PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

28 Ekim 2010 Perşembe

Hassasiyet: Kısa Bir Karşılaşma

Işığın gülümsemesine dair bir şeyler karalarken tam da senin gülümsemenle karşılaşmak... Hesapsız bir birlikteliğin karşılıksız seslenişi gibisin. Bir yerde kendi isteklerinle benim isteksizliğime denk gelen anları nasılsa bulup çıkarabiliyor ve üstesinden hiç zorlanmadan gelebiliyorsun. Ruhuna hükmedebildiğim seslerim var. Biraz sessizlikle her şey çığırından çıkıyor. Susuyorum ve sonra sen geliyorsun; konuşuyorum hissettirmeden yaptığını düşünsen de o sessizliği kırıp geçiyorsun. Duyamıyorum. Zaman bu çelişkilerin yörüngesinde sallana sallana tökezleyerek ilerliyor.

Bazı sabahlar, yağmurun sesini duymaya gerek kalmadan odaya dolan o hafif serinlikten anlıyorum bulutların uzaktan el salladığını. Sıcaklığını kaybetmeyi istemediğim adamların adımları gibi usulca sıyrılıyorum yatağın benliğinden. Koca bir uykunun terk edilişinin o buruk yalnızlığını yakalıyorum adımlarımda. Aynaya yönelen isteksiz karşılaşmaların birinde, senden kaçıyorum. Kim olduğunu, içinde gerçekten kimi sakladığını ve bir vicdanın hangi sesiyle karşılaştıracağımı bilemediğim adamın gölgesinden. Oysa sen bir gölge değilsin!

Dağınık kelimelerle günü devrediyoruz. Üzerimizden çıkarmaya gönüllü elbiselerimiz, kelimelerin çıplaklığında savrulup gidiyor öteye beriye. Yakalamak için kısa bir anı kolluyoruz; sonra her şey kendi sıradanlığında her gün giderek birbirine karışan bambaşka seslerin, yüzlerin sırtında kaybolmaya kaldığı yerden devam ediyor.

Eşyalar her zamanki diliyle konuşmamaya başladığında anlıyorum uzaklaştığını. Islak bir pazar sabahının, kendinden zorla kaçırmaya çalıştığın bir cumartesi gününün devrini taşıyamayacak kadar yorgun olduğunu bilerek gelip oturuyorum odaya. Uzun soluklu bir bakışma, nerede biteceğini çoğu zaman kestiremediğim bir karşılaşmayı yüzüme vuruyor. Dayanamıyorum. Hassasiyetin sınırlarını zorlamaya çalışan duyguların dilinden kısa da olsa anlamamayı, yerle bir olan düzenin getirdiği bu düzensizliğin içerisinde bir sihir gibi dumanlaşarak kaybolmayı diliyorum. Olmuyor. Sonra ansızın, gerçeğin çok katmanlı bulvarlarında yalınayak yürürken ve her soluklanışımda, senden kalan izleri sürerken buluyorum kendimi.

Hassasiyete rastlıyorum sokak başlarında; hani o kılcalların ve küçük kahve birlikteliklerinin tanıdık olduğu duyguya. Dudaklarımın üzerinde bekleyen kaygan kırmızılığın yarattığı sarhoşluğun diliyle konuşuyorum. Ağzımın içinde daha önce tanığı olmadığım seslenişlerin heyecanıyla kurulduğun yerdeki sayfalara yetişmeye çalışıyorum. Senden bana bırakılmış kalıntı bir öpüşün can yakan anımsayışında, umarsız sözcüklerinin çemberinde unuttuğumu sandığım her şeyi yeniden hatırlıyorum. Ve bir kez daha anlıyorum ki varlığınla gelen bir ekim gününün de artık yavaş yavaş bu şehri terk etmeye başladığını...

22 Ekim 2010 Cuma

Oradaydım Söylenceleri I: " Aykırı Bir Akşam"


Talihin ilk defa yazıldığı sayfalardan bu yana, anlatması çok da kolay olmayan gecelerin birinde yaşandı bütün karşılaşmalar. Adı aşk diye kazınmıştı bir defa harflerin hemen yakınındaki bir yere. Yollar aşılmış, zaman askıya alınmış, ona göre aslında çoktan gelinmesi gereken bir yere geç de olsa gelinmişti...
Aşk, çocuksu bir akşamla günü devralmıştı...

Oradaydım...
İstanbul'da...
Şiirlerin yakılıp küllerinden yeni zindanların yapıldığı, ateşin suyla bir tutulduğu, yazgıların el değiştirdiği şehirde... Bilir misiniz İstanbul'un sesi çok kısıktır(!) Duymak isteseniz de duyamazsınız birçok şeyi. Unutkanlıklar duvarda asılıdır her daim, yeni bir unutkanlığa gidilen yol ise çok kısa... Bir gecede terk edersiniz denizi ve bir gecede boğazın sularını çekersiniz gözlerinizden içeri... Yazılı kâğıtlarda yavaşlatırsınız zamanı. Sevdanın uykusu ağırdır; derin bir düş çizgisinin hemen altında. Hasreti gün, kavuşması kordur.
İstanbul'un mevsimi belki de bu yüzden hep sarhoştur...

Uzaklara bakarak görebilmeye çalışmak en yakındakini. Gitmeden kalabilmek kendi kollarımızda. Sıcaklığı kaybetmeden kışa hazırlık yapabilmek. Ömrü yaka paça tutabilmek yürek odacıklarında...
Ah yârim, bilsen nasıl bir tutarsızlıktır kendi içinde yaşamak!
Çiğnenmeden...
Savaşmadan...
Yitirmeden...

Eğer yolun düşerse birgün o eski evin mazgalları paslı kapı önüne, perdeleri hep bir köşesinden açık bırakılmış odanın içinde sakladıklarımıza, şöyle bir bak olur mu?
Bil ki beraberce yaşanılmış onca şeyin zorluğunu halâ tüketemedim kelimelerle. Kimse nerede olduğunu bilmiyor. Hiç kimseye söylemeden yokluğu anlattım. Her akşam yemek yaparken bir parça eksik koydum. Küçük küçük damlacıkları silmedim duş sonrası tenimden. Saçlarımdaki karışıklığı açmadım. Sen olmadığında, olmayışının dokusunu kendi ellerimle çizdim dokunduğun her yere. Söylenmemiş ne varsa ilk zamanlarda karşılıklı, hepsini dile getirdim yalın ayak bir daha söylemeyeyim diye...
Kalma diye...
Sessizce kaldım, ne sana ne de diğerlerine hissettirmeden...

Oradaydım...
Yanlış diye bir döngünün bir an bile olduğunu düşünmediğim şehirde...
İstanbul'da.

Yazgının dili ne de ağırmış yârim...
Notaların yan yana geldiğinde çıkardığı nefes, ne kadar soluksuz...
Çağırınca gelmeyen, ansızın yolculuklara çıkan, valizi her daim üzerindeki giysileri olan o adamı, nerede bıraktın da gittin.

Oradaydım...
Şimdi, burada yazılanların yaşandığı yerde... Kapının kilidini sen açmamıştın bu defa. Kolunda değildi kollarım eve girerken... Koku aynı kokuydu. Nemli bir İstanbul evi...
Bilmem hangi eldi mekân tuttuğum, hangi yaraydı dildeki? Koştuğum hangi bahçeydi dizimdeki yarayla? İlk hangi lisandan adımı çağırmıştın?

Tek bildiğim, her şey orada başlamıştı. Sen pencereni açmıştın, bense seninle içeri dolmuştum aldığın nefesten.

Orada olmak!
Tüm şıkların işaretlendiği yerde...

Madem erken gelecektin aykırı bir akşamın kapı önüne, neden böyle gittin ki?



Bilmem şimdi orası kimde, nerede.

15 Ekim 2010 Cuma

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XXIV-

“Kımıldamayın”, dedi sonra, “kımıldayanı vururum.” Elin milimetrik duruşunda bir bir donduruldu tüm kareler. Sahne, ufak oyunlarla başa sarılıp alt yazılı kimliklerin figüranlığına son verildi. Küçük kız avuçlarına düşen kuşun seyrine daldı ve bir gece duvardan soğuk rüzgârlar esince, kürek kemiğindeki sızıyla yaşayan adama dönüp: “yine mi? diyerek, uykuya daldı.

Karabasan, gölgelerle çoğalır ve sonra uyku sersemi bir geceye apansız bırakır iplerini.
“Tut!! Tutsana…” Sonra sayılar. Onlar da bağımsız bir dizilişle yelkovan ve akrebin kollarını kırar.

“ Uyan” dedi giderken, “uyanmazsan yok olursun.”
Uyandım.

Doyurulmuş olmalıydı koynundaki isimsiz aşklarla. 


Şimdi "bir tek" kürek kemiğinde sızlanıyordur gece.

10 Ekim 2010 Pazar

Pusulasız Her Yanılgının Aşkta Karşılığı Yok

Düşler...
İz düşümleri...
Yokluğa sinmiş tüm kokular...
Perdelerin tütünle yıkanmış geceleri...
Bir ses, satırlarıyla yol boyunca, hüzünlü gerdanımdan öpmesini bilen. Usulca, incitmeden...


" Konuşmak istediğinde arayabilirsin, eğer istersen."
" Olur."


Hani bazen rüzgâr inceden vurur ya bedene, titrer ve içinize çekilirsiniz. Güçlü bir soluk gibi kıyıda bekleyen aşk silinmiştir en tenha bakışlarla başbaşa kaldığınızı anladığınız anda. Aynanın soğukluğu, yaklaşan kış mevsiminin karbondioksit kalabalıklığında çoğalan acı kokusu ve bir mağlubun çizelgesi gibi elinize tutuşturulan acı kayıtları teker teker dolar yalnızlığın kapakçıkları arasına.

Yürek gitmek ister; yorgun, bitkin, koşulsuz. Sadece gitmek... Oysa uzun bir yanılgıdır terk etmenin sancısı. Gidenin kalana eşitlendiği ve kalanla aslında eşitlenemeyen, asla da eşitlenemeyecek olan, suale yer vermeyen, komplo ayrılıkları tütsülenir sigaradan çekilen nefesin arasına. Kayıt defterinde mavi yolculuklar tutulur, isimsiz şehirlerin bekleyişi sanki çok eskiden kalmış bir mirasmışçasına...
Bir mirasın kaydı nerede tutulurdu tüm kutsanmış aşkların mahzeni böylesine vurulmuşken, parçalanmışken, yıkılmışken?

Tarih kokan ve son diye atfedilen onca vazgeçişin damardan bir bir çekilişi, tüm varoluş salgılarının azalışı, demin demlendiği vakitler. Tutulan kayıtlar buradan mı miras kalır incinmişliğimize, küstürülmüşlüğümüze? Ona hayır buna evet, her şeye hayır, hiçbir şeye her şey!
Hiçlik...
Dümenin henüz kıyıdayken bilinen belirsizliği; aşkın rotasızlığının sonbahar bitişi, kış başlangıcı bakışları...

Kadınlığım...
Tüm sözcüklerin buğulu camlardan düşen ıslaklığa kendini amansızca teslim edişi.
Yanılgılarım...
Yanılırken ayağımı basıp da üzerinden kaçmadığım onurlu yenilgilerim.

Vedaları kutsuyorum. Mabedin soğuk taşları arasından düşlerimi yırtıyorum. Düşlerin de yırtıldığı bir gece şarkısı düşlüyorum(!)
Kaçılmıyor.

Amaçsızdı başlangıçlarım ve bir gece yarısı ansızın, hep böyle olmamış mıydı, fark etmeden ayak bastığım şehirlerde, sana düş'müşüm. Eğer bir gün kendi canına kıyarsa dilsizliğim, içinde sana dair izdüşümleri bulacaksın. Adım adım derin bir nefes gibi kendi yanılgılarında geçeceksin yokluğu. Bir tek kendinle konuşamadığın an gelince durup bakacaksın sarı sayfalara. Üzerine eklediğin, üzerinden çıkardığın her kelime, mürekkebini akıtacak toprağına ve sen yine de anlamayacaksın!

Sokak taşlarına düşer ya hesapsız bir yağmur, tene dokunur ya kaçamak bir öpüşme hatırası, sen orada kaybettin beni. Biliyordum. Sense bir ömür boyu bildiğimi bilmeyeceksin. O sendin...
Tarihleri aylarla anlatılan bir karenin çocukluğunu avuçlarına aldığında, işte tam da o anda, özlemlerimizden çok uzağa, bilinmeyen bir kıyıya demirlemiştin ayrılığı. O ayrılık ki bizi ayrı ayrı şehirlerden toplamıştı bir daha bir araya gelemeyecek şekilde.

Nişanlar...
Küller...
Limanlar ve aslında hiç gidilemeyecek adresler.


Pusulasız her yanılgının, aşkta karşılığı yok!


http://fizy.com/#s/1nurvc

Ara Geçiş

Bu kimsesizlik değil. Bunun adı yok. Tarihsel bir süreç içerisinde çoğalan ve artık çoğalmasına bile izin verilmeyen, çoğu birbirinden kopuk, yan bağları aşınmış cümleler. Bağlar arası bir yolculukta itinayla karalanmış birkaç anlam.

İki yol vardı...
Çok sesli bir müzik...

Eşyalardaki dilsizliğin dile geldiği bir anda ve "bir hiçe dönüştürüldüğünü" görünce ayak seslerimin, ilk defa kocaman bir parça kopup gitti.

Anlatmaya çalışmanın nafile olduğu bir geçiş anında fark ettim her şeyi. Bu öyle bir şeymiş ki; değer verdiklerinizin, kimi zaman dokunduğunuz, özen gösterdiğiniz herhangi an'ın gözlerinize aldırmadan damar yolunuzdan kendisini tüm güç ondaymışçasına çekmesi gibi... 
Duygular. Savruk ve kırıcı. Sene hesabı yapmadan ve boşluğun çöplüğüne adım daha fazla karışmadan gidiyorum.

Günler... Günler... Günler sonrası

Kayıtlı bir telefon numarasının, kayıtsız olduğu düşünüldüğü bir zaman aralığında seslenişiyle, bir yudum aldım kahvenin midemi zorlayan sıcakla soğuk arasındaki tadından. Sigara molasındaydım, son hazırlıklarımı yapıyordum. Ruhum çalınmış bir halde adımlarımı zorlayarak, odaya girdim ve birkaç sayfa okudum. Tebrikler. Tebrikler.

Kare ve çember. İkisi arasındaki benzetmeyi ilk defa düşürdüğümde günlüğüme, ayrılık kokuyordu şehir. Hep bir pencere vardı. Bir mum. Nereye yerleştireceğimizi bilemediğimiz bir sonsuzluk kavramı, bir tutam tütsü kokusu. Bir düş. Adı konulmuş bir yokluk, her zaman vardı. Kovaladıkça geceyi ilmek ilmek çözüldü her şey. 

Yazarken salıncağa binmeyi özlediğimi fark ettim. Lunaparkta o oyuncaktan bu oyuncağa koşuşturmayı. Pamuklu şeker alıp yüzüme gözüme bulaştırmayı. Elmalı şekeri yerken dişlerime yapışmasını. Yalnız kaldığımda, o bir hayal bile olsa ve o her kimse, ona sarılmayı...

Yazarken, yazıyorken bütün kesirli aşkları bir tam sayı haline getirebilmeyi... Öpmeyi, okşamayı, koklamayı.

Bu defa parmaklarım titriyor ve ilk defa karar perdesinden sesim yükseklere doğru çıkıyor. Ne seni, ne de onu üzmeyi istedim.

Ara geçiş:

Bil ki bu bir vazgeçiş değil, bil ki bu bir serzeniş değil. Az çok içime dokunabilmişsen beni anlayacağını biliyorum.

Eğer bir yükü daha fazla taşıyamayacaksan bırakmalısın. Belki de ben çok inatçıydım (inatçıyım evet). Anılardır bir insanın prangası. Sürüklersin, sürüklersin... Ta ki seni kendisinin olduğu yere hapsedene kadar. Bu yolculuğun sonunda ya ondan kurtulmalısındır ya da onu her koşulda taşıyabilmek adına yaşamından vazgeçmelisindir. 

Hangisini seçtiğime gelince,  kesin ve net bir şey var ki bu defa kendime saklıyorum. Yaşandıkça görülsün diye.


7 Ekim 2010 Perşembe

Oysa Bir Zamanlar Vardın "Mektup Öyküleri" - 6

( Yıllar sonra gecenin bu ileri saatinde annem yeşeriyor gönlümde binlerce mil uzakta, uzun kuraklıktan sonra, şafağa yakın)

Aramayın bu adreste böyle biri yok. Bulanmış gibiydi gökyüzü. Aylakların demli olur sabah çayları ve ben aylak biriydim yeniden, yıllar sonra. Ayakları üzerinde duramaz ancak ceplerimde ısıtabilir de ellerimi kimselere uzatamazdım. Her akşam aynı saatlerde istasyondan uğurlayamazdım kimseyi. Camlarda yorgun, ıslak bakışlar, hüzünle yaslanılan baş, perdelerinde silinen hayal ve ben öylece dururdum. Okul dönüşlerinde, akşamları belimde silahımla ben geçerdim bir bir isli tren pencereleri gibi karanlığın içinden.

Ben dağları da gördüm. Sessiz, yalnız, vakurdular. Derin vadilerde ormanın ıssız gecelerini de... Rüzgârın sesini duydum ürpermeden. İncecik bilekli bir tay kıvraklığında, orman perilerini düşledim. Ben şehri de gördüm; kaldırım kahvelerini, her sesi inceden inceye ayrıştıran yankısını duydum. Beton binaların soğuk, sevimsiz duvarlarına çarpar da geri dönerdi yazgılar ve kaybolurdu kör sokakların sığ derinliklerinde.
Bütün bunları gördüm de yine de özgür olamadım. Yiğitçe “işte buraya kadar” diyebilecek cesareti “yeterince yaşamadık mı?” diye sorabilecek yürekliliği gösteremedim.

Son sonbaharı hatırladım birden. Kaçıncısını saymıştık bilmem. Her şey ıslaktı; içimizde kasvet. Yağmurlu bir günde sokağı seyreden bir çocuk gibi camdan, hareket eden her şeyi izlerdik gözlerimizi kırpmadan. Düşen yaprak, uçan kuş, kayan damlalar… Damlalar camlardan aşağı hüzünle inerler.

Söylenmedik ne kalmıştı ki geriye? Artık ne kadar da manasızdı duyduğumuz bir türkünün ayrılıklara dair sözleri. Geçmişte sevdiklerimizi düşünürken, hüzünler yollardık taa yüreğimize, onları uğurlarken.

Yine bir temmuz sıcağı sonrası, ekinler sararmış. Hoş sohbet kır kahvelerinin teskin eden gölgesine çekilmiş kavruk adamlar çaylarını yudumlarken, akşamın kızıllığı çökmüş zamana öylesine.
Bir sahil kahvesindeyse uzaktan balıkçı tekneleri geçerken, deniz diplerindeki sükûneti bin bir zahmetle çıkarıp sahildekilere aktarırlar, selamlarla.

Ardından göç başlar. Aslında her yolculuk bir göç değil midir? Hava kararır Ankara’nın şehrin hengâmesinden uzak bir yerinde. Bozkırda, tozlu bir yolda, köhne bir kasaba otobüsü ağır ağır yol alır; radyosunda cızırtılı gurbet türküleri. Yağmurda silecekler sallanır ritmik ve farların aydınlatmadığı düşünceler vardır. Bu camlar ne başlar görmüştür ve ne hallere şahit olmuştur sessiz, ağlamaklı. Hiç bitmeyecek gibi yolculuk. Dönüşe dair hiçbir belirti yok.

Yol kenarlarına zincirli gelincikler el sallar. Sanki ürkek boyun eğişlerle selamlarlar gidenleri. Ah o yıllar yok mu? Dönemediğimiz yollar gibi gurbeti hatırlatan. Bir anlam veremediğimiz hayatın düğümleri, boğumları, kilometre taşları ve içinden çıkamadığımız çileler demeti...
Sırtını o köhne kasabanın salaş bir duvarına dayamış ihtiyar, ilçe pazarından aldığı sekiz numara gözlüklerinin kirli, kalın camları ardından izler yolculuğu. Ne kadar sakindir her şeyi bitirmiş birinin sükûnetinde. Yüzünde yorgun yılların derin izi, sevimli. Nesini sevmiştik ve ne bulmuştuk şehirde? Soğuk ve yaban… Geceyi gündüz yapan sahte ışıklarını mı? Etrafında dağların sert çizgiler çektiği şu küçük kasabanın şu anını yakalamak bambaşka bir âlemken.

Şehrin apartmanları görkemli. Gecekonduda taşralı genç kız artistik düşler kurar azıcık da veremli. Bitirim naralarına ihtiyacı kalmamış mahallenin. İnsanlara sunulmadık ne kaldı ki intiharlar dışında? Yanlış kapı çaldınız beyler, bu adreste böyle biri yok!


Bu satırları çok uzağındayken Ankara için yazmıştım, benim bozkırım, çocukluğumun, gençliğimin geçtiği yer. Dönemediğim yer, özlediğim yer! Bir gün sil baştan koşarak döneceğim yer…


Sevgili Sonbahar,

Keder anında insanın kafası karışıktır. Sorunlar öyle çepeçevre kuşatmıştır ki insanı etrafı, öyle olmadığı halde, zifiri karanlık gibi görür. Kişinin en zayıf ânı bu anlardır. O anda kabullerini değiştirmeyi bilse insanlar, rahatlayacaklardır. Bunları daha evvel konuşmuştuk. Kişi hedef çıtasını makul bir ölçüde tutabilirse ancak fazla etkilenmez fırtınalardan. Elbette başımıza gelenleri, karşımıza çıkanları hafife almıyorum. Aksine onları büyütürüm, duyarsız kalamam, etkilenirim...

Böylesine derin sulara açılmadım ben. Duygularımı dile getirmekte hiç zorlanmam ama bunu kendime yaparken çok açık yürekliyimdir. Bir başkasına eğer anlatmam gerekiyorsa, merkezin etrafında dolanır dururum. Kolayca yapamam bunu; ancak her şeyi bir tarafa bırakacağım, senin tabirinle: “bazı sözlerin karanlıkta söyleneceği” gibi, gözlerimi rahatça kapatıp endişe duymayacağım ve beni hiç yargılamayacak olduğunu bildiğim biri karşısında yapabileceğimi kesin kes biliyorum artık...

Daha önce yazmıştım. Keşfedilmeyi bekleyen antik bir hazine değilim, bir aziz de. Ayakları üzerinde durmayı zorca başarmış, kendinden başka kimseyle hesaplaşmayan, bir hesabı olmayan, isteklerini hep ertelemiş, her şeyini başkalarının mutluluğuna ya da mutsuzluğuna göre ayarlamış biriyim. Çocukluğumdan beri bu böyle! Kendi isteklerimi, arzularımı, ihtiyaçlarımı bir kez olsun dillendirmemiş, ön plana çıkarmamışım. Bu o kadar büyük bir yük ki! Bu yüzden “matoid” tanımını kullanmıştım ben ve benim gibilerle ilgili. İnsanları üzeceğini, inciteceğini düşünerek kendi tarzını, üslubunu, biçimini ortaya koymaktan sürekli kaçınan birinin birey olamayacağını da biliyorum. Aslında bundan asla aciz biri değilim ama çocukluk ve gençlik de hep bu öğretildi bize. “ Önce başkalarının hayatı, düşünceleri, istekleri, mutluluğu ya da mutsuzluğu, sorunları.”

Böyle düşünmeye odaklandırılmış birinin kendine ait sadece bir tek şeyi olur. Dışarıdan bakıldığında hiç anlaşılamayacak olan dünyası! Bu yüzden hep ürkerek baktık hayata. Seslenmemiz gereken anlarda kolayca dile getirmedik kendimizi, dünyamızı. İstedik ki bizi duyan insanlar, bulmaca çözer gibi, satır aralarından bir emek sarf ederek çekip alsınlar bizi. Bu, iletişim olgusunun hiç kabul etmeyeceği bir şey! Bu yüzden kendimizi aktaramıyoruz. Hep iç dünyamızın anaforlarında dönüp durmamız bu yüzden. Aslında içine kapanık biri de değilizdir. Tam tersine, hayatımızın kısa bir kesitinde, birkaç dakikalığına bile tanıyan herhangi birinin ilk ve tek sözü, “ ne kadar sosyal, şakacı, esprili, çabuk kavrayan, güzel konuşan, sıcak, sevecen biri olduğumuz gerçeğidir.” Yoksa bu bizim maskemiz mi? Öyle olsa da olmasa da bu, işte o bizimle ilgili tek gerçeği yansıtıyor:

“ Başkaları için yaşamak...”

İç dünyamız haricinde hemen her konuda kendimiziz. Etrafımızda saygı görürüz. Çevremiz bizi, yetkin, aşkın bilir. Çoğu kişiyi yamultuveren büyük sorunlar karşısında bile soğukkanlı bilir. Hatta ilk anda akla gelen, danışılan, dert yanılan, yardım istenen biriyizdir. Ama iş kendi iç volkanımızın püskürme noktasına geldiğinde onu hep yutarız. O yakıcı ateşi kimselere hissettirmeyiz. İşte bu yüzden sormuştum sana: “ Gerçekten konuşacak tek kişi bile yok etrafımda, buna inanır mısın?” diye.

Mektubunda sarf ettiğin o içten iki cümle içimi nasıl ısıttı bilemezsin. Bunu duymuş olmak bile yetti. Bunun için teşekkür borçluyum.

Bundan yıllar evvel, Ankara’da bildiğim sohbet yerleri vardı. O zaman en meşhur yerdi Tunalı, oraya gitmek ayrıcalıktı. Bir de Çankaya sırtlarında bir-iki yer vardı. Ve elbette Kızılay. İzmir, Selanik Caddeleri, Karanfil Sokak  vs...

Denizatı, Bonsuvar, Milka, Kral Çiftliği, Flamingo, Beethoven... Onlardan bugün de yerinde duran mekanlar var mı bilmiyorum ama eminim bir çok yer açılmıştır şimdilerde. En son bir ay evvel ki gidişimde sadece geçtiğim yerleriyle bile Ankara’yı tanıyamamıştım. Ama yıllar sonra artık günübirlik değil; doyasıya daha önce adımladığım yerlerde aynı adımların üstüne basarak, alabildiğine gülümsemek istiyorum Ankara’ya hiçbir şey düşünmeden! Bunun çok güzel bir duygu olacağını biliyorum ve bu isteği yaklaşık yirmi yıldır içimde saklıyorum.

Eğer yazıyorsam bil ki sayendedir. Uzun yazmalarımdan da anlayabilirsin bunu. Beyni de yüreği de dipdiri biri ile sohbete ne kadar aç ve susamış olduğumu söylemiştim. Aslında bundan bugüne kadar hep kaçındım. Dillendirmekten bile korktum. Beynime ve yüreğime saplanır kalır düşüncesiyle hep yakın durmaktan kaçtım.

 “Eğer bir gün biriyle doyasıya konuşursam soluk almam herhalde” diye.

Bu satırlar birer itiraf mı hesaplaşma mı, kahır mı, bilmiyorum. Umarım okurken yargılarında merhameti elden bırakmazsın. Duyarlı ve içten biri olduğunu artık biliyorum. Sana yazarken hiçbir şekilde korkmamam gerektiğini söylüyor bana hislerim. Artık genç değilim, çocuk da. Olgunluk yaşının başlangıcının ortasındayım. Bu yaşta delilik yapılır mı, yapılsa bunu bu yaş kaldırır mı onu bilemem ama içimdeki çocuğu öylesine özgür bırakmak istiyorum ki! Bunu bir gün yapacağım!

Yıllar sonra sesime bir yankı buldum, yürekten. Ana kucağına hasret bir çocuğun o kokuyu o sıcağı unutması ne kadar mümkün olursa, benim de çölümde yakıcı güneş altında bize yürekten bir gölge sunan bir dostu unutmamız o kadar mümkün.

Hoşça kal kıymetli dost!


5 Ekim 2010 Salı

Oradaydım Söylenceleri I: " Durak Yeri"

Her yolculuğun durak yeri farklıdır. Oradaydım da farklı bir güzergâhta... Anlatılmak istenenin açıkça çığlık atması muhtemelken, örgülerinde saklı tutulmak istenmiştir zamanın ve mekânın içinde göz ucuna değenler ve elbet yaşananlar. Tüm bunlar sonlanmışken ve beklenmeyen bir ziyaret sonrasında, beklenmeyen ve aslında içte bir yerde "acaba orada mıdır?" diye sorulurken gerçekleşmiştir.

An içinde kayıp bir sandal gibi salınırken
ve öylesine düşürmüşken toplanılanları
bakıp da bir gece gökyüzüne
avuçlamak vardı diyor insan koca bir ömrü...
her harf, ona giden her yol
böylesine tıkatılmışken
ve yalnızca bir yürekten bir kaç yüreğe yol
düşerken
ö
m
r
ü
n
düşmesi olağandı...

Kadındır, oradadır. Gitmek istersin gecenin bir yarısı, elini uzatmak ya da kısa da olsa kaçamak bir telefon konuşmasında, sesiyle buluşmak istersin...
Kadındır, ağlarken güler göz bebekleriyle... Dokunursun teni irkilir inanılmaz bir hazla.
Kadındır, parmaklarının arasına alır küçük şeyleri, ona hayat ve can verir...
Kadındır, kendi gölgesinde tutmak ister sevdiğini, güneşi kıskandırmadan...
Kadındır, ele avuca sığmaz bir sarhoştur gecenin dans eden bakışlarında...

Ne demiştik, an içinde toparlanması aslında çok da kolay olmayan küçük ayrıntılardı bunlar. Oradaydım ve orada olmak hiç bu kadar koymamıştı, dokunmamıştı, canımı yakmamıştı... Çünkü geçip giden her şeyin, tek bir karede nasıl da donduğuna şahit olmak hiç de kolay değildi... Oradaydınız ve orada olduğunuzdan orada olmanıza sebep olan kişinin haberi dahi yoktu... Oradayken bir kaç adım sonra terk edip giderken geride yine orada olacak bir parçanızın kalacak olması avutur diye düşünürken gelecek yarınları, tam tersi bir etkiyle savruluyorsunuz...

Erkektir, oradaysa bile; oradanın varlığından bihabermiş gibi davranır ama her gece kaçamak bile olsa göz ucuna değecektir kadın...
Erkektir, hıncını nasıl alacağını şaşırmıştır kendi bireysel tarihinden. Hükmetmesi en zor olanıdır kendi krallığında bir tek kendine...
Erkektir, bunca sözü yazdırıp yine de hiçbir şey olmamış gibi davranabilir ama bilir yıkıntının her bir parçasını ele geçireceğini...

Erkektir...
Kadındır...
Oradadırlar…

Ama bir şekilde sadece birisi biliyordur orada olmanın ve bilmenin tarifsizliğini... O yüzden yarımdırlar...