PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

29 Aralık 2012 Cumartesi

Yıl Düştü 'Şeyler' Üşüdü

Böyle kolay işte başlığa aldanmak. Kim bilir neler neler geçiverdi o kısacık anda aklınızdan. Canım, elbette tutmayınız. Bırakınız. Geçip gidecek olduktan sonra ne ehemmiyeti var öyle değil mi?
Öyle olmuyor işte! Bazı şeylerin "ha deyince" cevabı bulunmuyor. Bulunmadığı gibi de uzun uzun zamanlarca aklınızın bir köşesinde pis pis sırıtarak oturuyor. Varsın otursun. Bir yılı da ha geride bırakıyoruz. Yeni yıla yeterince anlam yüklemenin vakti geldi de çattı bile!

Korkmayın, kalbinizi yoracak kadar bir döküm yapmayacağım buraya ama ille de 'dokunmadan geçmeyeyim' dediğim bazı noktalar var tabii. Hem kendime bir not olsun diye hem de yeri geldiğinde olur ya geri dönüp de bakmak istersem, unutursam, uçup giderse diye yazılı birkaç kelâmımız olsun. Ne de olsa yazsam da yazmasam da oluyor bir şeyler. Hayatın keskin ve sivri akıllığı sayesinde biz de payımızı alıyoruz.

Yılın ilk aylarında kasırga yaşandı benim bu tarafta. Hem ne kasırga. Aralıksız süren sohbetler, karşılıklı meraklar, sesimden bir süre mahrum bırakmaya çalışıp ama sonra gardımın düşmesiyle 'merhaba' dediğim insanlar... 
Her şey olabildiğince hızlı başlamıştı. Zaten öyle bir an geliyor ki kontrol mekânizması diye bir şey kalmıyor insanda. Tedbirlerini teker teker yerle bir ediyor, en azılı kararlarından vazgeçiyorsun. 
Bazen düşünüyorum da çok çabuk kanıyorum sahte güzelliklere. Tabii şu anda bahsediyorum o sahtelikten. Yaşarken toz kondurmamamdan ileri geliyor. Oysa 'bal gibi' de biliyorum gelişen olayların nereye varacağını aslında varmayacağını. Olsun, ben yine de güvenmek isterim.

Sonra ne oldu? Tepetaklak bir düşün koynunda uyumaya çalıştığım fark ettirilip uyandım. Bütün uykular gibi bunun da son bulacağı aşikârken sürekli bir uyku haline tutunulamayacağının da farkına vardım. İlerleyen günlerde aynı durumlarla elbette yeniden karşılaşacaktım. İflah olmayan bir kanma benimkisi. Aranızda kandırmanın keyfini yaşamak, tadını çıkarmak isteyen varsa şayet buyursun gelsin. Ben de bu azim olduktan sonra daha çok...

Gel zaman git zaman bahar kendi müziğiyle gelip hayatıma aniden yerleşiverdi. Hepiniz uyurken ben uyanıktım. Hepiniz dediysem konuya dâhil olan birkaç kişiyi kastediyorum. O zamanlar birinin varlığından haberdar değildim zamanla -hatta birkaç hafta içerisinde- sosyal medyanın fotoğraflı baskısında onunla da karşılaştık. Ama ne karşılaşma! Durumun mahiyeti gereğince detaylardan uzak duruyorum. Fakat bu detaylar da kara tahtaya tebeşirle yazılan yazı kadar apaçık ortadaydı. Ama kahramanımız bilin bakalım ne yaptı? Evet, evet. Görmezlikten gelme tuşuna bastı. Akorlarını bozdu. Kulağa hiç hoş gelmeyen bir müziği dinlemeye başladı. Vardır dedik hayatın yine anlatmaya çalıştığı bir şeyler. Kırdık dizimizi oturduk. Şu oturma işi de tuhaf bir durum. İnsan alışınca bir bakıyorsun ki sürekli oturuyor. Gıkını çıkartmıyor. Elâlem dünyayı sömürüyor, sen öyle sakin, öyle bi başı mağrur olup bitenin içerisinde yerleşik duruveriyorsun. Muhakkak ki karşılığını ağır ödedim. Kendi bedelimin cezası yine benimle kesildi. 

Bu konuya nereden gelmiştik? Kasırga. İşte bu da kendi nev-i şahsına münhasır bir kasırgaydı. üstelik diğer kasırganın hemen yanıbaşında vuku buldu. Eh, biz ne dedik sonunda. Yine hayat!

Gelelim kitaplara... Bu sene eskiden okuduğum kitaplara ağırlık verdiğim bir yıl oldu. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Kürk Mantolu Madonna, Virginia Woof Mrs. Dalloway, Nabokov'dan birkaç kitap, Yusuf Atılgan, Sait Faik Abasıyanık'la dolu dolu vakitler geçirdim. Arada okumadığım başka kitapları okuma şansım da oldu elbette. Jonah lehrer - Proust Bir Sinirbilimciydi, Jean Rhys - Geniş, Geniş Bir Deniz, Pelin Buzluk - Deli Bal, Mahir Ünsal Eriş - Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, Georges Perec - W Ya da Bir Çocukluk Hatırası, Max Frisch - Günlükler, Barış Bıçakçı - Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, Sinek Isırıklarının Müellifi, Hakan Günday - Az, Hakan Bıçakçı - Karanlık Oda, Yekta Kopan - Kediler Güzel Uyanır, Chuck Palahniuk - Ölüm Pornosu, Mihail Bulgakov - Usta ile Margarita... Tabii bu kitaplar arasında olmazsa olmazım şiir kitapları da hep vardı. Cemal Süreya ve Turgut Uyar bu sene ağırlıklı okuduğum şairler oldu. Edip Cansever ve Nazım Hikmet de geçen zamana tanık olanlardandı. Ve aklıma gelmeyen diğerleri. Kitap listeleri beni hem heyecanlandırıyor hem de ne kadar kaldığını bilmediğim ömrümde, neyi hangi zamana yerleştireceğimi bilememek dolayısıyla da bir yandan ürkütüyor. 

Bütün senenin ayrıntılarına girmek elbette mümkün değil. Gözünüzü korkutmayacağımı söylemiştim. İnişleri ve çıkışları bol olan bir yıldı. Denge dedikleri her neyse onun bende olup olmadığını çoğu zaman kestiremediğim anlarım fazlaydı. Çok fazla sohbet ettim kendimle. Fazla fazla... Kimi zaman aklımı yitireceğimi bile düşünüp kendi kendime güldüm. Şu 'kendi kendime' meselesi de uzun bir konu olurdu ya, neyse...

2013'e günler kala koca bir yılın planlaması da kafamda yavaş yavaş netleşmeye başladı. Yapılacak listem şimdiden kabarmaya başladı bile. Daha bunun beklenmedik olaylarla karşılaşma ihtimalleri de var. Onları da düşünürsek bu senenin yine epey yoğun ve çalkantılı geçeceğini kestirmek güç değil. Fakat önemli bir şey var ki o da bu sene aksattığım blogun -bahar sonrası-  geçmiş yıllardaki gibi renklerine yeniden kavuşması birincil hedeflerim arasında. Zaten senaryo çalışmalarıma da yavaş yavaş başladım. Yeniden okullu olmanın o ilginç duygusunu her gece yaşıyorum son bir aydır. 
Hayaller var ve o hayallere ulaşmak için yol üzerinde geçilmesi, aşılması gereken engeller. Yine de başlamış olmak, üzerimdeki yükü hafifletti. Bakalım bir sene sonra neleri yaşamış, neleri bekletmiş, kimlerden uzak düşüp kimleri hayatıma eklemiş olacağım.

Şimdiden herkesin hayalleri gerçek olsun diyorum.  Malum yıl düştü 'şeyler' üşüdü. Aman diyeyim bu sene çok fazla soğuk kapmayın. Kendinizi koruyun. 

Metaforun dibine vurdum, hadi kalın sağlıcakla...







31 Ekim 2012 Çarşamba

Çile

Hızı hiç değişmeden devam eden bir ip çilesinin sonundan sesleniyorum. Buraya kadar daha ne kadar açılacağını, açılırken dolandığı yerlerde nelerle karşılaşacağını bilmiyorum. Bazen şu üçlü koltuğun tepesinden aşağıya kendisini salıveriyor. Bazen de sandalyenin arka tarafındaki ahşap deliklerin arasında dolaşmayı seviyor. Hangi zaman diliminde bu karışıklığa kendini bıraktı bilmemekle birlikte, nihayetinde duracağını hepimiz biliyoruz. Sıkılacak yahut bir sonu olsun isteyecek. İlgilenilmediğinde kendini oradan oraya savuracak. Türlü şaklabanlıklarla bir şeyler anlatmaya çalışacak ve er geç yorulacak. Oysa şöyle bir an dursa, dönüp baksa bunca şeyin olması için bir nedenin olmadığını anlayacak. Ama adı üstünde "yün çilesi". O da diğerleri gibi çilesini dolduracak. İnat etti mi inadından kurtulmak imkânsızdır. Ben de daha fazla onunla ilgilenmeyeceğim. Kararlıyım. Bu defa ne yapmak istiyorsa, nasıl davranmak zorunda hissediyorsa öyle olacak. Bakalım onun istediği yoldan gidince karşımıza neler çıkacak.

İkili koltuğu bu defa ben kaptım. Şimdi o muhtemelen bambaşka arayışlar içerisindedir. Aklının bir köşesinde bozuk plak gibi kurduğu düşünceleri hayata geçirmeye çalışmakla meşguldür. Buradan bakınca her şey öylesine komik ve anlamsız geliyor ki! Sakın yanlış anlamayın. Elbette komik olan anlamsız değil. En azından her zaman. Aman, benimki de laf işte. İçimde bir yerlerde ona ulaşamamış olmanın verdiği sıkıntı, olmadık şeyleri peyda ediyor. Kafamın uykudan bağımsız olduğu anlarda onun yine neler karıştırdığını düşünmeden edemiyorum. Hastalık sahibi oldum. Saçmasapan bir öngörü sayesinde ilerliyorum. Öngörüymüş! Güvendiğim her şey gibi onun da hiç bir karşılığı yok. Olsun. Yine de bozuk bir para gibi yuvarlanıp duruyorum olur da yakamı ele veririm diye. Ya yazıyım ya da tura. Dikine gelecek şans nerede bende? 

Sandalyenin arkasında güya çaktırmadan yavaş yavaş süzülmeye başladı bile. Gözüm üzerinde. Yaptığı her hareketi tam olarak göremesem de genel olarak farkındayım. Ara sıra yalan söylüyor. Uzun uzun anlatmayı sevmese de kestirmeden gittiği yollarda beni de kıstırdığını sanıyor. Ne yapalım, bir defa verdim eline bütün kozları. Torlayıp toplasam kime ne fayda. Çünkü ben de her insan gibi bu çilenin sonunu merak ediyorum. Bittiğinde kim bilir ortaya nasıl bir örgü çıkacak. Bir düz bir ters, iki düz bir ters... Hiçbirinden anlamam ki! Fakat bitmiş bir şeyi iyi anlarım!

Bu defa epey bir açılıp saçıldı. Diğer günler ağır aksak geçti. Hatta o zamanlar bir ara bu çilenin sonsuz olabileceğinden şüphe etmeye bile başlamıştım. Sahneler tekrarlanıyor, uzun yolları arkasında bırakıyor, arada bir, özellikle üçlü koltuğun tepesinden inerken, kendinden beklenmeyecek ölçüde büyük sesler çıkarıyordu. Tam da bu sırada bitecek diye sonunu dört gözle beklerken bir de baktım ki bizimki hiçbir şey yokmuş gibi geri dönmüş. Ardında da çilesinin geri kalanı mırıl mırıl geliyor. Onca yol, onca hareket meğerse ondan neredeyse hiçbir şey eksiltmemiş. Bu işin bir sırrı varsa onu bulmuş olmalı. Başka nasıl olacak? Altı üstü bir yün çilesi, her çile gibi onun da azalarak bitmesi lâzım değil mi?

Gece devriliyor. İkili koltukta sabitlemeye çalıştığım başım artık kendisinden beklendiği üzere yıkılmak üzere. Şuracıkta uyuyup kalacağım. Uyumamam, çileyi takip etmem ve onca ısrar ve inattan sonra neyle karşılaşacağımı görmeliyim. Of, dayanmak ne zormuş. Beklemek. Beklerken başına gelebileceklerden yarı haberli yarı habersiz devam etmeye çalışmak... Bir gönüllü çıksa da benim yerime izlese. Neler diyorum. İnsan kendi hayatının bir ucunu neden başkasına versin ki? Bu devirde elini veren kolunu kaptırmıyor muydu? Benimki de laf işte ama bazen pes etmeyi ne çok istediğimi bilemezsiniz.

Durdu. Hiç ses yok. Az önceki hareketinden eser kalmadı. Seyircisini hiç düşünmüyor. Çilemiz oyuncu. Dekorlar arasında kendi oyun aralarını veriyor. Ne de olsa onun benim gibi zamanla bir işi yok. Yani en azından bu çileyi bitireceği zamanla bir işi yok. Kafasında kurduğu her neyse bir tek kendi biliyor. İsterse hiç bitirmeyebilirmiş. Hatırlıyorum, orada uzanmış yatıyorken ben, dikine dikine bakıp bana böyle demişti. Bir yün çilesinin konuşmayacağını en az sizin kadar ben de biliyorum. Aylardır yüz yüze bakıyoruz, bırakın da anlayayım biraz olsun. Belki de ben haksızım. Arada sırada dinlenmemi istiyor olamaz mı? Uykum geldikçe yine kendi yazdıklarımı oynuyorum. Boş verin siz beni.

Siz de benim gördüğümü gördünüz mü? Sayın çilemiz bu defa kendisini sarkıtacak bambaşka bir yer bulmuş. Koridora doğru uzanmış, ilerliyor. Yoo, bu kadar da olmaz. Peşinden sürüklenmeye hiç niyetim yok. Nereye gidecekse gitsin. Hatta hiç gelmese de olur. Nasıl olsa kendi başına hareket etmekten zevk alıyor. Üstelik alıngan da. 
Birgün, hiç unutmuyorum, onunla böyle sizinle konuştuğum gibi konuşurken birdenbire onu hayatımda daha fazla tutmak istemediğimi anladım ve sustum. Önce ağzıma ne geliyorsa söyledim. Sonra da bana sinirlenip yuvarlanışı izledim. O an içim söküldü. Sanki o yün çilesi bendim ve biri beni eline almış patır patır açıyordu. Her şeyim bir tarafa dağılıyor, dağılanları toparlayacak gücü bulamıyordum. Meğer ne çok alışmışım dedim içimden. İnsan çilesine bile alışıyormuş. Oysa onu ilk gördüğüm anda vazgeçebilseydim, şimdi bütün bunlarla cebelleşmek zorunda kalmayacaktım. Çilemle aramda oluşan bağ hepinize saçma gelebilir. Bir çileye bağlılık tuhaf bir şey, kabul ediyorum. 

Hâlâ koridorda bir yerde olmalı. Bense ikili koltuktaki yerimi bozmadım. Bu defa korkarım onu yalnız bırakacağım. Dönüp gelecek, her defasında böyle olmadı mı? Onu izlemeye çalışmak boşuna! Kimi zaman tatlı bir yorgunlukla ve büyük bir zevkle bunu yapmış olsam da başına buyrukluğu beni yoruyor. Ben izledikçe o çile tükenmek bilmiyor.

Bu koltuktaki köşeleri tıpkı bir canlının ölümünün yasını tutar gibi tutuyorum. Bağlıyım. Ve bağlarım öylesine derinden geliyor ki koparmak istesem bile yeterince gücümü kullanamıyorum. Sonraya kalan bir şeyler muhakkak oluyor. Zincirin halkalarında yer değiştirmesi gereken öyle çok şey var ki. Birinden tutsam diğeri elimde kalıyor. Her şey o yün çilesi gibi iç içe geçiyor. Onun bir sonu var. Bu çilenin sonunda mutlaka bir şeyler var. Ama sabrım da giderek tükeniyor. Heyecanla izlediğim yol, onun yolu, onda yavaş yavaş çözülmelere yol açarken ben, giderek düğümleniyorum.

Şimdiye kadar kendini belli etmeliydi. Ses yok. Gidip baksam mı arkasından? Hayır! Buradan kalkmamalıyım. Ama ya başka birine takılırsa? Benim yerime onu başka biri izlerse, o zaman ne yapacağım? O seslenmeden önce onu unutmadığımı fark ettirmeliyim. Bir söz vermemiş miydim kendime? 

Hızı hiç değişmeden devam eden bir ip çilesinin sonundan sesleniyorum. Aranızda beni duyan var mı? Çok uykum var. 
İkili koltuktan kıpırdayamıyorum. Oralarda bir yerde. 


22 Ekim 2012 Pazartesi

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -44-

Geç olmadan yola koyulmalı. Hazır gürül gürül gökgürültüsü mevsimi de gelmişken, bir anlığına çıkıp kendi dünyanızın merkezinden kayıplara karışmalı.

Her yeni günde eklenen yepyeni toz bulutları sayesinde, birikmiş ne var ne yoksa üzeri bir tabaka daha kalınlaşıyor. Bir zaman sonra arı bir düşüncemiz de kalmayacak olup bitenlere karşı. Yaşam, bir yandan kendini bizde var edebilmek uğruna türlü zorluklarla peşimizde dolaşırken ve biz de onunla hatırı sayılır bir bağ kurmaya çalışırken, arada aldığımız darbelerle nerede olduğu kestirilemeyen mutluluk kapısını arıyoruz. Anlık sevinçlerimiz daha bir önemli oldu. Her şey bir an kisvesi altında sunulurken bazı önemli mottolar da daha fazla kullanılmaya başlandı. An ile bir sorunum yok. Ama bu kıstırılmışlığa karşı feverana kapılmamak da pek mümkün gibi gözükmüyor. Neden bütün bir gün güzel geçmesin ki? Kötülük habercileri her yerde, en önemlisi de içimizde. Hepimiz zamanla birer canlı bomba haline geldik. Sabırlar tükendi. Tevazu neredeyse 'çok eskidendi' diyeceğimiz bir davranışa döndü. Zihnimiz öylesine yorgun, gel git yaşantılardan öylesine muzdarip ki "iki lafın belini kırmak" bir yana dursun, yarım lafla konuşmamız isteniyor. Tahammül eşiği giderek düştü. Hâl böyle olunca insanca yaşamak belki de bir lükse dönüştü.

O yüzden beklenmedik zamanlarda zincirlerinden kurtulabilmeli. Dağ, tepe, köy, bayır, deniz; neresi varsa kendini koy verebileceği, oraya doğru ufak bir valiz hazırlayıp yollara düşebilmeli. Başka türlü olmayacak. Döngüyü değiştirebilecek bir şeyler mutlaka olmalı. Sürekli bir diş, gönüldeyse açık kalmış yara izleriyle birbirimizden medet ummaya devam etmenin faydası yok. Bu keşmekeş sevgiyi büyütmüyor. Aksine içine doğru çekiyor. Her şey giderek küçülüyor.

Yazmaya başladım başlayalı ulaşmaya çalıştığım bir şeyler var kendi içimde. İnsanın kendisiyle olan kavgası son bulmuyor nedense. Eksik kalan yanları, aşkta arayışları, iş hayatındaki dalgalanmaları, kısaca varlığını öne sürdüğü her alandaki iniş ve çıkışlarıyla olan mücadelesi bitmiyor. Hele bir de hep ileriye yönelik, gelişim için çabalayan ve en kötü denebilecek zamanlarda bile bir şekilde kurtulma arzusu içinde olanların kavgası daha da  görkemli oluyor. Öyle anlar geliyor ki "bilgi" her türlü aydınlanmanın başat karakteriyken birdenbire kişinin kendi dehlizlerinde boğulmasına ön ayak oluyor. Kötü idareler, karakteristik sapmalar, nihayetinde duygulara yenilmiş olmanın verdiği güçsüzlükle yanlış şekilde yorumlanışı sayesinde başımıza olmadık işler açıyoruz. Bu tuhaf döngüde kendimi günübirlik tüketilen yiyecekler gibi görüyor olmam da çok normal değil mi? 

Yine de onca olumsuzluğa rağmen her an Ege'nin herhangi bir beldesinde kendimi görmekten alıkoyamıyorum. Zihinsel yolculuklar yeterince uzun değil. Öyle saatlerce orada asılı kalmanın yollarını henüz bilmiyorum. Ama ben ne zaman yola koyulmak istesem mutlaka terk edebilmenin de ne büyük bir meziyet olduğunu az çok öğrendim.
Alışkanlıklardan sıyrılmanın kolay olmadığını hepimiz biliyoruz ama bir alışkanlıktan kurtulabilineceğini de biliyoruz. Hep derim aslolan seçimdir. Seçim için verilen karardır. O kararın sonucunu üzerine alabilecek kıvamdaysan hiç düşünme devam et! Değişim elbette zaman alır. O ister, sen verirsin. Bu böyledir.Tabiat bütün görkemiyle önünde sonunda seni karşılayacaktır.

Aklımda deli rüzgârlar esiyor. Peşinden gidiyorum. Rüyaların dilini anlamaya, hikâyelerini yazmaya çalışıyorum. En çok zamansız ve mekânsız olmalarını seviyorum. Dilediklerince hatırda kalıp istemediklerindeyse uçup gidebilmelerine hayranım. (Eh haliyle bu yazgıyla bazen ben de baş edemiyorum.)

Küçük küçük kelimelerim var benim. Sakladım. Bir iştihla elimden kaçıp gidecek ve beyaz sayfalara konacak diye ödüm kopuyor. Zamanı gelince söylenmeyi bekleyenler... Belki de hiçbir zaman yerini bulamayacak, benimle beraber yok olacaklar. Şimdilik varlar. Heyecanlılar. Bu yeter.

O kadar kalabalıktan sonra sıra geldi düşünmeye. Nereye doğru yola koyulmalı?

Benim aklımdaki yer belli, kalbimdeki de... Hem daha umutluyum. Ne diyordu şarkıda: "Güzel günler bizi bekler, eyvallah dersin geçer gider."









15 Ekim 2012 Pazartesi

Köprü

Rüyalardan geçiyorum. Yine nerede başladığını bilmediğim sokakların herhangi bir yerinde uyanıp büyük şaşkınlıklar yaşıyorum. Kaldırım taşlarındaki telaşı izliyor, köşeyi hemen dönünce karşılaşılmış bir yakınlaşmanın izini sürüyor ve olabildiğince hızlı hepsinden kaçmaya çalışıyorum. Sanki varlığımla bir çokluğu oluşturuyorum. Oysa her yerim eksildi. Daha önce de buraya gelmiştim. Belki de çok benziyordu. Ama hissettiğim şeyler, seçilmiş kelimeler aynılığı çağrıştırıyor. Sıkılıyorum çoğu zaman ve bunu söylemeye korkuyorum. Çünkü içimdeki mazgallardan geçmek artık eskisi kadar heyecanlı değil. Meraklarımı yitiriyorum. Eylül ortasında başlayan sessizliğin içinde bir çığ gibi büyüyorum.

Oturduğum yerden çok uzakta Mozart kulağıma bir şeyler fısıldıyor. Flütün deliklerinde dolaşıyor ve her nefes alıp verişimde başımı olmadık bir sesten çıkarırken buluyorum. Olmamam gereken yerlerin sancısında,  süregiden telaşların gölgesinde, hiç bitmeyecekmiş gibi yüzüme bakan gözlerin ikircikli anlamlarında ayları devirirken bir tek rüyalarda sığınabilecek yerler seçiyorum. Oysa çoğundan hiçbir anlam çıkaramıyorum. Üstelik ürküyorum. Yine de insanın en korunaklı yeri belki de kendi düşüncelerinin içi. Çıkmazlarıyla baş başa olsa da orası çıplaklığın özgürce kendini gösterebildiği büyük yalnızlığı... Herkes kendi sözcükleriyle ifade edebildiği kadar yalnız ve kendi hayatının geride kalan zamanı kadar deneyimli ama yetmiyor. Bir adımda her şey bambaşka bir şeye dönüşüyor. Hayatın ilerisi de gerisi de var olan zamandan farklı işliyor. Akıp gidense zaman kisvesine büründürülmüş yalnızlığımız oluyor.

Tek kanatlı bir göz beni uzaklardan izliyor. Gözün içinde neyin saklı olduğunu çözebilmek uğruna peşinden gidiyorum. Artık sonunda beni neyin beklediği umurumda değil. Ben o sonları düşüne düşüne başlangıçları kaçırdım. Gözlerin kendi sıcaklıklarında neleri saklayabileceklerini unuttum. Kendim seçtim. Bile bile bir çift göz yerine tek gözle yetinmenin yollarını aradım. Şimdi kalan o tek gözle ne yapabileceğimi, ondan ne beklediğimi, bana kazanabileceğimiz herhangi bir duygu verip veremeyeceğini görebilmek için gidiyorum. Bu bir rüyanın içinde saklıysa rüya rüya geziyorum. Karanlık ormanların, gürültülü nehirlerin, apartmanlar arası geçişlerin, bir sokaktan diğerine çıkan sokakların, yapılan yolculukların, dalgaların öfkesinin, kayalıkların en uç köşesindeki uçurumların  içinden geçiyorum. Her rüya sonrasında açılacak kapıların ardında gizleniyorum. Çünkü bir bilinmezin insanın canını, yüreğini nasıl yaktığını çok iyi biliyorum. İşte bu nedenle korka korka da olsa rüya dehlizlerinde kendimce kahramanlık öyküleri yazıyorum. Aydınlıklar ve karanlıklarla iç içe yaşıyorum. Bir çoğunuzun inkâr ettiği kimlikleri ben teker teker ruhuma asıyorum. Hepsi benim, hepsinde bir parçam var. Kimilerini sizden kimileriniyse kendimden aldım. Ödünç verilenleri iade ettim.Farkına varmadınız bile oysa biliyorum siz onların bende uzun zamanlar kalacağını düşünmüştünüz. Özür dilerim. İhtiyacınız olmadığını bilsem de yine de her şey için bir teşekkürü borç bilirim. Ama önce geri verdiklerimin farkına varmalısınız. Bana ait bir parçaymış gibi bakışlarınızın bir kenarında asılı duran imalardan kurtulmalısınız. Çünkü size baktığımda her şey aydınlanıyor. Neden mola verdiğimi ya da neden türlü yolculuklara çıktığımı o teslimiyetten sıyrılınca anlıyorum. İnsan bazen nasıl da kendinden uzaklaşıyor sayenizde bunu da görüyorum.

Mozart hâlâ rengârenk... İsyanına kulak veriyorum. Çünkü ben de isyan ediyorum. Belki de o flütün deliklerinde ufak da olsa bir yer edinip sadece bana ait bir sesim olsun istiyorum. Böylesine uzak şehirler kurmaktan, bilinmez bir derinliğe doğru bakmaktan, aslında ne anlatmak istediğimi anlamamakta direnen insan ordusundan yoruldum. Yorgunluksa, bir tek kelimelerin arkasından gittiğimde kendisini var ediyor. 

Uzun ayrılıklardan sonra geldim. İçimde büyük bir sarmaşık ordusunun hükümdarlık sürmesine izin verdim. Onca yol, onca anıdan sonra birikmiş ve asla telaffuz edilmemiş cümlelerin, hüzünden sıyrılıp kendisini yepyeni anlamlara bezediği bir rüya geçişinde, herhangi bir sokak köşesinde oturmuş bana ayrılanları izliyorum. Buradan hepiniz çok daha güzelsiniz. Sizinle yaşamak ne kadar da zor. Fakat şimdi olduğum yerde bunları düşünürken her şey karmakarışık bir sıralama içerisinde de olsa yine içinizde kalacağım. Ben dışarıyı hiç öğrenemedim. Denedim. Orada yapamadım. Ben içinizde kalmalıyım. Oradan bakmalıyım dünyaya. Hepiniz farklıydınız. Hiçbirinizin gözlerinde aynı ifade yoktu ama sözleriniz hep daha fazla tanıdık oldu. Aynıydı. Değişmiyordu. Yıkımlarım işte bu yüzden hep daha büyük oldu.

Her yerim eksildi. Olsun. Bugüne kadar hissetmediklerimi böyle böyle öğrendim. İnsan, en çok içten içe hissettirilenlerle kendisini ateşe veriyormuş, yanınca anladım.

Şimdilik buradayım. Rüyalar ve sözler arasındaki köprünün üzerinde hepinizi bekliyorum. Kimin hangi taraftan yanıma geleceği hakkında hiçbir fikrim yok. Önemli de değil. Hiçbir şey için söz vermiyorum. Sözlerin bir harekete dönüşmediğinde nasıl havada bir yerde asılı kaldıklarınıysa... 

Söylememe gerek yok. Siz bunu gayet iyi biliyorsunuz.







24 Eylül 2012 Pazartesi

Dilimi Birtek Deniz Çözer

Her şey yerli yerinde. Alıp başını gidecek gibi duran ruhum, bir yanı hep denize doğru bakan aklım ve kalbim... Bu böyle devam edecek. Ne zaman girip çıktığım onca yolun arasında kendime bir yer bulamazsam çığlıklarımdan medet umacağım. İçime işlesin, henüz ben bile onu tanımamışsam, farkına varana kadar baştan aşağıya kendini var etsin diye bekleyeceğim. Bir eski zamana yaraşır şekilde belki de çocukluğumun kendi istediğini yaptırmaya alışkın günlerine ufacık bir özlemle o çığlığı yaşatacağım. Meğer insan büyüdükçe geride bıraktığı günlerin sessizliklerini ne çok duyar oluyormuş. Tatil yerlerinde, uzun gösterişli bir ağacın kuytu gölgesinde ya da çakıl taşlarının soğuk sular içinde sergilediği bir dere yatağının hemen kıyısında bıraktığı o ufak duygusal izleri yaşına yaş katarken daha da çok anımsıyormuş. Bakıp da kime ne anlatmışızdır kim bilir. Doğa, en şartsız ve kayıtsız dinleyici değil midir ne de olsa? Dışa vurulmayan iç ses oralarda, o muazzam çarkın içinde bir yerlerde dönüp durur. Elbet gelip size çarpacağı, konuşmadığı anlardaki durgunluğunu anlamanızı sağlayacağı bir göstergesi mutlaka olur. Gök gürler, şimşek çakar, bir sonbahar akşamı yürürken ansızın ayaklarınızın ucuna bir yaprak düşer veya bir yaz günü sıcak, nemli havada içinizden kimseye görünmeden aşağıya doğru süzülen ter damlacıklarının boğuculuğunda dile gelir. Konuşmasını beklediğinizin nice insanın yerine kendini koyar. İzlersiniz. Düşünce silsilesinin içinde en fazla yer verdiğiniz şeyler sizi ele geçirir. O sonsuz duvarlar çatlamaya, yavaş yavaş dökülmeye ve kalpte başlayan bir çarpıntıyla doğa, bütün sessizlikleri kendi lisanıyla gürültülü bir şekilde anlatıverir.

Kimileri yorgundur. Ama ben de hatırlar mıyım meselâ bir ilkbahar heyecanının kaldırımlarda bıraktığı telaşlı adımları? Yetişme sancısıyla kalbime bir rüzgâr gibi saplanan zamanın oklarını usul usul sözleriyle devralan bir adamın sözlerini. Bitse artık dediğimiz gürültülerin günün birinde ne kadar da billur bir su gibi durgun olduğunu, kalıntılarıyla yaşamak zorunda olduğum yorgunluklarımla yeniden hatırlayabilir miyim? Yaşam ne de olsa biraz ıslaktır. Bazen kuru ve pürüzsüz şeylerin tene değdiğinde canımızın yanmayacağı yanılgısına düşeriz. Oysa beklenmedik sızıların tam karşı yerinde kıpırtısızca bekler onlar. İzlemekle yetinmek de bir seçimdir elbette ama o kutlu oyun başladı mı bir defa, kurcalamanın zevkiyle yanılgılar gerçeğe dönüşür. Kütüphanenin herhangi bir yerine sıkışmış bir kâğıt parçası ansızın parmağınızı kesebilir ya da kalemlikten çekip çıkardığınız kalemin sivri ucu canınızı yakabilir ya da üç basamakta ineceğiniz merdivenlerden tepetaklak yere yuvarlanabilirsiniz. Parmağınızda yahut dizinizde başkalaşan kan, hayatın sıvısı kendisini hatırlatır. Kurumaya yüz tutan her şey birgün, bir şekilde mutlaka sıvılaşır. Ölüleri düşünürüm böyle zamanlarda. Yağmur yağdığında nereye kaçabilir ki onlar? Şair ne güzel der: " Gel, eski günlerin içinden, rüzgârlarla,/Gel,/Kurumuş kirpiklerime bir yağmur gibi dökül..."

Hazır olmalıyım. Vakti geldiğinde oturduğum yerden kalkıp yeni yerler keşfedebilmeliyim. Zaten hep böyle olmadı mı? Hayal ederek başlamadın mı dünyaya geldiğinde? Onca anlamsız görünen şeyi bakışlarının arkasına alıp cümle alem "Acaba ne düşünüyor?" diye sorgularken sen daha ağzında dişlerin yokken onlara gülümsemedin mi? İşte tam orada başladın sen hayal kurmaya. Bu renksiz dünyanın içinde kendi rengini aramaya. İlk o yalnızlıkta karar verdin çerçevenin içine neleri koyup neleri koyamayacağına. Küçük bir kuşun cıvıldayışında şaşkın şaşkın etrafa baktın. Çaydanlığın sıcak gövdesine dokunup kaçtığında korku ve tedirginlikle tanıştın. Sana gülenler oldu. Sen onlara canının yandığını anlatmaya başladın. Çığlığınla irkildin. Kendi sesinden korkup ağladın. Ama sonra öğrendin ki bütün gözyaşların senin en samimi anlatışındı. Kelimeler geldi, cümleler geçti. Kimisinde uzun uzun yaşamı hırpaladın. Bazen de kısacık bir kelimeyle varlığını hissettirdin. Vardın. Bu hayatın bir sokağında, bir sabah vakti, var olmanın tadını kirpiklerinin arasında sakladığın ıslak bir bakışla anlattın. Annene, babana ve tüm dünyaya.

Bugün benim doğum günüm. Ve ben ne zaman bu cümleyi kursam içimde bir sağanak başlar durduramam. Oysa yorgunum geceden. Yine de benim gözüm hâlâ o büyük sularda. İçini hiç bilmediğim o ahşap zeminli evin koridorlarında yalın ayağım. Bedenimde tülden bir rüzgâr hafifçe salınıyor. Kahve kokusu, aromalı tatlar ve dingin müziğin kollarında kahkahalarını da sessizliklerini de sohbetlerini de paylaşan bir aşkın hemen yamacında. Ne ayıp ne de uygunsuz... 

Yine derin bir nefes molası. 

Ben gidince bir şey değişmedi biliyorum. Güzeldir benim çılgınlığım. Mevsim sonbahardır ve o büyük sular, hayallerimin bir yerinde hikâyeyi çoktan yazmaya başlamıştır. İşte bu yüzden ben hep denize gitmek isterim. Çünkü bilirim ki benim sustuğum yerde o konuşmaya başlar. Dilimi birtek deniz çözer. Eskitmeden, sarsmadan, kırmadan...

Bir şey kaybedilir. Sonra yeniden bulunur. 







23 Ağustos 2012 Perşembe

Kadran

Süresiz bir baş dönmesi bu. Nerede başladığını tam olarak hatırlıyorsam da belleğimden silmeyi istediğim anlardan birine denk geliyor olması nedeniyle umursamaz davranmayı seçiyorum. Yine de yeterli olmuyor. Orada, içimde bir yerlerde kök saldığını hissediyorum. Bağlar zaman ilerledikçe daha da kuvvetleniyor. Tanıdık tanımadık bir sürü düğümün arasında dolaşıyorum. Elime alıyorum. Belki bir yerden çözmeye başlarsam devamı gelir ve ben yeniden o güne, her şeyin başladığı geceye, dönebilirim diye düşünüyorum. Aldanıyorum. Düğümler her defasında yeni bir düğüm oluşturuyor. Parmaklarım neredeyse görünmez haldeler. Bir makas olsa ya da keskin bir bıçak diyorum. Şöyle derinden kesip atabileceğim bir şeyler. Yalnızca düşüncelerimde planlar kuruyorum. Gerçeklikten payını alamayacak mizansenler... Birileri benim için düzeni değiştiriyor. Hiç beklemediğim bir günde bunu da öğreniyorum. 

Etrafa bakıyorum çevremde kocaman kocaman ağaçlar yükseliyor. Birden arnavut kaldırımlı bir yola düşüyorum. Tahta masalarda oturduğumuz nisan öğleden sonrasına uzaktan bakıyorum. Gülüyorum. Ellerim bacaklarımın üzerinde kenetlenmiş sessizce duruyor. Sen sırtını yaslamışsın sandalyeye aralıksız konuşuyorsun. Araya girmek istediğimi fark ediyorum. Sonra nedense yeniden seni dinlemenin huzurunu yaşamak istercesine vazgeçiyorum. Yeşil çayından aldığın uzun soluklu yudumların gölgesinde kalıyorum. Kendimi uzaktan izlerken birazdan aşık olacağımı anlıyorum.

Burada durup bizi izlerken arabalar gelip geçiyor üzerimden, içimden, hayallerimden. Kiminin hızı kimininse yavaşlığı beni öldürüyor ama hep ölüyorum. Her defasında yok olup giden, kendi sessiz yine de duyulmayı bekleyen çığlıklarında dirilen ben oluyorum. Ölüp ölüp diriliyorum. Hiçbir şeyin farkında değilsin. Henüz.

Anlatmaya devam ediyor bir yandan da elindeki telefonun ekranına tedirgin bakışlar atıyorsun. Biliyorum, birazdan çalacak ve sen yerinden kalkıp yürümeye başlayacak ve uzun bir süre gelmeyeceksin. Döndüğünde yeterli bir kelime kullanacak, "Afedersin" diyecek ve ben de "Rahat ol, önemli değil." deyip önümdeki şarap kadehinden bir yudum alacağım. Tam olarak böyle olmuştu öyle değil mi? Şimdi sen bunu hatırlayamayacak kadar uzaksın bana. 

Birkaç saat geçecek ne sen ne de ben sığacağız o caddenin gürültülü sesleri arasına. Kalkacağız. Sanki adımlarımız birbirine aşık, birbirine sevecen... Bir süre gidecek yön bulamayacağız. Büyük evlere, eski yapılara bakıyorsun. Anlatıcı hâlâ sensin. Dinliyorum. Tedirgin ve mutluyum. Bu iki farklı duygunun yan yana neden gelebildiğini anlayamıyorum. Zaten sen de fark etmiyorsun. Henüz.

Ne biçim bir beklemektir bu, günlerin sıcak ayazında? Bütün duygular yerle yeksan, içimizdeki her şey karman çorman. Her geçen güne yeni yeni sessizlikler doğuruyoruz. Sen uzakta, ben aklımın zorunda. Şehir hafiflemiyor, İstanbul'un yükü ağır. Bildiğim ne varsa söyledim. Bir o kadar da sustum. Kaynayan bir kazandır ruhum, ateşi hiç sönmeyen. Oysa o yolu geçerken tuttuğun zamanki gibi tutmalıydın elimi. Mahçup ve sıkı. Kaldırıma bakıyorum o dahi çoktan unutmuş. Ne bir iz ne de neşe. Bir yabancı gibi gülümsüyorum oradan geçip giderken. Bir yabancının nasıl gülümsediğini zamanla anlıyorum.

Saat şimdi on altıyı otuz dokuz geçiyor. On altı defa aklımdan geç. Uzun uzun... İşleye işleye. Bana kendini hatırlat. Unutturma. Otuz dokuz nasılsa çabuk geçip gider. Senin bakışlarını bana düşüren benimkisini senden kaçıran. 

Böyle böyle saatime bakıyorum aralıksız. Akreple yelkovan kâh bir çocuk oyunlar oynayan kâh ölüm evi, acısı bir türlü dinmeyen. Kim bilir ne şekilde geçeceksin bu kadranın kalbinden...










4 Temmuz 2012 Çarşamba

Uykusu Gelince

Kıvrıla kıvrıla yatağın içinden taşarak büyük, karşı koymakta zorlandığımı sandığım ama sadece sandığım bir girdabın içinde aşağıya doğru çekiliyorum. Yumuşak yatağın nevresimlerinden sıyrılırken tanıdık bir sertliğin kucağına düşüyorum. Aynı yerdeyim. Aynı oda, karanlık ve kalabalık... Yabancı gelen hiçbir şey yok. Duvardaki renkli balonların daha ilk günden söndüğünü hatırlayıp türlü anlamlar içerisinden belirsizliğe bir son yazmaya çalışıyorum. Vakit henüz dolmadı. Dolacak mı? Başlangıçtan mı yoksa sondan mı bir tali yol ayırımına geldiğimi bilmiyorum. O nedenle her şey mümkün. Vazgeçiyorum. Bütün olumsuzlardan sıyrılıp sığınıyorum. Kime? Bir rüzgârın baş döndüren işvesine, yaz gecelerinin miskinliğine, kayıp parçanın hoş görüsüne, süslü cümlelerin gümbürtüsüne ve elbette rüyalara... Miskinim. Ruhum, bütün cümlelerden aşina olduğu bir geçmişi acımasızca ince ince günlerimden çekiyor. Günler çalınıyor. Kendi hayatımın çalıntı zamanlarında, tek sesim. Duyacak mı?

Aşağıdayım. Yeraltında. Kilometrelerce yukarıda olduğunu sanmak büyük yanılgı. İnsanın hüznü nereye oturmuşsa yeryüzü de orasıdır. Aşina olduğu duygulara her gün saatlerce yüz süren bir kalpten başka ne beklenir ki? Korkmayın. Ben korkmuyorum. Ağzımda büyüyen bir çocukluk hatırasının kanaviçe işlemelerinde şarkılar söylüyorum. Geceyi avuçluyorum. Parmaklarımın arasını boş bırakıyorum. Işığa ihtiyacım var, bunu hep söylüyorum. Kendime. En çok sağır olduğum kişiye. Birgün, kendi hayatımın en güzel masalını ondan dinleyeceğim. Evvel zaman içinde diye başlamayacak bir cümlenin düşüyle yeryüzünün en kuytu derinliklerinden bana seslenen o soğuk, keskin ve her defasında "Kalk yatağına yat." diyen sese kulak vermeyi unutmuyorum.

Kendimi tekrar ettiğim zamanlardayım. Hızla koşmalıyım. Uyanmak kimi zaman telaşlı... Olsun. Ne tuhaf! İnsan istemeye istemeye düştüğü bir yerden an geliyor kalkmak istemiyor. Oysa düşmek ne de sancılı. Her defasında karşı koyamamak ne büyük bir cesaret! Hepsi yaşamak için biliyorsun. 

Merak ediyorum. Onun da kalbi baş ucunda mıdır acaba? Üzerinden soyup çıkardığı aklın kalbiyle benim gibi ürkek sözlerle mi konuşuyordur? Yolculuk zamanı geldi çattı. Şimdi gökyüzünün en taze bulutları arasındadır. Kim bilir belki uyuyacak ya da en unutkan sohbetlerinin arasında birkaç saniye de olsa durup düşünecek.
Giderken "Kal." demişti.
Hiçbir şeyi değiştirmedim. Kalan duygularımın çetelesini tutmadım. O zamandan bu zamana bekliyorum.

Biraz sonra geceden kalma sessizliğini bozmak için gelir. Harflerin uzun hikâyelerinde bir yokluğu anlatır. Sonra yine gider. "Gitmedim ki!"der ama gider. Bilirim. Çünkü konuşmam. Hiç ses etmem. Üstelemem. Zorlamam. Sabah olunca her şey normala döner.

Bir tek o bilmez ama ben bilirim. Uykusu gelince dönmeyecek.




17 Haziran 2012 Pazar

Parmak Uçlarında Bir Rüya


Yolculuk biraz da yanılsamalarla dolu bir sürgün rüyasında, hangi sahnenin oyununa dâhil olduğunu bilememekti.

Uzaklardayım. Tenimin bir kapı imgesinden, tanıdık bir şehirden kendini zorla sıyırıp attığı bir otel odasında,  boylu boyunca uzattığım düşüncelerimin seyrini izliyorum. Kalem darbeleri yaşanmadan hemen önce, aklım sanki karmaşık mekân ve zamanlardan görüntüler seçip cümle resmi geçidinde beni uykumdan uzaklaştırıyor. Yörünge hep aynı, değişen yalnızca olayların hızı. Belki de bunca sessizliğin ve bunca gürültünün bir arada olmasının tek sebebi budur.

Tavandan aşağıya doğru sarkan spiral ışık huzmeleri, duvarda asılı tablonun içinde yüzünü göremediğim krem rengi sırtı açık bir elbise giymiş kadının çekiciliği aklıma, geçmiş zaman hikâyelerini düşürüyor. Caddeden gecenin geç saatinde durmaksızın geçen tramvayın rahatsız eden sesi, patavatsızca bir şeyler söylüyor.


Seni bütün nesnelere, bütün seslere, görüntülere anlattırıyorum. Zamanla katlanılmaz hale gelen ve geride bırakmak zorunda kaldığım gürültülerde senden bir iz bulmayı deniyorum. Elimden gelen bundan fazlası değil. O izi istiyorum! Sadece onu. İnsanın her istediğini aynı zamanda da neden bilmesi gerektiğini anlayamıyorum. Küçük, anlamlı bir istek yeterli olmaz mıydı?

Dışarıdan garip sesler geliyor. Apartman boşluğundan zihnimin içine kadar dolan ve dilini hiç bilmediğim bir ülkenin kelimelerinden dökülen bu yalnızlığa bir ad vermek zor. Sesler uzamaya, yayılmaya başlıyor. Sert sessizlerin kavgasına şahit oluyorum. Duygular kırılıyor. Belki de gülüyorlardır ama yüzlerini göremiyorum. Her köşede, şekillerinin hangi harfe denk geldiğini anlayamadığım alfabenin gizli gizli fısıldaşmalarını duyuyorum. Yabancıyım. Bu hissi hep taşıdım. Fakat şimdi, bütün yaşama cesaretimi aldığım bu esriklikten farklı bir şeyler var. Yalnız kalmayı yeğliyorum.

Dışarıya çıktığımda, hiç tanımadığım sokak adlarının nereye varacağını bilemesem de uzun uzun yürüyüşler yapmalıyım. Hiçbir yalnızlık beni burada, şu otel odasındaki gibi yabancı hissettirmedi. Sevdiğim adamların bir misafir gibi hayatıma girip çıkmaları bile. Çünkü her şey olup bittikten sonra açıklanması güç bir direnme gücü tam da düşmüşken, orada bir yere yerleşiveriyor. Durdurulamaz bir şekilde önüme gelenleri biçimlendirmek, yepyeni ve açılmamış parantezleri tanıyıp dokunmak istiyorum. Yabancı olmayı seviyorum.

Yataktan kalkıyorum. Pencerenin kenarındaki boşluğa sokuluyorum. Perdeler soğuk ve is kokuyor. İğrenmiyorum. Çıplak bacaklarımı iyice sarıyorum. Sert, pütürlü bir dokusu var. Küçük sıyrıklar alıyorum ama umursamıyorum. O sıyrıkların, yüzlerce tel örgünün, ağaç kıymıklarının içinden geçip geceye bakıyorum. 

Bütün binalar, zamanın durduğu bir şehirde olduğumu anımsatıyor. Herkesin tek kelime bile etmediği sadece mimikleriyle bir şeyleri anlatmaya çalıştığı uzak ve yabancı bir yerdeyim. Çıplaklığımı üzerime örtüp etrafı geziyorum. Yanımda olan insanların hepsi gitti. Uzun bir gece var önümde. Hatırlamak için henüz geç değil. Unutmayı aklımdan bile geçirmedim. Oysa hayat çokça, bir başınalığı ararken peyda oluyor. Ne anlama geldiğini bilmediğimiz rüyaların hemen ertesinde tarifsiz çaresizlikler; yazarken, konuşurken, bir şeyleri okurken ve uyurken elini bedenimize değdirip kaçıyor. El kalıyor. Çaresizlik de. Ama hüküm burada sonlanmıyor. O eli bir başkasına değdirip yepyeni bir doğumun peşinden sürükleniyoruz. Aldatmacası bol bir kısır döngünün çocuklarıyız ve bu döngü, kalabalıkların arasında koca bir yalnızlığı süslüyor. Anlam büyüyor. Karmaşa artıyor. Hiçbir şey 'yaşamak' özleminin yerini belki de tutmuyor. Tek bir kelimenin içinden doğacak yenilikler, yüklenilecek anlamlar için sıramızı kolluyor ve içimizde hep büyük bir beklenti açlığı çekiyoruz. 

Herkes kendi şehirlerinde tutsak. Şehirler içinde şehirler. Arsız bir kendini kanıtlama isteği dudaklardan dökülüyor. Bir bedeni severken ruh, başka bedenlerde dolaşıyor. Her şeyi burada anlatamam. Doyumsuzluğu ne kadar kanatırsan, bir o kadar daha ister. Doyuramazsın.

Birkaç gün önce, daha henüz bu şehre gelmeden bir rüya görmüştüm. Karanlık, loş ışıkların iç içe hüküm sürdüğü, köşe başlarında ahşap sandalye ve masaların olduğu bir yerdeydim. Alkol kokuları, sesleri birbirine karışmış insanların kahkahaları, her şeyi ele geçirmiş gibiydi. Bir adam vardı. Hemen arkamdaki masanın ayakları yere değmeyen kadınlarıyla konuşuyor, elleriyle anlattığı şeyi pekiştirmeye çalışıyordu. Yavaşça yüzümü döndüm. Uzun uzun baktım. Görmedi. Sanki mekânlar içinde başka bir mekândaydım. Ama her nasılsa ben onu görebiliyorken o beni göremiyordu. Sağ kolunun oraya yaklaştım. Başımı kollarına dayadım. Ben sokuldukça o uzaklaştı. Gittikçe düşüyordum. Önce dirseklerine, sonra bileklerine... En sonunda parmak uçlarında kalakaldım. O sonsuz coğrafyanın en hisli yerinde. Uzaklaşmasından korkmuş olsam da geldiğim yerden mutluydum. Dokunduğu her yeri ben de onunla birlikte hissedebilecektim. Sevdiği, sevmediği birçok şeyi öğrenebilirdim. Ama artık gözlerim yoktu. Sadece onun parmak uçları. Orada kaldım. Mademki o da beni göremiyordu, o halde istediğim gibi davranabilir, onunla birlikte yaşayabilirdim.

Gece devam ediyordu. Aradan çok zaman geçmemişti ki yürümeye başladı. Gidip bir yere oturdu. Tam olarak ne olduğunu kestiremediğim bir şeylere dokundu. Sanki naylonumsu ve ıslaktı. Kısa aralıklarla ellerini gezdirip geri çekti. Ara sıra heyecanlandığını hissettim. Belki de geri çekmeyi istemediği şeylerdi. Kim bilir. Sonra buz gibi bir bardağa dokundu. Bekledikçe daha da soğuyordu. Herhalde içi buz dolu bir bardakla bir şeyler içiyor diye düşündüm. Müziğin sesi gittikçe artıyordu. Isınıyordum. Elleri alev gibi olmuştu. Birden gürültülerin içinden bir kadın sesini duydum. Sürekli "Yapsana!" diye bağırıyordu. Parmak uçlarına yerleştiğim adam: "Tamam ama biraz sabret, zamanı geldiğinde yapacağım." diyerek sessiz olmasını istedi.

Birkaç kişi daha geldi yanına ama ne konuştuklarını duyamadım. Birileri gülüyor, birileri acele acele bir şeyler anlatıyordu. Sonra biraz yalnız başına kaldı. Kimse gelmedi yanına. Tek eliyle yüzünü ovuşturdu. Şöyle bir etrafa bakıp yerinden kalktı. Daha sakin bir yere doğru yürüdü. Sesler gittikçe azalıyordu. Gıcırtılı bir kapı aralandı. İki eliyle kapıyı kapattı. Boyundan küçük bir kanepeye uzandığını, elleriyle kendini sığdırma çabalarından anlayabiliyordum. Bir süre yattığı yerde rahat edene kadar döndü. Sonunda durdu ve parmaklarını saçlarının arasına sokup "Ahhhh" diyerek saçlarını var gücüyle sıktı. Ağladı. Hıçkırıkları tüm odayı dolduruyordu. Bedeni öylesine kuvvetli sallanıyordu ki bir an 'ya düşersem' diye korktum. Parmak uçları ne sıcak ne soğuktu. Saç telleri de içinde yaşadığı karmaşıklıktan nasibini almış, sırılsıklam olmuştu. Gözlerine değmek, neden olduğunu kestiremediğim gözyaşlarını silmek istedim. Ama parmak uçlarından nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Belki bu da rüyamın içindeki bir başka rüyaydı. Kendi rüyamın içinde sıkışmıştım.


Duruldu. İki elini burnuyla çenesi arasında bir yerde birleştirip saatlerce öylece hiçbir şey yapmadan bekledi. Düşüncelerinden nelerin geçtiğini, neden buraya geldiğini, kim olduğunu ve bu karşılaşmanın ne demek olduğunu bilmiyordum. Niye buradaydım?

Karanlıkta çakmak sesiyle irkildim. Sanki benim orada olduğumu hissetmiş olacak ki parmak uçlarını birbirine hızlıca sürttü. Canım yanıyordu. Bağırdım. Sürtmeye devam etti. Kendi çığlıklarımda boğuluyordum ki gözlerimi açtım.

Uyandığımda salondaki kanepenin köşesine kıvrılmış bir halde oturuyordum. Televizyon açık kalmıştı. Gece saat üçü gösteriyordu ve yanımda boylu boyunca uzanmış bir adam yatıyordu. Sevdiğim adam... Rüyanın etkisiyle bir an için neye uğradığımı şaşırmıştım. Gülümsedim. Çünkü elleri çekingen, ürkek bir çocuk gibi ellerimdeydi. Derin bir oh çektim. Parmak uçlarımla yüzüne dokunup sabahın ilk ışıklarına kadar onu sevdim, sevdim. Usulca başını yastığa koyup üzerine beyaz hırkamı örtüp salondan çıktım.

Yatağa yattığımda saat sabahın altısıydı. O garip rüyanın etkisinden hâlâ çıkamamıştım. Bir şeylerden korkmuş olmalıydım. İnsanlar, sığınma isteği, parmak uçları ve sonra baskın gelen sıkışmışlık duygusu. Mutlu muydum? Kanepede uykusuna bıraktığım adamı düşündüm. Sessizliğini, ellerinde saklı kalan uykulu dokunma isteğini ama hiçbir şey bu sorunun cevabını vermeme yardımcı olmuyordu. Gözlerim neredeyse kapanmak üzereydi ki pencerenin kenarındaki boşluğa takıldım. Daha önce orada öyle bir boşluğun olup olmadığını hatırlamıyordum. Kendimi zorlayarak yataktan kalktım. Yatak ve pencere arasındaki yerde durup etrafıma bakındım. Ahşap sandalye ve masalar, dolaşan insanlar, yüksek bir müzik sesi vardı. Korkuyordum. Bir yere ait olamama duygusu ansızın içimin derinliklerine kadar işlemişti. Bir adım atsam her şey yeniden değişir miydi? O boşluğu hiç görmemiş, o adımı hiç atmamış olsam, her şey yine eski haline döner miydi? Peki ya ben az önce uyanmamış mıydım?

Bu rüyayı günlerdir aklımın en ücra köşelerinde evirip çeviriyorum. Boşluk ve karanlık arasında gidip geliyorum. İçinden çıkamadığım esaslı bir rol çalıyorum sanki hayattan. Baş etmekte zorlanacağımı bile bile gönüllü bir teslimiyeti devralıyorum. Rüyada geçen sahnelere benzeyen, zamanında gitmiş olabileceğim yerleri hatırlamak için aklımı zorluyorum. Büyük, ağır bir kaya parçası ansızın düşüncelerimin tam ortasına yerleşiveriyor. Kıymıklar şimdi daha çok batıyor. Çıplaklığım derimi soyuyor. Soydukça inceliyorum. Kılcal damarlarımın arasında, anlam veremediğim bir rüyanın peşinden sürükleniyorum.

Şehri izliyorum. Gece hâlâ çok uzun; perdeler soğuk ve is kokuyor. Yorgunum. Kelimenin anlamından çok daha yorgun. Perdeden sıyrılıp uyumak için yatağa geri dönüyorum.

Sabah olduğunda tramvay, dün geceki gibi gürültülü bir şekilde caddeden geçip gidiyordu. İnsan, kurtulduğunu sandığı bir kâbusa her an geri dönebilirdi. Çünkü sanmak sancılıydı. Emin olamadığın her şeyin karşılığı zamanla gizlendiği yerden koy veriyordu kendisini. Uzaktaydım. Ne kadar uzak olduğumu bilsem de asla yetmeyecek bir uzaklıktı. Yabancılık, yalnızlık bunların hepsi ufak, asılsız bir aldatmacadan başkası değildi. Dibine kadar kalabalıktım. Beynimin içinde beni kemiren seslerin, olayların, biriken her şeyin kölesiydim. Onlar istiyor, ben yapıyordum.

Dışarı çıktım. Hiçbir köşe başında yaşanmış herhangi bir şeyi bana anımsatacak sokakların, köşe başlarının olmadığı bu şehirde yürüyordum. Yol soran insanlara ellerimle 'bilmiyorum' diyordum. Ellerim beni tanıyordu ama onlar bilmiyordu.

Dört beş saat aralıksız bir kayboluştan sonra tarihi binaların göz doldurduğu bir meydana gelmiştim. Olduğum yerde tıpkı bir pergel gibi dönüp etrafa baktım. irili ufaklı hepsi taştan olan binaların tam orta yerindeydim. Belki de bu şehrin merkezi bendim. Anlaşılmayan sözcükleriyle, tanınmamış sokak aralarıyla baktığım her yer benden bir parçaydı. Dokunmak istedim. Hepsine parmak uçlarımla dokunmak... Bile isteye... Soğuk olduklarını, derimi parçalayacaklarını bilsem de onlarla aramda bağ kurmaya çalıştım. Dokundum da oysa ne kadar açık sözlüydüler. Her şeyi bir bir anlattılar. Duydum. Anlatılanların hiçbirisine yabancı değildim. Ama ben yine de 'yabancı olmayı' seçtim. Her insan, hangi şehre gittiğini iyi bildiğin bir yolculuktu aslında ve yolculuklar yalnızca bedenleri uzaklaştırıyordu. Yanılsamalarla doluydu yol ve mola yerinde her zaman iyi yürekli bir anlatıcı beklemiyordu. Çünkü dinlemek zordu. Dinlemek, sürgüne gitmek gibiydi.

O rüyaya da küçük, tekinsiz adımlarla ben girdim. Her sahnesini kendi dünyamın gerçeklerinden kurdum. Aylar sonra, 'o rüyayla' karşılaşacağımı nereden bilebilirdim ki?

Sahneyi hazırla… Ben o parmak uçlarında kalmak istiyorum.















6 Haziran 2012 Çarşamba

Kanepeyle Yanağım Arasındaki Boşluk

Yükseklerden, çok derinlere belki de göremeyeceğim kadar büyük bir uçurumun dibine kadar bakmak istiyorum. Yalnızca göz ucuyla hissedilebilecek heyecanlar bekliyorum. Bedenim nasılsa bana hatırlatacak her şeyi eninde sonunda. O yüzden olduğum yerdeyim ve bir adım dahi atmaya niyetim yok. Burada böylece beklemek, herhangi bir sarhoşluğun koynunda uyanmamak için kâfi. Biliyor musun sen de benim gibisin. İşte sırf bu nedenle sana, yapılması gereken olası şeylerden bahsedip zaman kaybetmeyeceğim. Dilersen gelip benimle birlikte aşağıda neler var görmek isteyebilirsin. Ya da kısa bir hikâye anlatımı kadar yanımda durup mırıldandıklarımı dinleyebilirsin. Ne de olsa sen seçeceksin.


Burada değildim. Çok kısa bir zaman önce kendimi en korunaklı bulduğum yerlerimden birine hapsetmiştim. Kalbimde kalacak yer yoktu. Akciğerlerimdeki hava beni rahatsız ediyordu. Beynimdeki seslerden bazen kendi dediklerimi bile duyamaz hale gelmiştim. Ellerim durmadan kelimeler üretiyordu. Sonra onlar bir yığın garip duyguya, düşünceye açılıyordu. Kayboluyordum. İnsan kendi çizdiği haritanın detaylarında yok olabilir. Bunu böyle belledim.


Sonra birgün, uzun yağmurların yağdığı günlerden birinde daha önce hiç fark etmediğim bir yer buldum. Kanepeyle yanağım arasındaki boşluk! Oradaki küçücük yerde huzur ve yalnızlıkla karşılaştım. Evet, yalnızlığı mutsuzluğum olarak seçmemeyi nihayet öğrendim. Sen de bilirsin, hayattaki her kelimenin karşılığı bir başkası için akla gelmeyecek anlamlar içerebilir. O kelime yeni bir şekle, belki bir mekâna ya da bir insanı anımsatacak en gözde şeye dönüşebilir. Düşünüce hiçbir şeyin ucu bucağı yok gibi geliyor. En çok bilinmeyenler rahatsız ederken bil bakalım ne oluyor? Yine o bilinmeyenler en cazip hale geliveriyor. Kendiliğinden değil elbette; bilirsin aslında her birimiz sahnesinin yerini yurdunu bilmeyen oyuncularıyızdır çoğu zaman. Oysa biletleri çok önceden satışa çıkmış, yer ve zaman belirtilmiştir. Görmeyiz. Hani şu malum bakmakla görmek arasındaki farklardan biri de bu... Yaşamak isteme dürtüsü gelip yerleşti mi içimize kendimizi bile talan etmesini iyi beceririz. O yüzden kalbin yeri yurdu yoktur. O hep misafirperverliğini korur. Her an hazırlıklarını yapmışçasına kapakçıklarını açar. Açmalıdır da... Yaşamak istiyorsa(k) kendini "kendi" gibi var etmelidir.


Biraz da bu yüzden olduğum yerde kalmak istiyorum. Öyle çok yürüdüm ki artık parmak uçlarımdan bahsetmeye, yeni bir şeyler anlatmaya, türlü ispatlara girişecek ruh hallerimle debelenmeye gücüm yok. Kurduğum bütün cümlelerden yardım diliyorum. Ucunu açtığım kurşun kalemlerden, daha eskitmeden bir kenara bırakıp gönlümü bir başkasına kaptırdığım defterlerden... Sezen Aksu'sundan Bülent Ortaçgil'ine, Fikret Kızılok'undan Ezginin Günlüğü'ne ve şimdi ne kadar yazsam da bu satırları dolduramayacağım bütün iyi niyetli müzisyenlerden ve şarkı sözlerinden beni duymalarını bekliyorum. Hepinizde bir şeylerim kaldı. Yıllar geçti, siz beni iyileştirirken ben o dinlenen yanlarımla her defasında o tınılarda, sözlerde bana ait geçip giden bir ömrü bıraktım. Kızılok sorardı: "Kalbim neden hep olmazlarda, neden hep çıkmaz sokaklarda? Ben düşünürdüm. Zaman değiştikçe içi değişen, yiten duyguları; bir türlü kurulamayan bağları, oyunları, vazgeçilmezleri; nedenleri belliyken çekip de gidemeyişleri; kalp kapakçıklarının ritmini zorlayan ne varsa önüme dökerdim. Meğer ne zormuş böyle bir düşünmek! O zaman da bocalıyordum şimdi de bocalıyorum. Değişen hiçbir şey yok. Bu yakanın ağır düşünce hapsindeyim. Yan kalbim...


Kendi kendimi dizlerime yatırdığım zamandı. Kanepe ve yanağımdaki boşlukta buldum birdenbire kendimi. Sıcak göz yaşları, ardından gelen gülümsemeler... Kime sorsan depresyon belirtisi. Olsun, ben buna da gülüyorum. Yakıştıranlardan, fiyatı belirleyen duygu gözlemcilerinden, fırsatını bulsa ağzını doldura doldura içindekileri kusmak için sıra bekleyen öfkeci şirinlerden bahsediyorum. Ne yapsaydım, size ortak olup birkaç kelâm da ben mi etseydim yaşatılanlara? Üzgünüm. Yeteri kadar gönül boşluğum varken bir de bu boşlukta sırf sizin hatırınız için durmayacağım. İstediğiniz kadar çekiştirin beni. Buradayım. Duruyorum. Bekleyeceğim. Hayata, inat olsun diye gelmedim ama inatçıyım. Kanepeye dayandım ve oradaki boşlukta yanağımla bir bağ kurdum. Yalnızlığımla tanıştım. Yıllardan sonra onu ilk defa bu kadar büyük bir gerçeklikle kabullendim. Hem biliyor musun an geliyor insan geçmişte kabullendim dediklerini bile kabullenmediğinin farkına varıyor. Kalbin ve beynin sana ait olan ama aynı zamanda da birbirinden oldukça bağımsız hareket etmeyi başarabilen parçaların... Duyguların tıbbı... Yolu yordamı yok!


Uykum geldi. Senin için mırıldandıklarımı duyabildin mi acaba? Çok vaktim kalmadı. Bir adım dahi atmaya niyetim yok. Öyle ya sen de bekleyeceksin. Ne demişti Ortaçgil: " Kimseye Anlatmadım"


Hadi gel şimdi uyuyalım. Bakarsın yanağım sana değer...



13 Mayıs 2012 Pazar

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -43-

Bak yine, tersine de olsa denk geldim. Oysa rakamların hiçbir etkisi yok. Benim için hepsi etkisiz eleman. Dönüp bakmaya ürktüğüm bir gerçek ama yine de söyleyeceklerim biter bitmez arkamı döneceğim. Çekip gitmek gibi değil; gidip neler olduğuna şöyle bir göz atıp geri dönmek benimkisi. Zaten hiç gidemedim ki!


Doğru mu bu? Bu kadar kayıtsızlık var mı senin içinde? Bir köşeye çekilip hiçbir şey olmamış, tarih ve zaman sanki hiç yaşanmamışçasına sakin olabilir misin? Ara sıra yaşadığın unutkanlıkların, gökyüzüne doğru çekilme isteğin, merdivenlerden yuvarlanırcasına koy vermeyi istediğin şeyler yok muydu? Durmaksızın kendinle çatışma oyunun da neyin nesi? Hem sen de pekalâ biliyorsun ki bunlar daha önce geçtiğin yerlerin koca bir toplamından başka bir şey değil! Parça parça olanlar nihayet koca bir bütünü oluşturdu. Biraz da bu yüzden rakamların etkisinin olmadığını düşünmen. Oysa her şey normal. Olması gerektiği gibi şüphe yolunda ilerliyor. Bütün geride bıraktıkların yavaş yavaş çözülmeye başladı. Duygularının enfeksiyon kapması, senin inatla alman gerekenleri reddetmen altını çizdiğin bütün o düşünceler gibi gerçek... Belki de eylemsizlik halinin de aslında bir eylem olduğunu unuttun. Öyle ya "duruyorsun." Girdiğin kapıların ardında ne var ne yoksa görüyor sonra tüm bunlar ya varsa diye tuhaf, akıl almaz düşüncelerin içinde debeleniyorsun. İnsan tanıdığı, iyi bildiği şeylerle baş etmekte zorlanır. Bu böyledir. Ama önemli bir ayrıntı var. Olmazsa olmaz. Onu ille de sevmen gerekir. Arada bir bağ olacak ki yakıp yıkabilmekte zorlanasın. Şimdi bahar, daha arada yaz var. Yazı görebilecek kadar alıştın mı havaya, sen ondan haber ver? Ne ile karşı karşıya olduğunu bilip de bilmemek senin çıkmazın. Hâlâ kayıtsız mısın?


İçine doğru dönen bir rüzgârım. Şiddet arttıkça oluşan hızdan anlamsızca haz alıyorum. Mutluluk ne garip yerlerden çıkıyor. Ruh, sol anahtarı size ait olmayan bir bestenin notaları arasında gidip geliyor. Notaların karşılık geldiği duyguları tam olarak anlatabilmek mümkün değil. Etkilendiğini anlıyorsun, o kadar. Hüzünleniyorsun. Bach dinlerken gülümseyen bir insan gördün mü sen? Ben dinlenirim. Dinlenirken yeniden yorulmaya başlarım. Çünkü Bach bir ormanın derinliklerine, orada ne olduğunu bilse de bilmese de girip çıkartır. Etrafına şöyle bir bakarsın. Ağaçlar tanıdıktır. Güneş kâh vardır kâh yoktur. Fırtınayı hissedersin ama izlemekle yetinirsin. İçinden geçmek cesaret ister. Zaten cesaret edip yaklaştıysan da kaybolur gidersin ormanın içinde. İşte bu nedenle Bach dinlerken gülümseyemem. Nereden ne çıkacağını bilememek gibi tetikte beklerim. İçime doğru dönerim. 


Ruhun merdivenleri, her seferinde bambaşka yüzüyle karşıma çıkıyor. Adım atabildiklerim, inmeye ya da çıkmaya cesaret edemediklerim, ettiklerim, yolun yarısına kadar ilerleyip geri döndüğüm ama hiçbir zaman sonunda neyin olduğunu kestiremediğim büyük ve gizemli bir yol onunkisi. Ne kadar da güçlü! Üstelik bütün o gücün kaynağı da benim. Başka bir ruhu ele geçiremezsin ama o ruhun merdivenlerinde yürüyebilirsin. O, bunu hisseder. Sonra an gelir bir diğerine sıçrarsın. Sanki ruhumuz yolculuk yapmayı seviyor. Belki bir teselli, bir arkadaş, bir sevgi, bir ihanet, başka bir çıkmaz arıyor kendisine. Oysa başkaları olsun ya da olmasın o hep var. İnkâr edebilir misin?


Buraya kadar düşünülmemesi gereken ne varsa hepsi düşünüldü. Etken bir halin çatısında meydana gelen ufak bir çatışma sonrasında, edilgen sofraların kucağına düştüm. Sanki içimde gizliden gizliye itaat etmek isteyen bir kadın var. Hem güçlü hem de beklenmeyecek kadar kabullenmeyi arzulayan. İşte bu yüzden bir benzerimin ayak seslerinden korkuyorum. Korku çoğaldıkça ormandaki sesler üzerime geliyor. Her yer birbirine benziyor ve ben bu benzerlikte ufak bir çıt sesi duysam ne yapacağımı bilmeden kaçıyorum. Durarak kaçıyorum. Kendi içimde mekânlar kurup o mekânların bütün köşelerinde gece gündüz konaklıyorum. Bir misafir gelse şaşkınlıktan elim ayağım birbirine dolanıyor. Misafirler hep vardı. Çoğu zengin kalkışı yapmış olsa da onların varlığını hissettim. Çok yakınımda. Kalbimde. Ama şimdi denklemler arasında gidip geliyorum. Henüz tek çözümüm yok. Yüzlerce çözüm arasında kaskatı bekliyorum. Düğümde sıkışıp kaldım. Serim hepsinden kolay oldu. Bir düşüncenin başlangıcında aklıma gelen birikimlerin içinden çıkamıyorum. Üçüncü cümleye gelince başka birisine sıçrıyorum. Böylece kendi içimde bile ilerleyemiyorum. İşin garibi "hal böyleyken" diye başlabileceğim bir cümlem de yok. Çünkü halimin hangi notaya karşılık geldiğini bilmiyorum. Ara bir sesim belki... Ya da bestede olması gereken uzun bir es işaretiyim. Tek görebildiğim, bir şekilde yazılmaya başlandığım... 


Portede bir yerim var. 
Müziği duyuyorum. Ama hangi aralıktayım ve neyim bilmiyorum. Rakamlarsa hâlâ etkili, kimi kandırıyorum.





19 Mart 2012 Pazartesi

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -42-

Zamanda geçişler yapıyorum. İnsan düşünerek bile gitmek istediği yere gidebiliyor. Evet, fiziki koşullarınızda herhangi bir değişiklik olmuyor ama ruhunuzda açılan bazı yaraları, boşlukları kapatmak adına işe yarıyor. Nihayetinde gerçek dediğimiz bizim algılarımız sonucunda şekillenmiyor mu? Kendi gerçeklerini meydana getirmek isteyenlere konulan bir engel olmadığına göre -en azından bana- beklemeye de gerek yok.


Tuhaf gelişmelerin yaşandığı bir-iki ayı geride bıraktım. İçlerinden neyi anlatsam büyük açıklar vereceğim için şimdilik sessizliği koruma taraftarıyım. Zaten ne zaman sussam sonrasında susmamacasına konuşmaya başlıyorum. Konuşmak dedimse "yazmak" daha doğru olurdu. Kuluçka döneminde beklemenin sabırsızlığı içten içe beni yoklamaya başladı. Biliyorum bu defa çok uzun bir ayrılık oldu. Ancak insan beslenirken araya bir şey almak istemiyor. Yavaş yavaş birikimlerin geri döneceğini bilmek huzur verici. İzliyorum. Dinliyorum. Tepkileri değerlendiriyorum. Bir süre şematik veriler üzerinde düşünüyorum. Yaşanılanları, olası yaşanacakları çizmeyi seviyorum. Küçüklükten gelen garip bir alışkanlık. Belki de fotografik hafızamın getirisi bir durum bu, bilemiyorum. Bazen kâğıt üzerinde karman çorman çizgiler, isimler, mekânlar görüyorum. Daha çok çizim aşamasının sonrasındaki günlerde "bunlar ne acaba?" dediğim bile oluyor. Çünkü beyin öyle bir şey ki o anda her türlü düşünsel veriyi, dinlenilen müziğin bıraktığı izleri, hatta dışarıdan yazma anınıza denk düşen türlü sesleri bile kaydedip parmaklarınızdan kâğıda dağıtıyor. Bazen anlamsız gelen şeyler beklenmedik zamanlarda anlam kazanmaya başlıyor. Sanki her şey kendisiyle ilgili sırasını bekliyor.


Güneş sokakların, caddelerin yüzünü güldürmek için yola çıktı. İlkbaharın artık neredeyse yok olmaya yüz tutmuş mevsimsel özelliklerini özlüyorum. Kıştan yaza geçiş arasındaki fark kayboldukça 'bahar sevinci'nin ne kadar da önemli olduğunu anlıyorum.


Bu birkaç hafta içerisinde yapılması planlanan işler, görüşülmesi gereken insanlar var. Hayatın istenilen yörüngeye girmesi diye bir şey varsa benim yörüngem şu sıralar oraya yaklaştı. Her ne kadar elektronik aletlerle olan ilişkilerimde bazı tuhaf şeyler olmaya başlasa da yaşadıkları iyi tarafından yorumlamayı tercih ediyorum.


Aklıma gelmişken birkaç hafta öncesinde daracık bir alanda "daracık" gözlemler yapmıştım. Hâlâ unutamıyorum. İnsanoğlu aklına bir şeyi koyarsa geri durması, vazgeçmesi söz konusu bile olamaz. Gerçi ben tahmin etmediğim olaylara doğru sürükleniyorum ama bu sürüklenişin sonrasında belki de o bahsettiğim yörüngede bazı değişiklikler meydana gelebilir.


Ruh halimin genel seyrinde inanılmaz bir dalgalanma var. Oldukça sakin yazmaya çalıştığım bu yazının aklını çok fazla karıştırmayı istemediğimden bilinçli bir geri duruş sergiledim. Şu an varoluşun derin sularına inemeyecek kadar rahattayım. Aklımı kurcalayan çok şey var. Her zaman vardı fakat şu son birkaç aydır düşündüklerim yorgunluklarımı iyice tetikledi.


Geriye yaslanıp boşluklarımı kendi yöntemlerimle dolduracağım. Tabii bir de Han var. Uzun ve soluksuz bir bölüm beni bekliyor.

21 Şubat 2012 Salı

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -41-

Sabah uyandığımda karanlık bir odadan çıkıp, geceden arta kalan öteki karanlıklara bir yenisini daha eklememek adına yatmadan hem pencereyi hem de perdeleri sabah olmuş gibi açıyorum. Tıpkı şairin kahvaltıyla bağdaştırdığı gibi ben de gün ışığının mutlulukla bir ilgisi olduğunu düşünürüm. Ama son birkaç aydır nedense odaya girdiğimde perdelerin yerinde olmayacağı gibi bir düşünce hasıl oldu. Belki de huysuz kornişimin benim hoyratlığıma daha fazla dayanmak istemediğindendir, bilemiyorum. Ya da kendi kendime böyle bir meşgale bulmayı ben seçtim. Olur ya lüzumsuz işler başkanlığından biri istifa etmiştir ve ben vakit kaybetmeden o yere konmuşumdur. Tıpkı bütün olasılıklar gibi bu da mümkün.


Bu evin her ay için bir konusu mutlaka vardır. En sevdiğim takıntılı yanlarımdan birisidir. Günlerce, haftalarca üzerine türlü komplo teorileri geliştirir dururum. Zihnimin en ulaşılmazmış gibi görünen yanlarına dokunmayı sevdiğimden olacak ki bu birbirinden farklı başlıklar içinde yazarım, notlar alırım. Bilirsiniz, bazen gerçekten ihtimal vermediğiniz bir şeyden, zamanın birinde bulmayı ümit ettiğiniz cevaplara ulaşırsınız. Bu küçük ipuçları birdenbire bütünlüğe kavuşur. İrkilirsiniz. Çoğunlukla iç sesinizden yükselen bir ünlem cümlesi karşılar sizi. Hele ki karşınıza çıkan cevabın karşılığı bir başka kişiyi de barındırıyorsa içinde, evlere şenlik! Ya yüzüne vurma yoluna gideceksinizdir ya da köşenizde uslu uslu oturup cevabı bulmuş olmanın verdiği şaşkınlıkla gelişmeleri takip edeceksinizdir. Çoğu zaman beklentilerin kucağına bırakılan şeylerde zaman oldukça uzun işlediğinden,  yepyeni bir yol haritasının uygunluğu daha cezbedici olacaktır. Ama bu elbette sizin kişiliğinizle de doğru orantılı bir durum. Ben beklemeyi tercih edenlerdenim.


Bugünlerde de beklediğim -her ne kadar cevabını bulmuş olsam da - bir şey var. Yıllarca benzeri olaylarla çok sık karşılaşmış olmamdan kaynaklı ki er geç bir hareketin ya da sözlü bir imanın gelip beni bulacağını hissedebiliyorum. Böyle bir duyguyla yaşamaya çalışmanın ne kadar zor olabileceğini tahmin edersiniz heralde. Benimkisi bilerek bazı şeyleri baltalamak, farkındayım. Yine de insan bazı zararlı alışkanlıklarının farkında olsa da uzaklaşamıyor.


Rüyalar öncü kuvvet gibi yetişiyor. Daha önceleri rüya konusu üzerinde fazla durmazken, daha doğrusu dışa vurmazken, şimdilerde iyiden iyiye merakımı cezbediyor. Sanki benim içimde, benden bağımsız bir kişinin sesi, gördükleri, duydukları, yaşadıkları kol geziyor. Zamanla yapılan değerlendirmeler de değişiyor.


Takıntılarım kervanında bir şey daha var ki o da haftanın salı ve cumartesi günlerinin hem uğurlu hem de uğursuz olmasına dair düşüncelerim. Belki de beni bundan iki yıl önce etkileyen bir olayının kalıntılarının yol açtığı bir şey bu, tam olarak kaynağını kestiremiyorum. Fakat düşününce bütün izler onu gösteriyor. Yahut can sıkıntısının rehavet yaptığı günleri yaşıyorum. Kim bilir bu cümleyi burada kullanmayı istediğim için bile olabilir. Kendisini tartmayı beceremeyen bir teraziyim.


Yazının tam da bu noktasında aklımdakileri bertaraf etmeye çalışan bir sürü kelime ordusuyla mücadele etmekteyim. Merdiven, çocuk, kalem, çubuk kraker, yaş, yanlış, vapur... bunlardan bazıları. Oysa hiçbirinden bahsetmek gibi bir niyetim yoktu. Ama işte birdenbire kendilerini var etmeyi başardılar ve yerlerini aldılar. Karşı koyamadım.


Bana haddinden fazla olur. Aklımdan geçenler hiperaktif bir çocuğun bedensel hareketleriyle benzeşmeye başlar. Oradan oraya atlar. Durduramazsınız. Durduramam.


Yakında bir sinema filminin karelerine bölünecek, bir derginin sayfalarından aşağıya doğru akacağım. 


Unutmadan bu ayın ev konusu: Ne olacak? sorusu üzerine odaklı. 


Şimdi perdeler kapalı. Birazdan her akşam olduğu gibi onları açıp uyumaya gideceğim. Ne dersiniz, yarın sabah kalktığımda sahiden yok olmuş olurlar mı?



15 Ocak 2012 Pazar

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -40-

Bugün pazar ve diğer pazarlardan farklı. Telaşlı ve heyecanlı. Çok sessiz zamanlarda beklenmedik bazı şeyler olur ve hayatınızın akışında yer etmeye başlar ya, işte buna benzer bir nedenle pazarlardan başka bir pazar... O yüzden içim kendisini sığdırabilecek bir yer arayışında. Kitap okumaya çalıştım, olmadı. Televizyonda dikkatimi dağıtacak bir şey aradım, bulamadım. Post it sayfalarına bir şeyler karalayıp kitaplığımın kenarlarına astım, tatmin etmedi. Kalemliği düzenledim. Bozdum. Eski haline getirmek istedim, yapamadım. Hiçbir denememde başarılı olmadım. Geçen gece söylediğim gibiydi. Hani izleyen bilir, Guguk Kuşu'nun belleklerde yer eden o meşhur repliğini: "En azından denedim." Ben de aynen böyle dedim. Güldü mü gerçekten bilmiyorum ama şu halim beni gülümsetiyor.


Ritim dediğimiz şey eğlenceli. Hangi tınlamayla hissettiğinize bağlı olarak da değişkenlik gösteriyor üstelik. Bazı saatlerde her şey normal, olağan. Fakat bazen de saatler öyle bir yer ediyor ki zihninize, tek başınıza, yattığınız yerde dudaklarınızda bir hareketlenme başlıyor. Durmuyor. İstediğiniz de durmamasıdır zaten. Çünkü buna neden olan ve içinizi ürperten, ara ara iç gıcıklayan süslü hayallerle donatılmış ufak, tekinsiz (olmaması tercih sebebi) ritimlerdir... Sonra zaman ilerledikçe ellerde bir uyuşukluk başlar. Zeminle kurduğunuz ilk ilişki işte tam da o sırada açığa çıkar. Destek alır, bedeninizi ona yaslarsınız. Tek bir ışık yetiyordur sözcükleri aydınlatmaya ama ruhun katmanlarında durum böyle değildir. Orası daha karışık ve karanlıktır. Aydınlansın diye, cümleler arasında bitmek bilmeyen bir kovalamaca ortalığa dökülür. Hafızanın en çok mesai yaptığı saatler de diyebiliriz. Hesapsız olsa bile ilkel yanınız minik ve renkli hesaplarla karşınıza çıkıverir. Mücadele edin de nereye kadar. O duvarlar bir an gelip de yıkılınca ne olacak? Geçip giden zaman mı boşa çıkacak yoksa güçlü bir zeminin temeli mi tamamlanacak? Bilemezsiniz. Ne kadar düşünseniz de bazı şeylerin karşılığı bambaşka olabilir. Bunu bilmek belki de yeterlidir. Yetmeyebilir mi? Başınıza gelmeden bilemezsiniz...


Bugün pazardı. Değişik melodiler misafir oldu. Meselâ son birkaç saatin özetine giren ince ayrıntılar vardı. Yükseklik değerleri, istekler... Çaresiz kalındığında sığınılan akılcı çözüm cümleleri. Oysa kaçış yok. Zaten kaçmak da istemiyorum. Büyük bahanelerden olmak istemiyorum. Hani şair demiş ya: "Sessizlik ve görülmezlik büyük bahanedir."


Bir ses versem her şey bir şeye mi dönüşecek? Yoksa bir şey, her şeyin arasından yalnızca sıyrılmış mı olacak? Biraz şaşkınım. Sonra heyecanlı. Bu akışın içinde hızla koştum. Yürüdüğüm zamanlar sadece birkaç saatlik uykulardı. Yetmedi. Akşam oluyor. Ardından gece. Saat onu geçtikten sonra geriye dönüp o ilk anı anımsayacağım. Burada, olduğum yerde. 


Zaten kaçmak da istemiyorum! (Bu ünlemi ayağı takılsın diye koydum.) Bakarsınız tutarım.