindiğim dolmuşun sana götüren mutluluğundan, bihaberim. Sanki hafızamın benim bile daha önce hiç fark etmediğim bir yerinde garip kıpırdanmalar oldu ve ben yalnızca tek kişilik yastığa, çift kişilikmiş gibi sarıldığımda uyumak ve bir daha uyanmak istemiyorum.

Sabahın, o mahmur sıcaklığında kalkıp uzun bir yürüyüş sonrasında, yemyeşil bir vadinin gövdesine uzanıp boylu boyunca doğanın aşkını kalbime doldurmayı istiyorum. Uzun upuzun kuru gül dalının tekilliğinde, o arabanın hemen yan koltuğundaki boşluğunda, onu gördüğüm ilk güne geri dönüp tek celsede bitecek bir sarılışa yeniden kendimi bırakmayı bekliyorum.

Şimdiki zamanda kocaman bir bencilliğin düşlerimi perçinleyen sandalında ve mısır kokularının bekleyişinde, sus payı bırakıyorum yaşananlara.

Bilsen ben bu çoğullukta neleri aklımdan geçirip hala gülümsüyorum.


25 Mayıs 2011 Çarşamba

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -35-

Bir yerlerden çıkarsın biliyorum. Şu an içindeki çocuğun şaşkınlığına kapıldın onunla birlikte yol alıyorsun sadece. Hem neden sen de bu karışıklığın içerisinde durasın ki? Seçimlerini çoğu zaman sevdiğimi bilirsin zaten. Yani ben, elimden geldiğince işte sana anlatmaya çalışıyorum. Belki bazen kırılıyorsun, kırıyorum seni elimde olmadan. Yine de küçük ve anlamlı dokunuşların beni kendime getireceğini sen de gördün.

Tanık olduğun dünya bugünlerde çok iyi değil. Her gün yeni bir başlangıçla aslında bitişin öyküsünü yazıyor gazeteler. Manşetler, gazete mizanpajları, televizyonlar beni yoruyor. İçimde daralan yolları iyice tıkıyor. Kapatıyorum. Bir tek senin sesin dolduruyor bu evin içini. Kısacık zaman dilimlerinde misafirim oluyorsun. Ne kadar oldu hatırlamıyorum bir defa daha yazmıştım buna benzer şeyleri. Hayat dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyor. Ya da ben hiç değişmiyorum.

Şimdi sen yine telaşlandın, bunu hissedebiliyorum. Oysa gerek yok. İyiyim. Belki biraz uykusuz. Daha fazla okur daha fazla yazar oldum. Haberin oldu mu? Elbette, sen de benim gibi takip ediyorsun yaptıklarımı. İçinde bir yer var, ona devrediyorsun diğer kalan her şeyi. Ben alamazdım. Yani devralamazdım. Zaten vermedin de; yine de aklıma geldi işte. Sen olmasaydın böyle bir şeyi denemeyecektim. Ben, diğer ben ve sen ile yol almak kolay değil ne de olsa. Zamanda, eklerde, mekânın belirgin netliğinde değişme var. Yazdıklarım hangi ben? Sen tüm bunların neresindesin? Sen dediğim kişi sen misin? Hepsini biliyorum. Hiçbir şey aklımdan uzakta meydana gelmiyor. Bilerek hazırladım bu kombinasyonu. Varlığının her yerine yavaş yavaş sızdım. "Sızmak" ne güzel bir kelime!

Biraz geriye doğru gidelim hadi. Renkler var. Sarı, kırmızı, siyah, mavi, bordu, altın sarısı. Uçsuz bucaksız bir gökkuşağının altındaymışım hissi veriyor her biri. Az kaldı, içlerinden birine dokunmama çok az kaldı. Belki de onlardan biri burada yok. Yazdım. Teker teker not aldım. Unutmamak ve hatırlamak için yeşil bir kalemle altını çizdim renklerin. Renkler ikilendi. İki renk var. Yakında, çok yakında sana hiç dinlemediğin bir hikâyeden bahsedeceğim. Merak etme, eminim ki o hikâyeyi daha önce hiç duymadın.

Yine aynı yere saklandın değil mi? Olsun. Nasıl olsa çıkacağını iyi biliyorum. Nasıl başlayacağımı düşünmüyorum. Belki de tam konuşurken sokaktan gelen bir sesle... Ses olmaz. Başka bir şey bulmalıyım. Geç kalmış olabilir misin? Bu hiç değil. Gece kapanıyor, çabuk olmalıyım. Kahretsin, hiçbir şey yok! Vazgeçiyorum. Ben yalnızca nasıl başlayacağımı iyi biliyorum.

Uzun süredir böylesine çözülmemişti. Sana anlatacaklarım var. Birikenler arasında teker teker söylenmeyi bekleyen cümleler. Hepsini duymaya hazır mısın?

17 Mayıs 2011 Salı

Gökdelen Dünyası

Yükseklerin bakış açısı...
Uzun ve yorucu bakışlar...
Gökdelen dünyası...
Ben buradayım.

Her şey çok tanıdık. Kelimeler kesişiyor ve içimde dillenen sen, biz ben'den öte. Bazen açtığın parantezlerle bitiyorum, içindekiler gibi. Henüz buradayım -ki bunlar fazlasıyla tanıdık.

Her öne doğru eğilişinde, ekranımda bir dudak izi kalıyor. Bir deniz kabuğunun içinde mi yolculuk ettin? İzliyorum, burada olsaydı diyorum. Atlantis’ten gelen adamla tanışmış olurdun. Bir tek sen. Yaklaş, öpeceğim. Her duraktan bir aşk daha binecek. Kocaman bir öpücük verirsen yorgunlularını asmaya, düşe koşmaya gideceğim.

Damlaların arasından küçük adımlarla yürümeye çalışırken, serinliğine karıştı bu ten. Her noktada bir yalınlık, tatlı bir karmaşa. Gözlerinde başladı gece bakınca unutkanlığım olan...

Dosya uzantılarında çoğalan paylaşımlar.

Bir türlü gerisini dolduramadığım düşüncelerin ağırlığında geçirilmiş garip bir kış yorgunluğunun ardından, tanıdık dünyanın kapısını biraz telaşlı, biraz da ürkekçe araladım. Kapının arkasında uzun süreden beri ara verdiğim bir sesin orada olup olmadığını, olsa bile bana açacak bir kapısının olup olmadığı bilmiyorum. Belki de bu nedenle üzerimdeki hafif tedirginlik. Giderken bırakılan eşyaların yerine konan sözler kim bilir hangi tarihin hangi bilinmeyen satırları arasında sıkışıp kaldı. Eski ve tanıdık bir konuşmanın penceresine sığınıp, olmayan; ama olması umut edilen bir birlikteliğin düşlerime vuran gölgesinin altında şaşkınlığımı, ulaşma çabalarımı saklayamıyorum. Elbette ki kendimden... Sen orada mısın ya da orada olacak mısın henüz sezemiyorum.

Gelirken hüzünlü yanımı, günlerden sonra belki atabilirim umuduyla yanımda getireceğim. Bir başlangıç koyuyorum harflerin üzerine...

Günün mönüsü yollara endeksli. Çıkmaz dediğim bir beyazlıkta, belki de aslını ürkütecek şekilde beyaz, yârin dokunuşu… Bilmediğin bir tenin gece uykusunda uyumanın verdiği rahatlık dilime; yün çilesinden ayrılan ip, ruhuma dolanıyor. Henüz yağmuruna karışmasam da şehrinde, büyür sevda...

“ - Yani senin yanındayken, konuşmasak bile birbirimize anlattığımız hikâyelerimiz ve anlamlar geçecek içimize. Sonra diyeceksin ki ortak bir hikâye yazalım ama gerçek olsun. Elleri, kadının elleri arasındaydı" yazarken, sen ellerimi avuçlarının içinde tutuyor olacaksın. Böyle bir gerçeklik. “Dudak” yazdığında, öpüyor; “saçların” diye yazdığında, saç tellerini tırmıklayan parmaklarımı bulacaksın. Ne zaman adam “gidiyor” diye yazarsan; onu hep sana dönüşlerinde karşılayacaksın.  Sonra “uyku” yazacaksın; göğüslerinin üzerine başını yaslamış, huzurun titreyen tadıyla uyuyan adama bakacaksın. Tıpkı “gözyaşı” yazdığında, ağladığın geceler gibi balkonunda evreni seyreder gibi

Uyku ve uyanıklık arsında saçmasapan bir yer. Gökdelen dünyası ne de olsa. Şaşkınım.
Bir ses duydum ama o sen miydin?

Omuzlarını öyle buruk bırakırsan, her an sarılmak isterim.  Yanağım yanağına merhaba der, sonra bir elimle kulağını kapatır, açık olana fısıldarım: “Gecene sarıl.” Sabah sana uyanmam için uyumam gerek. Uç uç böceği kanat çırpıyor.






Hâlâ ve Sonrası

Masanın hemen altında oturuyorum. Buradan başka gidecek yerim yok. Şimdilik böyle sessiz sedasız kalmayı tercih ediyorum. Bilirsin, ben en çok böyle anlarda konuşurum. Kirpiklerime düşen iklim hırsızlarını iyi tanırsın. Belki de son defa bu masanın altındayım. Üst tarafta olan bitenlerle ilgilenmiyorum. Yüzleşemeyeceğim anılar biriktirmeyi, korkuların karşısında direnmeyi sen anlattın bana. Masalın en başındaki o yağmur her şeyin tanığıydı. İçini kemirenlere dokunamıyorum. İzin yok. Kuytu köşelerde saklanıyorum. Saçlarımla yüzümü kapatıyorum. Her şeyi senin için yapıyorum.

Bir cümlenin içine "hâlâ"yı eklemekten çekiniyorum. Oysa içimdeki resimlerin karşılığı bu kelimede saklı. Korkuyorsun. Eriye eriye siliniyor cümlelerin izleri saman kâğıtlarından. Buruşturup bir kenara atarken yandı canı harflerin. Sakladığım her yer yok olup gidiyor zamanla. Bir kitabın ön sayfasına imzalanmış duygular, sıkı sıkıya tuttuğun gövdem, heyecan içinde adımla seslendiğin günler, kahvenin bitmek tükenmek bilmeyen kokusu, dilinde sevdiğin şarkıları mırıldanarak çıkıp gittiğin kapının kapanışının son sesi birer birer yok oluyor. Her şeyin bir ertesi güne bırakıldığı mısralarda soruyorum sana:
Ya sonrası?

13 Mayıs 2011 Cuma

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -34-

Durup düşünmek lâzım biraz burada. Bu sayıda. Derin bir nefes alıp yaslandığın yerde sapasağlam durmak. Görüntüler var. Seslerle gitgide çıkmaza sokup sonra yeniden tanıdık, bildik yerlere götürdüğüm. Birkaç adımda sonlanan yollar ve o yolların başında ne olduğunu anlamakta kimi zaman zorlandığım bir fotoğraf karesi. Bilinmeyen anların çekiciliğine kapılmak! Kaç zamandır yürüyorum. Kapılar sıkı sıkı kapalı. Ardımda ne vardı?

Işıklar yanıp yanıp sönüyor. Odanın avuçlarında hiçbir şey yok. Bomboş. Durmadan değişen müzikler, sarhoşluk veren kokular, tek tek vurulan harflerin sonrasında büyüyen kelimeler. Cümle. Cümleler iç içe geçiyor. Yazılışlarını unuttuğum birleşik hezeyanların arasında bir yerde sıkışıp kalan, belki çoğunu henüz hiç duymadığım anlamların peşinden gidiyorum. Siliniyor kelimeler. Yeniden yazıyorum. Yazdıkça her paragrafta baştan aşağıya yeniden var ediyor kendini şüpheler. Etkileniyorum.

Seçim yok. Hâlâ duvardaki o dikdörtgen boşluğu neyle dolduracağımı bilmiyorum. Sayısal verilere takılıp kaldıkça işin içinden çıkamıyorum. Başucumdaki sayfalara bakıyorum. Belki onlar doldurabilir. Her şeyi toparlamalıyım. Oyuncaklar, meleklerden örülü uzun sarı zincir, yanyana duruşlarını yıllardır bozmadığım mumlar, cd'ler, kitaplar, filmler...Heyecanla başladığım bu serüvenin kulaklarımda bıraktığı çınlamayla yeterince düşünmediğimin farkına varıp otuz dörde geri dönüyorum.

Sakinlik. Belki biraz sakin olursam her şeyi yoluna koyabilirim. Karmaşa yok. Oradan sıyrılalı epey zaman oluyor. En son geçen hafta mıydı en büyük telaşım? Bedenimin bulunduğum yerde olmasını istememiştim birkaç dakika. Bir mekânı bütünüyle gözlerimin içerisinde boşaltmaya çalışmış, bakmakla görmek arasındaki farkı sahneye koymuştum. Görmüyordum. Ama sağ yanımdan düşen gölgesi hareket ettikçe aşina olduğum şeyleri hatırlıyordum. Ayak üstü konuşmalar... "Dikkatimi dağıtma" uyarısı. Çakır sessizlikte kocaman bir serzeniş. Epey dediğim zaman yalnızca birkaç sayılı saatten mi ibaret?

Dolmayacak o boşluk. Duvarın o rengini seviyorum. Gidip elimi uzattığımda, köşelerine dokunduğumda bana kalan duygularının, beni tanımsız bırakan varlığının, doldurmak için hayal ettiğim anların yok olmasını istemiyorum.

Yine düşünmedim. Düşünemiyorum. Başlangıçlar iyi ama gelinen noktada her şey tersine dönüyor.
Şimdi gitmeliyim.
Daha sakin.
Sakin.
Hiç değilse bu sayıda.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Ömür Törpüsü Anılar

Benim anı kutusundan ziyade bir anı sandığım var. Ankara'da. Orada bıraktım yedi yaşından beri sakladığım her şeyi. Evet onlar elle tutulabilir şeyler. İlk aldığım şeyse sekiz dokuz tane bilezik. İnce bileklerime rağmen bin bir mızmızlıkla teyzemden istediğim, ailenin en hikâyesi bol, en cadı yeğenine daha fazla dayanamayıp verdiği ve hâlâ da büyük gelen, gümüşten bir çocukluk özeti. 

Sonra o taşlar. Küçük bir çocukken, merdivenlerin hemen bitimindeki beton bölmede, okul çıkışlarında canhıraş oynamak için gittiğim evin hemen altından ilk defa döne dolaşa seçtiğim, sonraları gittiğimiz her ilçeden ve her ilden toplayıp bugüne kadar taşıdığım; o küçük ellerin küçük "beş taş" taşları... Bir de ortaokul sıralarında öğretmen korkusundan çıt çıkaramayıp her şeyi yazarak anlaştığımız zamanlardan kalma, sıra arkadaşımın bana verdiği, arada benimkilerin de yeniden bana geldiği "fısıltı notları"...

Kimsenin okumadığı ilk şiir denemelerim, el işi kâğıtlarından yapılmış origami çalışmalarım ve daha aklıma gelmeyen neler neler... O sandık Ankara'daki evin bodrumunda duruyor. Kocaman. Hepsi yedi-yirmi dört yaş arasını kaplıyor. En son içine atmaya kıyamadığım iktisat ders notlarımı koymuştum. Yazılarına özen gösteren, düzenli not tutan biriydim. Yazmadan hiç çalışamadım ben.

Anılar kuşbakışı görüntüsüdür düşlerin. Birgün zamanı gelir büyürsün, hatta yaşlanmaya başlamışsındır bile, işte o zaman geçmişin kendini sakladığı o zindan daha bir hızlı yürür bulunduğun yere, odana, kalemine, düşüncelerine... Dağınıktırlar. Ne kadar toparlamaya çalışsan da görüntüler öylesine hızla gelip geçer ki hangi duygunun içerisinde tutsak olduğunu, çoğu zaman anlamak kolay değildir. Hayal kırıklıkları, yaşanan aşkların bağbozumları, yalnızlığın ilk defa bireysel tarihinde kazandığı anlam, mutluluklar, sevinçler...

Başka birinin kutusuna sadece "düşlerimi" ekleyebilirim. O kelimelerin hepsini yıllardır yazılarımda, yaşantımda tutuyorum. Bazen fısıldayarak bazen avazım çıktığınca bağırarak. Şimdi dahi yazarken onca şeyi erteleyip bir süre düşündüm de... Düşündüm de yazamıyorum. İçimde bir kapı, hep aynı sesi duyuyor. İlk tık sesindeki görüntüler aklımdan çıkmıyor.

Mutluluk: Kalp atışlarıdır harflerin hangi kelimeye bağlanacağını bilmeden coşku içinde kalemin ucunda pıt pıt...
Kalem: Düşlerimin o cızırtılı sesiyle akıp gitmesini sağlayıp içimdeki okyanusları birbirine katan...
Sevgi: Bilinmeyen öyküsüyle gelip koca bir ormanın ağacı olmak...
Kitap: Boyumdan büyük bir kütüphanenin uzanmak için zıplayıp da başıma düşürdüğüm, kimi zaman canımı yaksa da beni hiç mi hiç bırakmayacak olan bir büyü...
Çocuk: Hep taşan hep taşan ve dizlerimizde onurlu bir iz gibi taşıdığımız yaramazlığımız...
Oyun: Pantolona girmekten kaçıp külotla koltuklar üzerinde yürümenin zevki...
Müzik: Girişini öğrendiğim ama çıkışını bir türlü bulmadığım, bulmayı da istemediğim bir tek bana ait kelimelerle yürüdüğüm lâbirent...
Şehir: Ankara'da başlayan hayallerin İstanbul'da birgün sonlanacağını ve bir zamanın bütün yollarını yazılarla taşırdığım yol çizgileri...
Yol: Hep bilinmeyen...

Saklıyorum her şeyi. Anılar biraz da ömür törpüsü değil midir kulağımızda çınlamasını hiç sonlandırmayan?

1 Mayıs 2011 Pazar

Hatırlananlar

Bir mevsim...
Hangisi olduğu önemli değil!!

Tepeden tırnağa kadar üşümüş müydüm yoksa sıcaktan bunalmış mıydım? Bunun da bir önemi yok! Sus payı bırakmıştım herkese. Sustum ve yalnızca izledim. Kimi zaman kavruldum. Kimi zaman kül oldum. Kimi zamansa iliklerime kadar dondum. Bazen tasavvur edemiyor insan attığı adımların dönüşeceği yıkımları ya da düşünse de kondurmak istemiyor.

Bir zaman...
Hangi aralık olduğu önemli değil! 

Yeni bir yaşamın muştulayıcısı gibi gelmişti. Korkmuş muydum yoksa kendime güveniyor muydum? Önemliydi. Sevdiğim şeyleri yanıma almıştım. Hiçbir eşya içimde beliren duyguların, oluşturduğum izlerin, sızlasa da çoğu zaman yine kendi kendime sardığım yüreğimin sıcaklığını vermiyordu. Eşyalar ancak duygularla varlıklarına anlam katabilirlerdi.

Yazmak dedim. Yalnızca yazdım. Kimi zaman savaştım, kimi zaman seviştim, kimi zamansa yoruldum. Ama yaşadım.