PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

29 Temmuz 2010 Perşembe

Noktalamala İşaretlerinde Aşk

Mağaranın soğuk ve terli duvarlarından başladım saymaya günleri.

Birinci gün dolunay.
İkinci gün tarifsizlik...
Üçüncü gün bekleyiş,
Dördüncü gün merak?
Beşinci gün isyan!!!
Altıncı gün kaygı?!
Yedinci gün not defteri...

ve Sekizinci gün bir çarpışma. ... , ? !!! ?! ...


Bir ten...
düşekalka tutundu demir bileklerine
kalbi düşten...

Bir şehir...
Girdabında sen,
uzak rüzgarların savruluşunda ben...

Bir kalem...
Yazılmamış kelimelerin bekleyişinde sevdaya yelken açmış, biriktirdiği notlarla.

Bir sandık...
Hasıraltında kalmamış hislerin küçük alevlerle desteklendiği, titrekliği sevdadan olan.

Bir yudum kahve...
Sıcak kavuşmaların tiryakiliğine sarılmış, orta halli.

Bir film...
Sayacın işleyip de görüntülerin tende izlendiği.

Bir öykü ve Bir kitap...
Tavsiyelerin izlendiği gizli bir kaçışta okunmaya başlanan. Yazı karakterinde siyah, düşen yerde beyaz.


Bir karşılaşma...
Birdenbire gece yolculuğunda ilerlerken ikinci sandalyeyi dolduran


Özleme kesilmiş göbek bağının düştüğü toprakta rüyalara sıçrayan minik tebessümle, sevdanı ilikledim düğme yerine tenime ne fark eder? 

27 Temmuz 2010 Salı

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XXI-

Sabahın ilk ışıkları henüz düşmedi pencereme... Aklımda kokunla düştüm yola...

Hesapsızca vuruyorum kıyılarına. Uzaklardan başlıyorum çırpmaya ellerimi. Kimsesiz bir çoklukta, bir tek senli günlerin avuntusunun çizdirdiği resimle, yürüyorum.

Avuçlarıma sonbahar yaprakları düştüğünden bugüne, ilkbaharın renklerini hatırlamaz oldu yüreğim. Varsa yoksa elimdeki yaprağın renkleri... Kalem kutumda birkaç sancılı gece haricinde hiçbir şey kalmadı eskiye ait. Hepsini sen gelmeden bitirmiştim. Aylarca orada öylece kaldılar.

Dayanamadılar...

Bir sabah uyandığımda, bir iki renk dışında hepsi gitmişti. Bir önceki geceyi düşündüm. Son günlerde bastıran sinirli hallerimden birine mi denk gelmişlerdi?
Cevap yok...

Belli ki yokluklarına alışmamı istiyorlardı. Ben de öyle yaptım ve bir zamanlar sır gibi herkesten sakladığım kalemlerimi kendi yolculuklarına terk ettim.

Bilirsiniz, bazen yaşam öyle bir düğüm atar ki bedeninize, işte o an, hareket etmenin anlamsız olduğu dakikalardır. Çünkü ne yana dönseniz hep bir adım ötede durur uçurum. Yer ayaklarınızın altından yavaş yavaş kaymaya başlar. Sonrasında hatırlanmayan bir boşluk ânı yaşanır ve yeryüzünün derinliğinde, giderek kaybolmanın verdiği acıyla düşersiniz.

HIZLA...

Düştüm...

Bir itirafa sığmayacak kadar uzundu cümlelerim. Anlatmak için zamanım olmadı hikâyelerimi.  Zor zamanların ele avuca sığmaz misafirleri, yatıya kalacak kadar izin alamamışlardı yaşamdan.
Sustum...

Bakın çoğalıyor...

Bazen de hayata "bit artık " dediğiniz noktada, yepyeni bir şarkı dolanır dilinize. Bağıra bağıra söyleyecek gücünüz olsa bile, boynunuzu bir tarafa büker, omzunuza yaslanırsınız destek için. Kendi bedeniniz, sığınmak için en ideal yer gibi gelir. Oysa canınıza katabileceğiniz birinin gölgesi de rahat durmamaktadır hemen köşe başında. Görürsünüz; ama o ufak adımı atmak için türlü hesaplara dolanmak zorunda kalacağınızı da bilirsiniz.

Kararsızlık...

Sabahın ilk ışıkları gözlerimdeki ışığa gülümsüyor... Kokunsa boynumdaki gürültünün hengâmesinde tenime karışıp usulca içime işliyor... 

22 Temmuz 2010 Perşembe

Şimdi Yağmuru Seviyorum

Başa çıkmak için zaman kaybetmiyorum. Yaşamak için bırakıyorum kendimi. Yaşatıyorum. Tadını almazsam peşimi bırakmazlar. Sonra değişiyor iklim.

Bugün hiçbir nedeni yokken ya da nedenler henüz beni bulmamışken seni çok sevdim. Sana kızdım. Sarılmak istedim. Her neredeysen, seni orada bir yerde izlemek istedim. Akşam eve yine koşarak geliyordum.  Sonra birden yavaşladım. İzlemek istemedim. Merak ettim. Koştum yeniden. Yetiştim. Gördüm... Sana baktım. Dokunduğum adama. (Bazen, bazı şeyler, biz ne kadar yavaşlamasını istesek de karşı konulmaz bir şekilde kopar gider bizden...) Bir trenin az sonra makas değiştirmesi ve gitmek istediği yola girmesi gibi... İnce ayrıntılar. Ben değişmesin isterim bazen, o makas olmasın isterim. Söz geçiremem, o gider.
-        
      - Dur! Öyle dur. Hiçbir şey yapma ve söyleme. Çok asil bir güzellik bu. Nefesinle ısınan bir ruh, başka şey istemez. Senin asaletinle gidiyorum. Çünkü varlığını, nefesini ve nefsini seviyorum.

Ben.  Ne eksik ne fazla seni çok özledim. Şimdi: “ Az mı fazla mı çok mu?”, bilmiyorum.  Özledim diyebiliyorum. Bunu "iyi" biliyorum.  Bastırdı aniden yağmur.  Bazı kadınların sesinde kendimi buluyorum. Tırnak izi bırakır gibi söylüyorlar şarkılarını. Tırnak izlerinden geçiyorum. Kendi bedenimden geçiyorum. Parmak ucunda.  Parmak uçlarımı iyi tanıyorum.  Onlar izin vermiyor hiçbir şeyi unutmama.  Bakıyorum bazen. Bir elimin herhangi bir parmak ucuyla diğerine dokunuyorum. Tanımaya çalışıyorum. Neden dokunulan değil de dokunan daha fazla hissediyor diye, anlamaya çalışıyorum. Dene bak! Sen de göreceksin. Dokunduğun parmak ucu değil; ona dokunduğun parmak ucu daha fazla karıncalanıyor. Şaka değil. Hem zaten neden olsun ki?

Sana yazılar yazan kadınları okuyorum. Sahi var mı böyle kadınlar? Olsun istiyorum. Olmasa da ben yazıyor diye varsayıyorum. Seni bedensiz okumak ve belki de bedelsiz okumak hoşuma gidiyor. Sen yokken çok şey oldu. Bana verdiğin kurşunkalemle bir mektup yazdım. Mektubun içine en sevdiğim şairlerin dizelerini ekledim. Bir hikâye yazdım. Hikâye mektup. Bir filmin herhangi bir sahnesiyle başlayan, dekorlarını benim oluşturduğum bir film. Düşünsene o mektubun içinde tablo, kitap, defter, lamba her şey olabiliyorum. Bir eşyanın ruhuyla, diliyle konuşabilmenin ne demek olduğunu en iyi böyle anlayabiliyorum. Seni de böyle anlıyorum. Sen oluyorum. İçindeki en sevimsiz yanları, egolarını, tutkularını, keyif aldığın anlarını, seninle anlıyorum. Sadakatle yapabildiğin eylemi, hayallerinin peşinden gitmek için geride bıraktıklarını, huysuzluklarını… Böyle böyle daha fazla sen oluyorum.

Ha bir de sen yokken, şu kapıdan girişini hayal ettim. Mutlu oluyorum.  Evimin kapısını kapatıp içerde olduğum o yeri seviyorum.  Seni de seviyorum. Zaten bütün bunları içinde bir parça sen varsın diye seviyorum.

Neden burada değilsin? Yani orada? Olsan... Orada olmanı da özledim.  Gök gürültüsü çok fazla. Edip Cansever aklıma geliyor. Bilirsin "Bilmez miyim hiç" şiiri işte:

“ Uzun bir cumartesiyi hatırlıyorum, saat on iki
Dalıp gidiyorum, düşünüyorum da, saat on iki
Bir sigara yakıyorum, bir kâğıda bir iki dize yazıyorum
Yerini iyi bilen, onurlu bir iki sözcük daha
Ama hiç kımıldamıyor, akrep de, yelkovan da
Yani tam böyle bir şeye benziyor zaman
Yılgın ve çarpıcı renkler içinde pek kımıldamayan
Çıkageliyor sonra, saat on iki.
 ...
 Sonunda başbasa kalıyoruz gene
Başbaşa kalıyoruz doğayla ben
İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden
On temmuz cumartesi
Bir vapur daha kalkıyor iskeleden
Ve yağmur hızlanıyor biraz
Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak
Tam öyle yapıyorum
Şimdi yağmuru seviyorum, şimdi yağmuru seviyorum, yağmuru seviyorum.”

Sen yokken bir cumartesi akşamı çok içtim. Durmadan saatlerce tango yaptım. Başım dönüyorken dans edince sanki dar bir koridordan geçiyor gibi oluyorsun. Bacaklarımda, kollarımda morluklar var. Dokununca acıyorlar ama eskisi gibi değiller. Geçiyorlar.

*Katil Orospular'ı okuyorum. Şimdi yatmadan önce yeniden okuyacağım.  Yine de şimdi burada olsan, yani orada. Merhaba desem. Canımm desem.  Bir harfin tekilliğini çoğaltsam? Öpmesem. Öpsemmm gibi olsa, yani mesela. Yağmur sesi…  Sen de duyuyor musun acaba sesini? Uyudun mu?

Öyleyse iyi geceler.





















* Roberto Boleno

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Oysa Bir Zamanlar Vardın "Mektup Öyküleri" - 2

Bize ne sûretle olsun seslenmiş bir dostu unutmayız, unutamayız bize yakışmaz. O, yürekte ona ayrılan ve ait olduğu yerde, ilk konulduğu gibi sıcacık durur. Yüreği ısıtır. Göz ucuyla da olsa ne hâtırasına ilişilip incitilir ne de ulu orta sarhoş, sıradan ve gündelik meselelerde meze yapılır o basitlik sofrasına. O, konulduğu yerde tertemiz muhafaza edilir, öylece kalır. Bu yüzden, dostu unutmayız, unutamayız. Dilersen sen bundan böyle beni Salih adıyla çağır. Böylece sürekli ben demekten kurtulmuş olurum sana hikâyemi anlatırken. Hem belki sen de seni “sonbaharın kızı” olarak çağırmama bir şey demezsin.

Salih’in dost dediği insanlar birer ikişer çekildi hayattan. Kimi toprağa girdi kimi damlarda çürüdü. Kimi ülkesinden uzaklara gitti ve çok sevdiği, hasretiyle yandığı halde dönemedi. Kimi hayattan düştü, acılarını anılarını yudumlayan bir berduş oldu. Salihse aklını yitirmemek, hayattan düşmemek, ayakları üzerinde zor da olsa durabilmek için anılarının sıcaklığına tutundu. Bir daha aynı yıkıntıyı yaşamamak için bir şeylere alışmaya direndi. Alışmaya çalışmadı, alışamadı. Çay ve maltepe sigarası haricinde hiçbir şeye. Sözsüzdü,  uykusuzdu. Yağmur ve soğuktan etkilenmedi. Yakalarını kaldırdığı ceketiyle, içine giydiği gömleğiyle, öylece yürüdü ıssız caddelerin tam ortasından. Garip ama Salih’e bütün olumsuzluklara rağmen, yıllar dokunamadı. O içten yaşlandı. 

İlk defa biri, içten ve duygu yüklü bir ifâdeyle hâlimi sordu. Yüreği dâhil her şeyini yağmaya açmış, neredeyse tükenmeye yüz tutmuş, etrafına baktığında yıllardır sessizce saldığı sayhaları duymuş birinin içten sözleriydi bunlar. İşte bir kez daha utandı. Hâlbuki sayfalar dolusu yazmıştı. Önce, etrafındakilerin sırtına yüklediği günlük telaşın meşgalelerinden sonra da iki gün evveline kadar ısrarla ve heyecanla yürekten yazmak istediği, bunu için hazırlıklı olduğu halde eli varıp da gönderemedi. Bu yüzden utandı kendinden. Hâlbuki söz vermişti. İçten tek satıra karşılık o sayfalar dolusu yazacaktı. Hem de hiçbir endişe duymadan. Verdiği her sözü gücü yettiğince, boyunu aşmadıkça mutlaka yerine getirmeye çalışan birine de hiç yakışmamıştı bu. Utandırıldı. Utanması gerekiyordu ki utandı.

Caddeleri salak sarsak arşınlayan, yüreğine bakacak, baktığında insan olduğunu anlayacak dost bir yüz, müşfik bir bakış aradı durdu bu adam. Birileri yalnızlığını gidermeye çalışırken o, yalnızlığın kendisini aradı durdu. Buldu, arkadaş oldu. Herkesin kendine bir saçak altı bulabildiği şehirde o yıllarca korunaksız kaldı...

Yüreğinde taşıdığı insana dâir o engin sevgisine rağmen etrafı hep ıssız bir çöl gibi oldu. Bu yüzdendi Salih’in hep yalnız oluşu. Salih henüz içindeki fırtınaları, melteme çevirebilme yetisini kazanamadığı için safça hep anlaşılmamaktan şikâyet etti durdu. Sonra bunu da aştı,  olgunlaştı. Ne kadar yanarsa yansın içi artık anlaşılmayı beklemedi. Çünkü bir şeyi keşfetmişti. Anlamak, anlaşılamamaktan daha ağır bir yüktü. Acılı ama güzel bir yüktü. Bu yüzden oturduğu çay bahçelerinde masasında sâdece tek sandalye dolu oldu. Aradığı bir dosttu. Bir sevgili, bir arkadaş, bir anne değil. Sadece yürekten sohbet edebileceği, beyni de yüreği de dopdolu bir dost. Kim olduğu da önemli değildi. Onunla, yüzüne bakmadan saatlerce konuşabilirdi. Yaşadığı fırtınaları belki anlatmayacaktı ona, belki de hep onu dinleyecekti. Bu da güzel bir şeydi. Bir dostu dinlemek ve anlamaya çalışmak.

Salih’in elma yarısı dediği dost olacaktı o. Yâni onun diğer yarısı. Belki tek kelime bile edilmeden çok şey konuşulacaktı yürekten.

Salih yıllarca boşuna aradı durdu onu. Herkes kendi âlemindeydi. Bu yüzden Salih’in bir dost için koltuğunun altında taşıdığı kitaplar, ders notları, kâğıt ve kalemi, bakışlarıyla taradığı şehrin caddelerinde, meydanlarında, kafelerinde, parklarında, metalik sesler ve masum olmayan görüntüler arasında gürültüye gitti. Umudu kestiği için kendi yüreğine çekildi. Ürkerek yıllarca müsvedde kâğıtlara yazdığı notlarına döndü. Kendi geçmişine sığındı, yaşadıklarına. Hâlâ ölmemiş güzel duygularına ve soğumamış yüreğinin sıcaklığına… O güvendiği, sevdiği insanların elbirliği edip yok edemedikleri insan tarafına. 

Bir gün yine korkarak, kaldıramayacağı bir darbe yemekten kaçınarak cılız bir sesle seslendi. Uzun süre duyulmadı sesi. Sonra bir ses geldi sesine, dünyalar onun oldu. Mektuplara hayatı kadar değer verirdi. Bugün bir mektup yazabilmek büyük fedakârlık isterdi. Bir dostun kendi el yazısıyla göndereceği şey ondan bir parçaydı her zaman. O mektuba yürek konurdu ve mektupla ikiyüzlülük asla yapılamazdı. Birinin sözlerindeki samimiyeti yüzüne baktığında belki anlayabilirdi insan, çoğu zaman da anlayamazdı. İnsanların büyük bir çoğunluğu, kaliteli ve görevini tam yerine getiren maskeler takardı. Ama mektup öyle değildi. Garip ama daha ilk satırda, sahibinin ne demek istediğini anlardı insan. Mektup işte buydu!

Bir iki içten söz onu hayata bağlardı. Şu keşmekeşlik, kaos içinde, kimsenin kimselere el uzatmadığı, gözlerin insana dair bütün güzelliklere kapatıldığı umursamaz bir dünyada yaşıyordu. Sağından solundan, nice dünyalar akıp gittiği halde! İşte bu yüzdendi iki satırlık, içten ve dostça karalanmış bir mektup aldığında, gününün güzel geçmesi, neşelenmesi, yüzünün bütün gün gülmesi, gecesinin huzurlu olması.  Kurgulanmamış şeyleri seviyorum. Bu yüzden irticalen, içimden geldiği gibi yazmalıyım.

Ben geç kalmıştım ya hayata, şimdi soluk aldığımı hissediyorum. Şu yazdıklarım bile bana büyük cesaret ve istek veriyor yazma konusunda ve buna neden de siz oluyorsunuz. Bu bana yapılabilecek olan en büyük iyilik ve bana göre, benim için bir hayat belirtisi. Kaybettiğim açığı hızla kapatmam lazım. Bu yüzden yıllardır birikmiş, yığınla müsveddeye ciddi olarak el attım. İlk defa bu kadar şevk ve istek duyuyorum yazdıklarımı toparlamak adına. Kayda geçmek, düzeltmek zor oluyor. Daha yolun başındayım ama olsun. Belki de bu, uzun durağanlıktan sonra acemice de olsa benim zahmetli ve uzun yolculuğumu başlatacak olan adımdır.

Tavsiye ettiğin kitapları biri hariç okumuştum, onu da okuyacağım. Bu arada birkaç yıl evvel okuduğum, bana çok değişik bir bakış açısı kazandıran Yalçın Küçük’ün yazdığı Şebeke(network) adlı kitabı güzeldi. Fikret Başkaya’nın (Paradigmanın İflası) tarzını gördüm onda. İkisi de, oldukça etkilemişti beni.

Mektubu okuduğunda boş da olsa bir mektup gönder. En azından okuduğunu bileyim. Boşluğumu tamir için sen benim gibi yapma lütfen!. Eğer benim yaptığım gibi cevapta gecikirsen, hastalığımı sana da bulaştırdığımı düşünüp iki kere üzüleceğim. Hoşça kal.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Kim bilir Kaçıncı Kez

Üzerinden bahar geçmiş korkuların...  

Yağmur bugün hızla çarpıyor İstanbul'a. Bütün gece panjura vurup kaçan  rüzgârın haylaz sesiyle uyumaya çalıştım. Geceden kalma bedenimin, ağrıyan kollarımın yatakla debelenen cansızlığında gözlerimin devrini teslim etmeye çalıştım.

Sabah başlayacak tüm hareketler. Gürültülü adımlar bir oradan bir buradan vuracak tenime. Ihlamur kokulu bardağımın bir parça balla yumuşatılmaya çalışılan soğuk algınlığında uzaklaştırılmaya çalışılacak "çok yaşa". İlaç kutusunun renkli aldanışlarına kanacak midem. On beş dakikayla sınırlı açlık senfonisi, bir parça ekmeğin arasına iliştirilen taze kaşarla süslenecek ve ben bir kez daha aynanın karşısında tarayacağım kızıl saçlarımı.

Kaçıncı kattayım, bilmiyorum. Dün gece asansörün hangi sayısına basıldı anımsayamıyorum. Yorgunluk akmış, acılı turşularla örtülmüş küçük lezzetli parçaları bin bir güçlükle yemiştim. Sözler gecenin mandalla aralanmaya alışkın deminde yetişkin düşlerimi sallıyordu ve belki de ilk defa soru sormuyordu içimdeki kilitli kapılar.

Birkaç yudum daha alınacak bardağın tatlı kenarlarından. Kısa bir öksürük senfonisi ağrılarıma iyi gelecek. Sigara paketinin jelâtine sarılmış fahişeliğine aldanacak ellerim. Geceden kapatılmayı unutulmuş televizyonun paralel düzlemine kayacak bakışların sonrasında, uykuya yenilmiş beden uyandırılacak çekingen bir "günaydın" la...

Üzerinden koca bir şehir geçmiş ellerin.

13 Temmuz 2010 Salı

Oysa Bir Zamanlar Vardın "Mektup Öyküleri" - I

Sözlerini karşıma aldım, öyle yazıyorum. Böyle yaptığımda zaten konuşulması gereken konu da karşında duruyor, kalem de kendiliğinden yazıyor. Bu benim en sevdiğim şey. Kişiyi konuşmak. Şimdi olduğu gibi, mektupla yapılan içten bir sohbet.

İlk paragrafına, hüzünle başlamışsın. Sonra geçmişe dönüp bir bakmışsın.

(Hüzün güzeldir, geçmiş de öyle. Bir süre sonra yaşanmış acıların elemi gider lezzeti kalır demiştik. Bunu da konuşmuştuk. Bir de bilirsin, türkülerimizde bile hüzün vardır bizim. Türküler ise her şeye rağmen, yaşanan bütün acılara katlanabilme gücü verir insana. Yalnız kaldığımızda, içimiz burkulduğunda, hüzünlendiğimizde söyleriz, gözlerimiz dolu dolu. Ya da bir şarkının sözlerini mırıldanır, ayrılıklara dair biraz olsun rahatladığımız hissederiz. Acı ya da tatlı )

Çok şey yaşamışsın, ayrılıklar dâhil. Yalnızlığı da yazmışsın deftere. Hepsini anladım hepsine saygıyla eyvallah. Kendinden nefret etmen hariç! Eğer pişmanlıksa kastettiğin, buna da eyvallah, çünkü o duygu da insanı olgunlaştıran ve yücelten bir duygudur ama kendinden asla nefret etme! İçinde ihanet olmayan hiçbir şey asla affedilmez ve ölümcül değildir. Tamir edilebilir, dönülebilir, düzelebilir... O, sırayla saydıklarının içinde olmadığı için, kendinden nefret etme düşünceni, sana yakışır bulmadım. Üstelik acıyı, aşkı, terk etmeyi ve terk edilmeyi, yoksunluğu, yalnızlığı yaşayan ve geçmişe baktığında, kendi için ancak bunları sayabilen biri(ki aralarında ihanet yok) insan biridir. Ve böyle bir insan için ben, kendinden nefret etme düşüncesini asla kabul edemeyeceğim gibi alabildiğine üzüntü duyarım. Eğer halen devam ediyorsa, lütfen bunu yapma! O saydıkların insan olmanın gereğidir ve hayatın da ta kendisidir.

Bir de eğer durduğun yerden ruhunla, düşüncenle, umutlarınla uzaklaşma becerisini elde edebilirsen zindanda bile olsan saray hükmünde olur orası. Ve şayet kişi kendini kendi içine hapsetmişse kendindeki, etrafındaki, ruhundaki güzellikleri göremiyorsa, sarayda bile yaşasa, orası zindan gibidir.

Bir aziz değilim. Sözlerim de öyle hayat kurtaracak cinsten kutsal şeyler değil. Hayatı da dünyayı da tozpembe görmüyorum, göstermeye de çalışmıyorum. Buna zaten hem gücüm yetmez hem de inanmıyorum. Sadece empati kurmaya çalışıyorum. Kendimi bir an için yerine koydum, anlamaya çalıştım o kadar.

İnsan olmanın getirdiği, aynı sıkıntıları paylaşıyor olmanın verdiği bir ortak payda biliyorum ki o da düşünen ve akıl ve yürek sahibi her insanın buna benzer şeyleri yaşadığıdır.

Bütün olana bitene rağmen birçok güzel şeye de sahip oluşumuz ve asla yalnız olmadığımızı bilme düşüncesi adına paylaşabildiğimi söyleyebiliyorum. Seni teselli edecekse eğer ya da sıkıntılarını biraz olsun hafifletebilecekse bu da bir mutluluk sebebidir.

Çok istediğimiz, arzuladığımız bir şeyi daha henüz elde etmemişken, onu şimdiden kaybetmiş olma endişesine, karamsarlığına kapılmamız neden? Bunu bir düşün dilersen!

Yazdıklarında yüreğini aralamışsın. Bu beni kendi adıma sevindirdi. Aklımın erdiği bir şeyse, saygıyla karşılık vermeye hazırım. Portakal suyunun bittiğini biliyorum, gözlerinden uyku aktığını da. Dilersen, mektubu daha fazla uzatmadan, noktalayayım sözlerimi, gecen için.


12 Temmuz 2010 Pazartesi

Sekiz Kelime

Bir matem türküsü söyler yağmurlar. Gökkubbede dans eden tılsımlı tozlar, yeryüzüne düşürür her bir mevsimin yoldaşını. Susar ağıdın ilk notasında yürek. Susar ve derin bir uykuya dalar.

Hep bir bakışın gölgesinde hatırlıyorum o küçücük ellerin çizdiği resimdeki düşü. Bir düşün resmi ne kadar yansıyabilirse tuvalin maviyle örtülmüş duvarına, o kadar narin ve belli belirsizdi. Düşler mavi miydi?

Bilinmezdi, söylenmezdi bencil gecelerin akılla örtülmüş derin sessizliği. Hasret düştü mü hıçkırıkların dehlizine, taş olsa erirdi yâr koynunda. Onca unutulmuşluğa, serzenişe, içlenişe, umuda rağmen resmiyeti bir türlü olmamış bir sevdaydı yaşamak! Yaşamak, sıcak bir temmuz akşamında kelimelerin bile içini delip geçebilecek kadar sinsiydi.
Dört yanımız vardı, dört mevsim gözlerimize değen iklimler. Tebdili mekândaki ferahlık, yalnızca cümlelerin geçmişinde kalmış, aykırı sözlerdeki yerini ebediyen kaybetmişti.
İhanet gibi bir sır taşıyorduk alın yazımızda. Oysa o beklenilen değil miydi? Ya da o, beklenilen olmayacak mıydı?
Tutamadık!
Derman mı vermiyordu derdi veren; yoksa derdi mi vardı, sizin benim gibi. Yoksul düşlerin hayratı yapılabilir miydi ve güçlü bir suyun gövdesine yerleştirilebilir miydi geçmişin kana kana çekilmiş nefesleri? Tılsımı bozulmuş bir öpücük kadar değersiz artık dokunuşlar... Tanımıyoruz bile bize ait olanları, bizim isim verdiklerimizi. Düş'sek nafile; düşünsek yorgunuz.

Gün döndü, gece ıssız solungaçlarını kapadı kendine. Kanayarak rüyaların alt yazılarında bekleyip yine kanayarak bir tutam sessizliğin arzulu çekimine bıraktık haykırışlarımızı… Satırların arasına yerleştirilmiş ölüm, paha biçilmezdi. En derinde ve en çok bilinenin izinde.

Giderken kalmak, bir türlü olmayan sabah, güneşin karanlığı…
Olmuyor… Yapamıyor… Durulmuyor… Çünkü asırlık bir arayış düş’künlük!
Senden bir benden iki koysam da bir türlü yedi harfi toparlamayı başaramadık işte…
Devam edelim…
Uykuda ve düşte!
Kıpırdamadan…

9 Temmuz 2010 Cuma

Oradaydım Söylenceleri I: " Habersizce"

Son kuşların hüznüyle yer değiştirdi bir masal. Sonra masal kahramanı, masalın kahır adamı ya da masaldaki kahır. Belki de masala kahraman olamayan adam, yer değiştirdi. Bir sıralaması vardı elbet, hayatın ve aşkın. Ya da aşkın içindeki geçişlerin. Kadından çocuğa doğru yol alırken düşe dair her şey habersizce kalabalığa karıştı. Çocuk, kadını dışladı içinden içine...
Kuşlar da gitti...
Hüzün bitti...
Masallarsa her dilde, uyku öncesi bir doz...
Büyüklerin masalları nedense her daim iki doz...

Oradaydım...
Biliyorum, kızdıkların için geri dönüşü olmayan hayali cümlelerim oldu ve yine biliyorum ki oradan buraya bir daha yol alamayacaksın. İşte bu yüzden yorgunluk iksirini tersine çeviriyorum...

Bak! Yıldız tozları yüzüme doğru akıyor suskunluğundan. O eski kanepenin solmuş renkleri üzerinde, geride kalmış günlerimizi hissettirmeden her bir anıya, birer birer uzaklaştırdım kahvenin dumanına sararak...

Koridorlardaki yalın ayak izler ve aynı topuklu terliğin izleri bambaşka tenlerin aldatmacasında dolaşıyor olsa da seni bir tek ben soydum tüm bu düzensizlikte!!!

Oradaydım ve senin kapını senden habersiz ben kapatmıştım...


7 Temmuz 2010 Çarşamba

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -XX-

Süresiz, belki bir süreliğine ya da bütün süreleri elinden alınmış bir beraberlik bu. Bugünün yarından daha fazla değer bilmediği, kendi içinde kıvrana kıvrana kendi değerini veren bir kadının haklı öfkesi. Kimin olmamı istedin? Başkası değil bahsettiğim sersem şey. Sensin. Ta kendisisin her kelimenin. Yani kısaca neyin? Eğer bir cümle bitirilemiyorsa kapanmamış çok şey var demektir. Noktalama işaretlerinin egemenliğine izin veriliyorsa, kaçınılan, söylenmemiş belki de artık çok da önemi olmayan şeyler kalmış demektir bir yerlerde. Yaşar gibi yazmamı ister misin? Meselâ hemen şu anda yanıbaşımda duran kırmızı kahve fincanımdan, saçlarımı toplayan kırmızı tokamdan ve tırnaklarımın ucunda teninin sıcaklığını an be an hatırlayan kırmızı ojemden haberdar olmak ister misin? Benimle bu anı yaşamak zorundasın! Çünkü şu andan itibaren her şeyi yapabilme hakkına sahibim. Buradayım ve istediğim her harften koca koca dünyalar yaratabilme özgürlüğüm var.

Yüzüğümü çıkardım. Seninle aramda hiç bir şey kalsın istemiyorum. Buradan bakılınca nasıl da cüretkâr bir cümleydi değil mi? Öyle değil işte. Seni paylaşamamaktan dem vuruyorum. Peki peki, sen çabuk sıkılıyordun öyle değil mi? Zaten aradaki en büyük engel yine benim. Yıllardır gizliden gizliye en iyi yaptığım iş heykeltraşlık oldu. Hiç kimseye söylemedim. Bu özelliğimi kimse bilmesin istedim. Küçük heykeller yaptım en çok. Değişmeyeceğini umduğum, kolayca bozulmayacak, heykeller. Şimdi dönüp yaptıklarıma bakıyorum da ne kadar da uzaklaşmışım onlardan. Onlar benden ne kadar uzaklaşmış. Tanıyamıyorum bir çoğunu bile. Nasıl acı veren bir durum bu, anlayamazsın. Kalakalmak hepsinin özlemiyle... Her biri kendi alanında dev bir eser, hüzünlü, mutlu, sıcak, el gibi...

Kafamı kırarcasına müzik dinliyorum. Şiirler okuyorum. Aklımı oynatacak her şeyi yapıyorum. Gerçeklerin süzgecinden sanki çoktan geçmişim de kalıntıları altındaymışımcasına dans ediyorum boğum boğum bulutların arasında. Biliyorum, bu benim hünerim. Nasıl anlatabilirim daha başka sana. Sus...Sus...Susssssssss!

Sabaha daha çok var. Uyanırsın. Sabahları seversin. Uyuyamazsın. Uzun zamanlar alırsın. Kimsenin bilmediği gün dönümlerini kovalar sözcüklerin. Yıldızlar savrulur gecenin eteğinden, gökyüzü çığlıklarını savurur martıların yardımıyla. Hızla geçer bulutlar. Doğa değişir, yüklenir her şeyiyle hayatı eteğini kaldıran bir rüzgâr. Sen başlarsın içimde dönmeye. Karşı koymuyorum. Ağzımı bile açmıyorum sesine de sessizliğine de... Kimse bilmez.

Bu hangi renk yaşadığımız? Habersizce, ayarsızca, günler anlamsızlığın peşinde, kayıp bir istek varsa yoksa... Başındaki kelimelerini eksik tuttuğum bir cümle var: "sonrası için neler vermezdim", diye bitiyor. Artık hiç kolay değil. Çal... Çal... Çallllllllll!

Geceye az kaldı. Uyuyacaksın. Geceyi sever misin sevmez misin? Uyanırsın. Kısa zamanlar verirsin. Herkesin bildiği bir dermanı harmanlarsın. Lacivert bakışlar geçer kapı önünden, yeni bir eskizin tam ortasındasındır. Bulutlar sabittir. Ya da hiç bulut kalmamıştır. Gün devrilir, kaybolur bir döngüyle kalemin talaşını silip süpüren kelimeler. Sen başlarsın öfkemin içinde yürümeye. Pişman olmuyorum. Yoldan bile dönmüyorum olsan da olmasan da... Herkes bilsin mi?

Sağ yanımda sigaranın yükselen dumanına bağırıyorum. Yaşayamadıktan sonraaaaa, yaşayamadıktan sonraaa, yaşamadıkçaaa her şey biter. "Ara sıra ya ara sıralar?" Komik ama bunu söyleyen de camdan bir hapishanenin içine mahkûm olmuş birkaç sigaranın külünden başkası değil. Kalakalıyorum. Cevap verecek gibi oluyorum, bu defa da dinlediğim müzik bitiveriyor tüm bu olanların üzerine, iyice kapana kıstırılıyorum.
Dur!
Nasıl oldu anlamadım. Nedenler ve nasıllar bir köşede dursun. Kendimi tutamadığım bir anda, yani mantık dediğimiz elbiseyi bir köşede, o köşede, bırakır bırakmaz kucaklamıştım seni. Sıradan mıydım? Gittikçe sıradanlaşacak mıydım? Hani o mâlum kadın karşılaştırmana dâhil olmam bundan mıydı?

Öfke... Öfke...İçi boş olmayan, durdurulamayan bir öfke salınıyor damarlarıma. Geriliyorum. Bir cümle daha koyacak olsam diğer beni ele vereceğim. Yapmamalıyım. Karşı koymalıyım.

Kimsin sen? Anlattıklarınla varolan mısın yoksa anladıklarımla var ettiğim biri misin? Kim kimi bırakacak giderken? Ayrılığın bir tek kalanı mı olmalıdır? Kalansız bölünemez miyiz? Peki.

Ağır ağır siliniyor tenimdeki her iz. Hiçbir şeyi anlatamıyorum çünkü öyle çok "her şey" sıfatını yüklenmişsin ki! Keşke biraz sulugözlü cümlelerim olabilse. Zıvanadan çıkana kadar, saçlarımı kökünden kopartabilecek kadar kendimi kaybedebilsem. Uzaklar da yok. Ah bu bilinçli izin verişlerim beni kandırmana. Ah bu sebepsiz serzenişlerim. Kimin olmamı bekliyorsun? Bilinmez, tarifsiz bir demde kaybolup gittin.
Prova aldığın gecelerde durup izledim bir köşeden seni.Yakıcıydın. Öyle sendin ve öylece çalıyordun. Bir akşamdı. Sokaklar bir bölümün sonunu bekliyordu. Sen oradaydın. Bense sır olmuş seni izliyordum. Hiç görmedin.

Şimdi ben de kendi provamda gerçekleri dinliyorum. Sen de dinle!


http://fizy.com/#s/1ah3po

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Oradaydım Söylenceleri I : "Kimlikler, Kimdiler"

Bazen yavaş yavaş odaya girişimin üzerinden ne kadar zaman geçti diye düşünürken, aklıma gelen bir yanılsamayla irkiliyorum. Yaşarsınız hani dolu dolu, tüm bedeniniz cevap verir olan bitene. Karşılık verseniz de vermeseniz de bir nedeni elbet vardır sizi, sizinle büyütecek düşlerinizin. Orada, içte bir yerde yükselen seslerin tanışıklığı çok da yabancı değildir ruhunuza. Alıp gitsin istersiniz seslerden, yüreğinizdeki tüm taşları yerinden oynatan her şeyi; alıp gitsin tüm tortulaşmış dünlerinizi. Belki küçük bir fotoğraf karesindeki bakışlardır yerleşikliğinizi bozan, tüm hücrelerinizi alt üst eden. Ya da demli bir çay keyfinde geçip gitmiş, geride bırakılmış bir sohbettir. Belki bir isme sığdırılamayacak kadar çoktular. Kim bilir kimdiler?

Oradaydı ve orada oluşunun bütün hayatına yayılacağının elbette farkında değildi. Kış biterken pencereleri hafif aralık bırakmış, odasının ısısını az da olsa dengede tutmaya çalışmıştı. İlkbahara nasıl geçtiğini anımsamayan yüzlerce aşktan biriydi oysa. Pencereyi ilk ne zaman sonuna kadar açık bıraktığını bile hatırlamıyordu. Ilık ve ipeksi bir rüzgâr dokunuşu gibiydi.
Yüzünde...
Ellerinde...
Bakışlarında...
Düşlerinde...
Bir zamanlar kimliksiz bıraktığı her bir parçasında, her bir parçayla oradaydı.

Sonra, orada olduğunu ona anlatanla yüz yüze getirdi düşlerini. Düşler tene karışınca, gerçekliğinden hiçbir şey kaybetmiyordu. Çünkü düşler, bir tek kendi gerçekliğinde yaşanabiliyordu...

Oradaydı ve orada olurken, kadın olduğunun bile henüz tam olarak bilincinde değildi...
Uzaklara bakar gibi çekilmişti her bir fotoğrafı...
“Uzaklar” diyordu fotoğrafçı: “Hani o bizim bilmediğimiz uzaklara bakıyor senin gözlerin. Uzun yolculuklara çıkmalı seninle. Kasabaların hüznünü tanımalı. Yer sofralarında sıcak bir lokmayı paylaşmalı. Uzaklara, çok uzaklara gitmeli seninle, baktığın yeri hiç dolduramayacağımızın bilinciyle. Bilmem ki ne ararsın oralarda?”

Şaşırmıştı. Kadındı ve kadınlık bir tek dudaklarına değen güneşin yakıcılığında hissedilebiliyordu. Oradaydı. Oraya doğru yola çıkarken kaç kaldırım taşını geride bırakmıştı? Hangi ağaç çeşitlerinin yanından geçmişti? Çiçeklerinin adını biliyor muydu yol üzerinde ona selam veren? Çakıl taşlarına basmış mıydı bir kez olsun gerçekten hissederek. Canı yanmış mıydı yoksa aldırmamış mıydı? Oraya giden otobüsün numarasını bilmediği ve hiçbir zaman da öğrenemeyeceği hangi koltuğuna oturmuştu?
Yaşamında bir dönem başlayan sessizliğin bağlarını ne zaman huzurla çözebilecekti?
Huzur sessizlik değildi. Bunu da nihayet öğrenmişti...


Bazen hızlı hızlı ama istemeden odadan çıkışımın üzerinden ne kadar zaman geçti diye düşünürken, aklıma gelen bir ürpertiyle sarsılıyorum. Ölürsünüz hani yavaş yavaş tüm ruhunuz cevap vermemeye başlar etrafta olan bitene. Karşılık vermek istersiniz, geri çevrilirsiniz. O sesi bir yerden tanırsınız, hani orada, içeride yankılanan sesi... Alıp gider gitmesine bir şeyleri de; alıp götürdükleri bir daha ruhun aynasında görülemeyecek olanlardır. Belki o küçük fotoğraf karesi yırtılmıştır. Belki çay çok bekle[til]miştir. Belki de yerle bir olmuşsunuzdur.

2 Temmuz 2010 Cuma

Yangınlardan Arta Kalan

Gecenin yavaş yavaş tutuşmaya başladığı anlar... Bu garip düşünce sisinin içerisinde ne yana bakacağımı, neyi düşüneceğimi şaşırdım. Öyle ya, insanlık hali der geçeriz hep bir ağızdan. Ama olmuyor. Kendi memleketimin adı, on yedi yıldır bir katliâmla hatırlanıyor. Otuz yedi canın ağıdı her yıl temmuz ayında göğe yükseliyor. Böyle zamanlarda ağıza yerleşen keşkelerden nefret ediyorum. Oysa ben nefretin ne olduğunu bilmem. Kelime anlamını bilmek istemem. Ama işte bu da olmuyor. İçimde yerleşen feryadı nereye koyacağımı, sussam fayda etmeyeceğini, bir köşeden olanı biteni izleyemeyeceğimi iyi biliyorum.

Ben bugün bütün o ölen güzel insanlar için şiir okuyacağım. Güzel bir müzik dinleyip onları unutmadığımı kendimce anlatacağım. Düşünce özgürlüğüne düşünmeksizin haince pusu kuranlardan bir an olsun bu fiilin ne olduğunu anlamalarını ümit edeceğim.

Evet, canım yanıyor. Evet, ülkemde aylardır düzen tutmuyor. Ama ben yine de bu gece uyumadan önce konuşacağım. Kendi lisanımda, kendi bildiklerimle. Size de o katliam sonucunda hayata gözlerini yuman Metin Altıok'tan birkaç mısra bırakacağım. Unutmayın olur mu?


Bir Uyumsuz Rastlaşma


Yangın..............................................................Deprem

........lardan..................................................lerden

.............geliyorum................................geliyorum

...........................dedi................... .......dedi

...................................adam........kad ın

................................................ve ...............................................

.....................................dep.......... ......yan

...............................rem................ ............gın

.........................lere..................... ..................lara

.................gitti............................ .............................gitti

.........yıkık.................................... ....................................yanık

Metin ALTIOK