Yolculuk biraz da yanılsamalarla dolu bir sürgün rüyasında, hangi
sahnenin oyununa dâhil olduğunu bilememekti.
Uzaklardayım. Tenimin bir kapı imgesinden, tanıdık bir
şehirden kendini zorla sıyırıp attığı bir otel odasında, boylu boyunca uzattığım düşüncelerimin
seyrini izliyorum. Kalem darbeleri yaşanmadan hemen önce, aklım sanki karmaşık
mekân ve zamanlardan görüntüler seçip cümle resmi geçidinde beni uykumdan
uzaklaştırıyor. Yörünge hep aynı, değişen yalnızca olayların hızı. Belki de
bunca sessizliğin ve bunca gürültünün bir arada olmasının tek sebebi budur.
Tavandan aşağıya doğru sarkan spiral ışık huzmeleri, duvarda
asılı tablonun içinde yüzünü göremediğim krem rengi sırtı açık bir elbise
giymiş kadının çekiciliği aklıma, geçmiş zaman hikâyelerini düşürüyor. Caddeden
gecenin geç saatinde durmaksızın geçen tramvayın rahatsız eden sesi,
patavatsızca bir şeyler söylüyor.
Seni bütün nesnelere, bütün seslere, görüntülere anlattırıyorum. Zamanla katlanılmaz hale gelen ve geride bırakmak zorunda kaldığım gürültülerde senden bir iz bulmayı deniyorum. Elimden gelen bundan fazlası değil. O izi istiyorum! Sadece onu. İnsanın her istediğini aynı zamanda da neden bilmesi gerektiğini anlayamıyorum. Küçük, anlamlı bir istek yeterli olmaz mıydı?
Dışarıdan garip sesler geliyor. Apartman boşluğundan
zihnimin içine kadar dolan ve dilini hiç bilmediğim bir ülkenin kelimelerinden
dökülen bu yalnızlığa bir ad vermek zor. Sesler uzamaya, yayılmaya başlıyor.
Sert sessizlerin kavgasına şahit oluyorum. Duygular kırılıyor. Belki de
gülüyorlardır ama yüzlerini göremiyorum. Her köşede, şekillerinin hangi harfe
denk geldiğini anlayamadığım alfabenin gizli gizli fısıldaşmalarını duyuyorum.
Yabancıyım. Bu hissi hep taşıdım. Fakat şimdi, bütün yaşama cesaretimi aldığım
bu esriklikten farklı bir şeyler var. Yalnız kalmayı yeğliyorum.
Dışarıya çıktığımda, hiç tanımadığım sokak adlarının nereye
varacağını bilemesem de uzun uzun yürüyüşler yapmalıyım. Hiçbir yalnızlık beni
burada, şu otel odasındaki gibi yabancı hissettirmedi. Sevdiğim adamların bir
misafir gibi hayatıma girip çıkmaları bile. Çünkü her şey olup bittikten sonra
açıklanması güç bir direnme gücü tam da düşmüşken, orada bir yere
yerleşiveriyor. Durdurulamaz bir şekilde önüme gelenleri biçimlendirmek, yepyeni
ve açılmamış parantezleri tanıyıp dokunmak istiyorum. Yabancı olmayı seviyorum.
Yataktan kalkıyorum. Pencerenin kenarındaki boşluğa
sokuluyorum. Perdeler soğuk ve is kokuyor. İğrenmiyorum. Çıplak bacaklarımı
iyice sarıyorum. Sert, pütürlü bir dokusu var. Küçük sıyrıklar alıyorum ama
umursamıyorum. O sıyrıkların, yüzlerce tel örgünün, ağaç kıymıklarının içinden
geçip geceye bakıyorum.
Bütün binalar, zamanın durduğu bir şehirde olduğumu
anımsatıyor. Herkesin tek kelime bile etmediği sadece mimikleriyle bir şeyleri
anlatmaya çalıştığı uzak ve yabancı bir yerdeyim. Çıplaklığımı üzerime örtüp
etrafı geziyorum. Yanımda olan insanların hepsi gitti. Uzun bir gece var
önümde. Hatırlamak için henüz geç değil. Unutmayı aklımdan bile geçirmedim.
Oysa hayat çokça, bir başınalığı ararken peyda oluyor. Ne anlama geldiğini
bilmediğimiz rüyaların hemen ertesinde tarifsiz çaresizlikler; yazarken,
konuşurken, bir şeyleri okurken ve uyurken elini bedenimize değdirip kaçıyor.
El kalıyor. Çaresizlik de. Ama hüküm burada sonlanmıyor. O eli bir başkasına
değdirip yepyeni bir doğumun peşinden sürükleniyoruz. Aldatmacası bol bir kısır
döngünün çocuklarıyız ve bu döngü, kalabalıkların arasında koca bir yalnızlığı
süslüyor. Anlam büyüyor. Karmaşa artıyor. Hiçbir şey 'yaşamak' özleminin yerini
belki de tutmuyor. Tek bir kelimenin içinden doğacak yenilikler, yüklenilecek
anlamlar için sıramızı kolluyor ve içimizde hep büyük bir beklenti açlığı
çekiyoruz.
Herkes kendi şehirlerinde tutsak. Şehirler içinde şehirler.
Arsız bir kendini kanıtlama isteği dudaklardan dökülüyor. Bir bedeni severken
ruh, başka bedenlerde dolaşıyor. Her şeyi burada anlatamam. Doyumsuzluğu ne
kadar kanatırsan, bir o kadar daha ister. Doyuramazsın.
Birkaç gün önce, daha henüz bu şehre gelmeden bir rüya
görmüştüm. Karanlık, loş ışıkların iç içe hüküm sürdüğü, köşe başlarında ahşap
sandalye ve masaların olduğu bir yerdeydim. Alkol kokuları, sesleri birbirine
karışmış insanların kahkahaları, her şeyi ele geçirmiş gibiydi. Bir adam vardı.
Hemen arkamdaki masanın ayakları yere değmeyen kadınlarıyla konuşuyor,
elleriyle anlattığı şeyi pekiştirmeye çalışıyordu. Yavaşça yüzümü döndüm. Uzun
uzun baktım. Görmedi. Sanki mekânlar içinde başka bir mekândaydım. Ama her
nasılsa ben onu görebiliyorken o beni göremiyordu. Sağ kolunun oraya yaklaştım.
Başımı kollarına dayadım. Ben sokuldukça o uzaklaştı. Gittikçe düşüyordum. Önce
dirseklerine, sonra bileklerine... En sonunda parmak uçlarında kalakaldım. O
sonsuz coğrafyanın en hisli yerinde. Uzaklaşmasından korkmuş olsam da geldiğim
yerden mutluydum. Dokunduğu her yeri ben de onunla birlikte hissedebilecektim.
Sevdiği, sevmediği birçok şeyi öğrenebilirdim. Ama artık gözlerim yoktu. Sadece
onun parmak uçları. Orada kaldım. Mademki o da beni göremiyordu, o halde
istediğim gibi davranabilir, onunla birlikte yaşayabilirdim.
Gece devam ediyordu. Aradan çok zaman geçmemişti ki yürümeye
başladı. Gidip bir yere oturdu. Tam olarak ne olduğunu kestiremediğim bir
şeylere dokundu. Sanki naylonumsu ve ıslaktı. Kısa aralıklarla ellerini
gezdirip geri çekti. Ara sıra heyecanlandığını hissettim. Belki de geri çekmeyi
istemediği şeylerdi. Kim bilir. Sonra buz gibi bir bardağa dokundu. Bekledikçe
daha da soğuyordu. Herhalde içi buz dolu bir bardakla bir şeyler içiyor diye
düşündüm. Müziğin sesi gittikçe artıyordu. Isınıyordum. Elleri alev gibi
olmuştu. Birden gürültülerin içinden bir kadın sesini duydum. Sürekli
"Yapsana!" diye bağırıyordu. Parmak uçlarına yerleştiğim adam:
"Tamam ama biraz sabret, zamanı geldiğinde yapacağım." diyerek sessiz
olmasını istedi.
Birkaç kişi daha geldi yanına ama ne konuştuklarını
duyamadım. Birileri gülüyor, birileri acele acele bir şeyler anlatıyordu. Sonra
biraz yalnız başına kaldı. Kimse gelmedi yanına. Tek eliyle yüzünü ovuşturdu.
Şöyle bir etrafa bakıp yerinden kalktı. Daha sakin bir yere doğru yürüdü.
Sesler gittikçe azalıyordu. Gıcırtılı bir kapı aralandı. İki eliyle kapıyı
kapattı. Boyundan küçük bir kanepeye uzandığını, elleriyle kendini sığdırma
çabalarından anlayabiliyordum. Bir süre yattığı yerde rahat edene kadar döndü.
Sonunda durdu ve parmaklarını saçlarının arasına sokup "Ahhhh"
diyerek saçlarını var gücüyle sıktı. Ağladı. Hıçkırıkları tüm odayı
dolduruyordu. Bedeni öylesine kuvvetli sallanıyordu ki bir an 'ya düşersem'
diye korktum. Parmak uçları ne sıcak ne soğuktu. Saç telleri de içinde yaşadığı
karmaşıklıktan nasibini almış, sırılsıklam olmuştu. Gözlerine değmek, neden
olduğunu kestiremediğim gözyaşlarını silmek istedim. Ama parmak uçlarından
nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Belki bu da rüyamın içindeki bir başka rüyaydı.
Kendi rüyamın içinde sıkışmıştım.
Duruldu. İki elini burnuyla çenesi arasında bir yerde birleştirip saatlerce öylece hiçbir şey yapmadan bekledi. Düşüncelerinden nelerin geçtiğini, neden buraya geldiğini, kim olduğunu ve bu karşılaşmanın ne demek olduğunu bilmiyordum. Niye buradaydım?
Karanlıkta çakmak sesiyle irkildim. Sanki benim orada
olduğumu hissetmiş olacak ki parmak uçlarını birbirine hızlıca sürttü. Canım
yanıyordu. Bağırdım. Sürtmeye devam etti. Kendi çığlıklarımda boğuluyordum ki
gözlerimi açtım.
Uyandığımda salondaki kanepenin köşesine kıvrılmış bir halde
oturuyordum. Televizyon açık kalmıştı. Gece saat üçü gösteriyordu ve yanımda
boylu boyunca uzanmış bir adam yatıyordu. Sevdiğim adam... Rüyanın etkisiyle
bir an için neye uğradığımı şaşırmıştım. Gülümsedim. Çünkü elleri çekingen,
ürkek bir çocuk gibi ellerimdeydi. Derin bir oh çektim. Parmak uçlarımla yüzüne
dokunup sabahın ilk ışıklarına kadar onu sevdim, sevdim. Usulca başını yastığa
koyup üzerine beyaz hırkamı örtüp salondan çıktım.
Yatağa yattığımda saat sabahın altısıydı. O garip rüyanın
etkisinden hâlâ çıkamamıştım. Bir şeylerden korkmuş olmalıydım. İnsanlar,
sığınma isteği, parmak uçları ve sonra baskın gelen sıkışmışlık duygusu. Mutlu
muydum? Kanepede uykusuna bıraktığım adamı düşündüm. Sessizliğini, ellerinde
saklı kalan uykulu dokunma isteğini ama hiçbir şey bu sorunun cevabını vermeme
yardımcı olmuyordu. Gözlerim neredeyse kapanmak üzereydi ki pencerenin
kenarındaki boşluğa takıldım. Daha önce orada öyle bir boşluğun olup olmadığını
hatırlamıyordum. Kendimi zorlayarak yataktan kalktım. Yatak ve pencere
arasındaki yerde durup etrafıma bakındım. Ahşap sandalye ve masalar, dolaşan
insanlar, yüksek bir müzik sesi vardı. Korkuyordum. Bir yere ait olamama
duygusu ansızın içimin derinliklerine kadar işlemişti. Bir adım atsam her şey
yeniden değişir miydi? O boşluğu hiç görmemiş, o adımı hiç atmamış olsam, her
şey yine eski haline döner miydi? Peki ya ben az önce uyanmamış mıydım?
Bu rüyayı günlerdir aklımın en ücra köşelerinde evirip
çeviriyorum. Boşluk ve karanlık arasında gidip geliyorum. İçinden çıkamadığım
esaslı bir rol çalıyorum sanki hayattan. Baş etmekte zorlanacağımı bile bile
gönüllü bir teslimiyeti devralıyorum. Rüyada geçen sahnelere benzeyen,
zamanında gitmiş olabileceğim yerleri hatırlamak için aklımı zorluyorum. Büyük,
ağır bir kaya parçası ansızın düşüncelerimin tam ortasına yerleşiveriyor.
Kıymıklar şimdi daha çok batıyor. Çıplaklığım derimi soyuyor. Soydukça
inceliyorum. Kılcal damarlarımın arasında, anlam veremediğim bir rüyanın
peşinden sürükleniyorum.
Şehri izliyorum. Gece hâlâ çok uzun; perdeler soğuk ve is
kokuyor. Yorgunum. Kelimenin anlamından çok daha yorgun. Perdeden sıyrılıp
uyumak için yatağa geri dönüyorum.
Sabah olduğunda tramvay, dün geceki gibi gürültülü bir
şekilde caddeden geçip gidiyordu. İnsan, kurtulduğunu sandığı bir kâbusa her an
geri dönebilirdi. Çünkü sanmak sancılıydı. Emin olamadığın her şeyin karşılığı
zamanla gizlendiği yerden koy veriyordu kendisini. Uzaktaydım. Ne kadar uzak
olduğumu bilsem de asla yetmeyecek bir uzaklıktı. Yabancılık, yalnızlık
bunların hepsi ufak, asılsız bir aldatmacadan başkası değildi. Dibine kadar
kalabalıktım. Beynimin içinde beni kemiren seslerin, olayların, biriken her
şeyin kölesiydim. Onlar istiyor, ben yapıyordum.
Dışarı çıktım. Hiçbir köşe başında yaşanmış herhangi bir
şeyi bana anımsatacak sokakların, köşe başlarının olmadığı bu şehirde
yürüyordum. Yol soran insanlara ellerimle 'bilmiyorum' diyordum. Ellerim beni
tanıyordu ama onlar bilmiyordu.
Dört beş saat aralıksız bir kayboluştan sonra tarihi
binaların göz doldurduğu bir meydana gelmiştim. Olduğum yerde tıpkı bir pergel
gibi dönüp etrafa baktım. irili ufaklı hepsi taştan olan binaların tam orta
yerindeydim. Belki de bu şehrin merkezi bendim. Anlaşılmayan sözcükleriyle,
tanınmamış sokak aralarıyla baktığım her yer benden bir parçaydı. Dokunmak
istedim. Hepsine parmak uçlarımla dokunmak... Bile isteye... Soğuk olduklarını,
derimi parçalayacaklarını bilsem de onlarla aramda bağ kurmaya çalıştım.
Dokundum da oysa ne kadar açık sözlüydüler. Her şeyi bir bir anlattılar.
Duydum. Anlatılanların hiçbirisine yabancı değildim. Ama ben yine de 'yabancı
olmayı' seçtim. Her insan, hangi şehre gittiğini iyi bildiğin bir yolculuktu
aslında ve yolculuklar yalnızca bedenleri uzaklaştırıyordu. Yanılsamalarla
doluydu yol ve mola yerinde her zaman iyi yürekli bir anlatıcı beklemiyordu.
Çünkü dinlemek zordu. Dinlemek, sürgüne gitmek gibiydi.
O rüyaya da küçük, tekinsiz adımlarla ben girdim. Her
sahnesini kendi dünyamın gerçeklerinden kurdum. Aylar sonra, 'o rüyayla'
karşılaşacağımı nereden bilebilirdim ki?
Sahneyi hazırla… Ben o parmak uçlarında kalmak istiyorum.