PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

21 Şubat 2013 Perşembe

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -46-

Uzakta. Bildiklerimin çok ötesinde demek istesem de o sadece uzakta. Duvarlarının rengi atmış ya da sigaradan sararmış bir odada öylece oturuyor. Her sabah sarıldığı yorganının sıcaklığını, ilk yaz günlerinin sıcaklığı kadar yakından tanıyorum. Nefesindeki huzursuzluk artık geride kalmış denilebilecek geçmişten, geçmişimizden bir parça. Uzadıkça uzuyor geceler. Konuşmuyoruz. Bizim buralarda böyle olur. Ne kadar çok dinlerse en önce o gider. Gitti. Alışmaya (ç)alışıyorum. Kahrolası özlem de olmasa...

Ara sıra gelip bana bakıyorsun ama konuşmuyorsun. Nefes alış verişlerini duyabilecek kadar yakınıma geliyorsun. Bir pencere, aralık ve sessiz. Orada durmuş öylece bakıyorsun. Belki birkaç saniye ama ben saatlerce kurtulamıyorum geride bırakıp gittiklerinden. Yorgun dalıyorum uykulara. Kulağımda gönüllü bekleyen bir ses vardiya tutuyor sabaha kadar. Gözlerim kapalı ama üzerimi onun gibi kapatan başka hiçbir şey yok. Uzun uzun anlattım diye oldu tüm bunlar. Oysa bilmeni istemiştim. Beni böyle uzaktan bilirsen yakınına geldiğimde yadırgamazsın sanmıştım. Seni sessizliğe sürüklemekten, kendimi senden alıkoymaktan ve bu bekleyişe belirsiz günler eklemekten başka elimde ne kaldı? 

Suya dönüyorum her yanımı. Tıpkı yüzmeyi yeni öğrenmiş bir çocuğun heyecanıyla dalıyorum derinlere. Dipteki kumları avuçluyorum. İnce ve ıslaklar. Yıllar kanatmış onları, ağlıyorlar. Avuç içlerime sığamayacak kadar kırılganlar. Yutuyorum. İçimde bir deniz yükseliyor. Dalgalar vuruyor sözlerime. Kelimelerim ıslanıyor. Kayıyorlar uykularımdan. Boğuluyorum. Biz ne zaman bir araya gelemeyecek kadar uzak düştük birbirimizden, bilen var mı? 

Bekliyorum. Hiçbir yere gitmedim. Şimdi durmuş haberin olmadan gizlice seni seyrediyorum. Sigaranın dudaklarında başladığı yerden ben devralıyorum dumanını. Ağır ağır nefeslerle içime çekiyorum. İçimde duman duman sen. Şimdiye kadar dinlediğim bütün şarkıların sesini kısıyorum. Yarım bıraktığım cümlelerimi tamamlıyorum. Sonra sen geliyorsun. Kapılarım ardına kadar açık. Gülümsüyorum.  Adındaki baş harfi sahipleniyorum. 
Biraz kırgınız biraz da şaşkın. İkimiz de ayrılığın güncesini tutmuş birer balığız. Belki de bu yüzden susamışız. Denizi, rüzgârı, Ege'yi özlemişiz.

Şimdi sen yorulmuşsundur onca yoldan sonra. Hadi koy başını göğsüme. Üstelik ben de çok bekledim. Sol omzundaki çukura da ben koyacağım başımı. Baksana ne kadar da az kaldı. 














10 Şubat 2013 Pazar

Kısmet Bakkal


Birkaç gündür onu izliyorum. Merdivenlerden usul usul inişini, paltosunun düğmelerini ilikleyişini, sokağın sonundan kaybolana kadar ritmik hareketlerle yürüyüşünü... Hemen burada, pencerenin ardına sakladığım küçük taburenin yanı başında, her sabah onun geçmesini bekliyorum. Arada sırada yoruluyorum. Sol dizimden destek alıyor, bir elimle pencerenin kenarlarına tutunarak kaldığım yerden devam ediyorum. Bazen insanı bıktıracak kadar yavaş yürüyor. Sanki o sokağın sonuna gidemeyecek, son adımda olduğu yerde sayıklayacak ve ben dondurulmuş bir karenin içerisinde saatlerce pencerenin kuytu bir köşesinde onu izleyeceğim.

Akşamları bir türlü yakalayamıyorum gelişini. Ya çok geç geliyor ya da ben ona geç kalıyorum. Sevdiğim birini merak eder gibi merak ediyorum. Endişeleniyorum. Oysa sesini bile duymadım. Yine de bir bilinmezin o insanı baştan çıkartan çekiciliğine kaptırdım kendimi. İşim olmadığından mı oluyor tüm bunlar? Bir işim olsaydı bu kadar çekici gelebilir miydi? İnsan çoğu zaman keder onu gelip buluncaya kadar bütün özgürlükleri keyfekeder yaşıyor.

Doğduğumdan beri bu sokaktayım. Yüzüne aşina olmadığım kimse yoktur. Çocukluktan kalma bir alışkanlık, her kim taşınsa bir yolunu bulur öğrenirim. Gider tanışır bir merhaba derim. Bu alışkanlığım ilerleyen yaşlarımda türlü komik olayları da beraberinde getirmedi değil. Mahallenin dedikoducusu gibi düşünmenizi istemem. Benimkisi yalnızca geçmişle ufak da olsa bir bağımın olması, aynı heyecanları şimdilerde de yaşama isteğidir. Cesaretsiz hissettiğim günlerde, Oğuz Ağbi yardımıma koşar. Ne de olsa bakkal önemli bir mevkiidir. Gireni çıkanı iyi bilir. 

Cesaretimin yerle bir olduğu zamanlardan biri de hemen üst katıma taşınan, hergün gidişini izlediğim bu adama karşı oldu. Ne yaptıysam kim olduğunu, nereden geldiğini, nerede çalıştığını bir türlü öğrenemedim. Ben de insanım. Öyle herkesçe deli cesaretine sahip olduğum düşünülse de insanım işte, bazen tutuluyorum.

Oğuz Ağbi kırk beş yıldır bizim sokağın tek bakkalı. Amca dedirtmez. Yoksa babamla aynı yaşta sayılırdı. Bakkal dediysem de artık lüks market görünümünde. Yıllar onu da gençleştirdi. Bir bakım bir özen, sormayın gitsin. Daha ben ve bu mahallede oyun oynadığım diğer arkadaşlarım küçük bir çocukken Kısmet Bakkal'ın içinde dönecek yer bulamazdık. Her yanda çuvallar, çuvalların içinde türlü bakliyatlar, şekerler, çamaşır tozları, yağ küpleri vardı. Bir de kokardı ki sormayın gitsin. Ama bizim işimiz kolaydı. Ciklet ve çikolatalar, Oğuz Ağbi'nin babadan kalma çatır çutur sesli kasaya benzer kutunun hemen önündeydi. Kapıdan girince nereye yöneleceğimizi iyi bilirdik. Yine de çocuğuz ya ortalığı karıştırmayı, adını hiç duymadığımız şeyleri sormayı, çuvalların ve kutuların aralarına kaçıp saklanmayı iş bilirdik. Tozlu defterlerde veresiye tutulan günlerdi.

Yıllar geçti herkes bir yana dağıldı. Ben geldim otuzlu yaşlarıma. Bir serpilme, kadın olma merakı derken Kısmet Bakkal da büyüdü, gelişti. Önce yan taraftaki terzi dükkanını satın aldı Oğuz Ağbi. İki hafta süren tadilattan sonra o eski görüntüler, kokular, dar alanda yapmaya çalıştığımız alış verişler de son buldu. Artık yirmi kişinin bile rahatlıkla dolaşabileceği bir yer haline geldi. Son teknoloji bir yazar kasası da tezgâhın üzerindeki yerini buldu. Tabelayı da unutmayalım. Neredeyse okunamayacak hale gelen, yağmurdan birikmiş bir nasibi alan o eski püskü tabelanın yerine, zamana uygun ışıklı mışıklı bir şeyler yaptırdı. Adı da artık Kısmet Market oldu. Odamın neredeyse karşısına denk düşen bu yeni ışıklar sayesinde gece yattığımda, kırmızıdan maviye bir renk cümbüşü sarar odamın içini.

Kısmet marketin kısmetten nasibini alamamış müdavimi bendeniz, Oğuz Ağbi'yi pek severim. Ciklet almayı başarabildiğim günden beri, başının bir numaralı belası benimdir. Kızdırmaya bayılırım. Hele iş ismimi söyletmeye geldiğinde Oğuz Abi'nin zıvanadan çıkması garantidir. Adım Mübeccel ama Oğuz Ağbi'ye kalırsa Mücebbel. Onunla tanışmamızdan bu yana çığlıklar eşliğinde, boğazım yırtılana kadar az bağırmadım karşı kaldırımdan ona: 'Mübeccel'im bennnnn.' M-Ü-B-E-C-C-E-L' diye. Yanındayken yapamazdım. Gözlüklerinden korkardım. Annemin fasülye, domates kaynatıp koyduğu kavanoz dipleri gibiydiler. Gözlerini bir pörtletti mi aklım çıkardı.

Siz bana bakmayın. Oğuz Ağbi harika adamdır. Yüzünde hep çözemediğim bir hüzün saklı olsa da güler yüzünü, abiliğini hiç eksik etmemiştir benden ve tüm mahalleden. Annemle babamı kaybettikten sonra beni hiç yalnız bırakmadı. Neye ihtiyacım olduysa yanımdaydı. Pencereden, bakkal önüne uzanan düzenli sohbetlerimiz oldu. Tabii bir de hiç sektirmeden pazar kahvaltısından hemen sonra bakkalın önünde oynadığımız tavla maçları. Aramızda kalsın tavlayı iyi oynarım. Kafama kafama az zar yememişimdir Oğuz Ağbi'den. Yenilince bırakın koltuğunun altıne vermeyi, kendinizi koruyabilirseniz şanslı sayılabilirdiniz. Eskiler ne tatlı.

Üniversiteyi bitirdikten sonra girdiğim ilk işimden döndüğüm akşam, beni sokağın başında elinde hediyesiyle ilk o karşıladı. Kocaman bir kutu hazırlamıştı. Hemen kaldırıma oturup heyecanla kurdelaları çözmüştüm. İçinden ne çıktı dersiniz? Yıllarca bakkaldan yürüttüğüm ciklet ve çikolatalardan kutu kutu... Ha bir de hesap pusulası. Kaba hesapla yürüttüğüm şeylerin toplam tutarı. Nasıl utandım, nasıl yüzüm kızardı bilemezsiniz. Önce teşekkür mü etsem yoksa özür mü dilesem bilemedim. Halimi anlamış olmalı ki elini omzuma atıp: "Gel buraya benim deli fişek Mücebbel'im" diye sımsıkı sarıldı. Çenem boynunun oralarda bir yerlerde sıkışmışken: "Mübeccel Oğuz Ağbicim, Mübeccel" deyiverdim bir patavatsızlıkla. Tabii saniyesinde ağız dolusu eşşoğuleşeği de yedim.

Kutuyu hâlâ saklarım. İçinde de çiğnediğim cikletlerin boş kapları durur. Senin mirasın ne deseler, hiç düşünmeden o kutu derim. İnsanın geçmişinin kokusunu daha iyi ne anlatabilir ki?

Hayatta en güvendiğim insandır. O yüzden cesaretimin kırıldığı, kendimle barışık olmayı başaramadığım zamanlarda daima yanımdadır. Öyledir öyle olmasına da benim şu meçhul kişi hakkında o da benim gibi bir ilerleme kaydedemedi. Neymiş çok meymenetsizmiş, onun böyle adamlarla işi olmazmış. Nereden bulmuşum. Ne yapacakmışım. Mübarek, sanki koca bakıyoruz bana.

Hal böyle olunca, iş elbette başa düştü. Merdivende karşılaşma çarpışma senaryoları, kahvem bitti biraz sizden alabilir miyim yanaşmaları gibi türlü oyunlar düşündüm. Ama nedense her birinden başarısızlıkla eve dönen, malum pencerenin önüne geçip onu bekleyen yine  ben oluyordum. İnsan, kurmaca bir dünyanın içinde bile olsa ortadan kayboluveriyor, gelmeyebiliyordu demek. 

Siz deyin üç ay, ben diyeyim bir yıl koştum durdum o adamın peşinden. Bana zaman fazlaydı. Artık çalışmadığım için de uğraşacağım tek meşgâlem oydu. Oğuz Abi de benden sıkılmıştı. Düzenli sohbetlerimizin bir yerinde ondan bahsetmeden duramıyordum. Birgün nah şurasına kadar gelmiş olacak ki: " Eee, valla sıkıldım senden Mücebbel. İki lafından biri o meymenetsiz surattan geçiyor artık. Git o köşede bekle, pencere önünde durmaktan sana hayır gelmez çocuğum." diyerek beni iyi bir payladı. O gün ilk defa Mübeccel diyemedim. Utanmakla, korkmak arasında bir duyguyla tıpış tıpış eve döndüm. 

Bir iki hafta zorunlu ihtiyaçları almak için dışarı çıktım. Oğuz Ağbi'yle neredeyse hiç konuşmuyorduk. Özür dilemek istediysem de yapamadım. Bir anlamsızlık küslük büyüdü durdu aramızda. Bir işim olmalıydı. Evde durmaktan da ölesiye sıkılmıştım. Gazetelerin iş arama sayfalarına düzenli olarak bakmaya başladım. Birkaç iş görüşmesine gittim. Ama hiç birinden sonuç çıkmadı. Sonra birgün bizim mahalleye çok uzak olmayan bir yerde muhasebeci arandığını işittim. Kalktım gittim bir sabah. Benden önce gelmiş olan beş kişiyi bekledim. Onlar çıktıktan sonra yarı açık kapının ardında onu gördüm. Aylarca pencerenin önünde geliş gidişlerini beklediğim o esrarengiz adamı. Kalkıp gitmeyi düşündüm. Bir yandan da deli gibi onun kim olduğunu artık öğrenecek olmanın verdiği heyecan her yanımı sarmıştı. Kısmet deyip içeri girdim. Kırklı yaşlarının hemen başında, yüzündeki gülümsemeyi içine gömmüş bir adam karşımda duruyordu. "Oturun lütfen." dedi, yüzüme bile bakmadan. Oturdum. Çaresiz bir iki dakika önündeki kâğıdı okumasını bekledim. Gözlüklerini çıkarıp kafasını kaldırdı. Hoş geldiniz Mübeccel Hanım dedi. Hoş ile bulmak arasındaki mesafeyi ne kadar uzun bir zamanda aldığımı duysanız herhalde bana çok gülerdiniz. Hoooşş buuulldukk.

Özgeçmişimdeki detaylardan bazı sorular sordu. Zaten fazlaca bir iş geçmişim yoktu. Üniversiteden sonra girdiğim ilk işimde üç yıl boyunca çalışmış, şirketin mali durumu bozulunca da işten çıkarılmıştım. Yani anlatacak neredeyse hiçbir şeyim yoktu. Ama konuşma uzadıkça uzamış, aynı apartmanda oturduğumuza kadar gelmişti. Şaşkınlıktan dilimi yutacaktım. Meğer adam benim farkımdaymış bunca zamandır. Ben de kendi kendime onca zaman görünür kılınmanın yollarını aramıştım. Gülüştük. Bir hafta sonra işe başlayabileceğimi söyledi. Görüşmek üzere deyip ayrıldım.

Deniz kenarına gidip bir çay içtim. Uzun zamandır üstbaş almamıştım. Bir iki mağazaya girip kendime yeni giysiler aldım. Akşama doğru yüzümde bir coşkun gülümsemeyle mahalleye döndüm. Hemen gidip Oğuz Ağbi'den özür dileyecek, olanları ona anlatacak bizim gizemli adamla aynı iş yerinde çalışacağımı söyleyecektim. Mahalleye yaklaşınca sanki bütün insanlar sokağa fırlamış da birbirlerini duymadan boşluğa konuşuyorlarmış gibi bir uğultunun içine düştüm. Çocukların kimisi ağlıyor, kimisi bağırıp çağırıyor, konu komşu feryat figan ağlaşıyordu. Kısmet Bakkal'ın önünde cehennem gibi bir kalabalık vardı. Elimdeki poşetleri fırlattığım gibi kalabalığı yardım. Oğuz Ağbi bakkalın önünde tavla oynadığımız küçük masanın dibinde boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Ambulansın sireni yakınlaştıkça acı acı duyuluyordu. 

Elim ayağım boşaldı. Bir kuvvet nabzına baktım, atmıyordu. Ne oldu? Ne olduuuu? diye bağırdım bir müddet. İnsanlar ağlamaktan cevap veremiyordu. Oturdum ben de ağlamaya başladım. Yılların Oğuz Ağbi'si orada öylece kıvrılmış, sessizce ölüyordu. Ölmüştü. Oğuz Ağbi diye sarstım omuzlarından. Bak benim, Mücebbel. Kurbanın olayım aç gözlerini. Bak, sana anlatacaklarım da var hem. Mücebbel'in geldi Oğuz Ağbi, diye defalarca bağırsam da bedenini sarssam da Oğuz Ağbi gözlerini açıp da bakmadı. Ambulans geldi ve cansız bedenini alıp götürdü. 

Sonra sonra dediler, yıllardır görmediği oğlu gelmiş. Gün gözüyle saatlerce kavga etmişler. Hayırsız oğlu Oğuz Ağbi'ye vermiş veriştirmiş. Hırsını alamayıp bakkalın içinde ne var ne yoksa ortalığa saçıp gitmiş. Böyle acıya kalp nasıl dayansın? Duruvermiş. Altmışında adama bu yapılır mı? O kalp kırılır mıydı hiç? Koca mahallenin bilmediği bir oğlu varmış meğerse. Yüzündeki o hüzne sebep de buymuş. İnsanın bazı gerçekleri birisini kaybedince öğrenmesi ne tuhaf. Bir geçmişi anmaya, ondan bahsedecek, iki çift laf edecek gücünün kalmayışı ne zormuş. İşte her şey böyle böyle zamanın içinde akıp gidiyor. Ne sevdalar ne utançlar ne sırlar saklanıyor da bir gece koyundan koyuna geçen sıcak terin mirası bir çocuk gelip koca bir sırrı ölümle apaçık ediveriyor.

Sen bilmiyorsun ama üst kattaki komşumu artık düzenli bir şekilde görüyorum. Kısmet marketin kısmetten artık nasibini alan müdavimi bendenizin, birkaç aya kalmaz bir çocuğu olacak ondan. Şimdi her akşam iş dönüşü, pencerenin önüne geçip onun yerine seni bekliyorum Oğuz Ağbi. Gelmiyorsun. Arada sırada yoruluyorum. Sol dizimden destek alıyor, bir elimle pencerenin kenarlarına tutunarak kaldığım yerden devam ediyorum. Bazen insanı bıktıracak kadar büyük gönül koyuyorsun. Sanki o bakkalın kapısından hiç çıkmayacak ve ben dondurulmuş bir karenin içerisinde hamile halimle saatlerce pencerenin önünde seni bekleyeceğim. 

Bilirim kıyamazdın sen bana. Anlatacaklarımı duymadan gittin ya Oğuz Ağbi, hazırlıksız yakalandım.  Sana bir zar bir de özür borcum olsun.


5 Şubat 2013 Salı

Niye't' Mektubu

Sesindeki sessizlikten mi bilmem bir yanlışlık doğuyor yokluğunda bu evde. İçim eziliyor. Uykular düzensiz, uyanışlar sancılı; sanki bu dünyanın düzeninde başıboş bir gürültü etrafta kol geziyor. Ben duymuyorum. Sen susuyorsun. Aklımı yitirecek gibi oluyorum özlemden. İnanmazsın. İnanmıyorsun da... Öyle olunca gidiyorsun. İnanmamak için kayboluyorsun. Sen yokken, kalbimin incinmiş sözlerini toparlıyorum yol çizgilerinin üzerinden. Dağılmış günleri sevmiyorum. Gittikçe gelmeyen haftanın sonlarını da...

Eski kokulu harflerle yan yana oturuyorum. Bana öğrettiklerini tıpkı sayfalar dolusu bir metni ezberler gibi hatmediyorum. Bir elin parmağını geçmeyecek kelimeler büyüdükçe büyüyor. Kayboluyorum o eski dilin harfleri arasında ama bilmiyorsun . Sonra sen geliyorsun. Ellerin ha dokundu ha dokunacak ama bekliyorsun. Hava yeni yeni kararmaya başlıyor. Tanığı olmadığım gecelerden kalmasın. Gözlerin dağ eteklerinde uzanıp soluklandığım yeşil bir örtüye benziyor. Ilık. Yorgun. Kendi uykumdan sana vermek için uykularımla pazarlık ediyorum. Karşılığında benden ne istiyorlarsa vermeye razıyım. 

Göğsümde uyumak istiyorsun. Alıp başını yatırıyorum, uyuyorsun. Henüz daha çok erken. Sen yeter ki orada kal. Oramda... Sağdan sola yazmaya başlıyorum. Parçalı bulutlu bir resim çıkıyor önüme, çözemiyorum. Seni uyandırmaya kıyamıyorum. Kaybolup gidiyor sonra. Niye?

Yüzündeki çizgilerden mi bilmem bir kuş havalanıyor içimden sana bakınca. Ansızın yuvasından olmuş da sanki çırpınır gibi sağa sola koşturup duruyor. Gökyüzünün özgürlüğünü tadan biri yeryüzünde neyi arar ki? O kuş benden şanslı. Bugün ilk defa o kuşun ne kadar da yükseklere çıkabileceğini gördüm. Havalandı, havalandı bir türlü bitmek bilmedi yükselişi. O çıktıkça ben irtifa kaybettim. Parmak uçlarım uyuştu. Göğüs kafesim sıkıştı. Duramadım, attım ben de kendimi dışarıya. Yağmur döküldü. Yüzüm yandı. Hiç ıslanmadım. Bir sigara yaktım duvarın arkasındaki barakada. Eski evlerin virane duvarlarını izledim. Yıkılmış hikâyelerini okudum. Hepsi aynı şeyden bahsetti. Göç edip giden kuşların hikâyesinden .. Kelimeler yoktu. Dilsizdiler ama ben onlar için seslendirdim. Herkes duysun, bilsin istedim. Belki göğüs kafesinde bir boşluk kalmıştır. Belki ben oraya sığarım. Biraz uzansam ya yanına. Alıp öpüversen ben uyurken. İşte o zaman uyansan.

Kuş beni de yanına alıp gitseydi ya, havalandı gitti işte içimden. Aşk, bir kuşun havalanması belki de dedim. Ben ona yetişemedim. O günden sonra da uyuduğum saatlerde bir daha hiç uyuyamadım.