PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

31 Aralık 2011 Cumartesi

Yıla Veda... Neler Yaşadık Öyle Değil Mi?


Ömür diye tanımlanan sözcük telaffuz ederken nasıl da yumuşatıyor insanın içini. Kim, ne isterse doldurabilir onun içine. Duygulardan örülü koskoca bir yumak var. Sevinçler, paylaşımlar, acılar, kızgınlıklar, öfkeler, şaşkınlıklar, suskunluklar, ağlamalar, haykırmalar, heyecanlar... Dediğim gibi büyük bir karma ömür dediğimiz şey. 
Bir yılı daha geride bırakırken her zamanki gibi yılın son yazısını yazmadan veda etmek olmazdı. Hem şöyle kısaca bir neler olduğunu hatırlamak hem de neleri beklediğime dair kısacık da olsa bir şeyleri bazı zamanlarda kendime anımsatmak adına yazacağım.

2011...

Uzun ve yorucu bir yıl oldu. Bu sene çok fazla üzüldüm. Ülkece çok ağır hesaplar ödedik. Terör, şike operasyonları, sansür, Emek sinemasının yıkılmaması için verilen mücadele, Hopa olayları, üniversite sınavındaki şifre olayları, N.Ç davası, kadına şiddet, heykelin yıkılması, Van Depremi, gazetecilerin ve öğrencilerin tutuklanmaları, Uludere, kültür ve sanat dünyasında yitirdiklerimiz... İnsan yazarken bile bu dökümün altında kalıyor ister istemez. 
İnsanca yaşamanın onurunu yitirmemize, unutmamıza sebep olan, birlik ve beraberliğe sekte vurduran, can alan, can yakan ve geriye dönüp bakıldığında hiçbir zaman unutulmayacak görüntüler ve bıraktığı izlerle geçip giden bir yıl 2011. Sosyal medya, bu sene görsel basının yapamadığını yaparak haber ulaştırmada ve gelişen olaylar hakkında insanları bilgilendirmede önemli bir rol aldı. Bazı insanların öfke kusan açıklamaları, faşist söylemleri damga vurdu. Benim de en aktif kullandığım mecra twitter oldu.

Nereden tutacağımı bilemediğim öyle çok olay oldu ki. Yaz tatilinin en güzel günlerini yaşadığım Ayvalık'ta akşam üstü keyifle yemeğimi yedikten sonra twitter'dan öğrendiğim bir haberle Amy Winehouse'un öldüğünü öğrendim. O gece her şeyi bırakıp balkona oturdum ve denize doğru uzun uzun baktım. Bir ölümle ne çok şeyin insan aklına gelebildiğini fark ettim. Sadece Amy'nin ölümü değil, Türkiye'nin gündemindeki bir çok tatsız olay da başımdan aşağıya an be an döküldü. Kin ve nefret duygularıyla yaşayabilen insanları anlamakta çektiğim zorluk, duygu ve düşüncelerimi de zorladı. Böyle zamanlarda sevgi ve anlayışın, birlik ve beraberliğin, ne kadar önemli ve hayatın ilerleyişini sağlayan güçlü bir lokomotif olduğunu görmek içten bile değil.

Ölümler çoktu. Gary Moore, İsmail Gülgeç, Jane Russell, Elizabeth Taylor, Ali Teoman, Cüneyt Çalışkur ve daha aklıma gelmeyen, alanında önemli diğer isimler...

Elbette çok güzel olaylar da oldu. Meselâ ben sevgili Gülenay Börekçi sayesinde Egoist Okur'da yazmaya başladım. Üzüldüğümde, sıkıldığımda, en mutlu anlarımda o sayfalarda kendime yer buldum. Elimden geldiğince ve tüm kalbimle destek vermeye çalıştım. Egoist Okur, benim için 2011'in en kayda değer gelişmelerinden birisiydi. 

Van İçin Rock konserinin o muhteşem gününü, saatlerce Küçük Çiftlikpark'ta binlerce kişiyle birlikte yaşadık.  Rock müziğinin en sevdiğim gruplarından biri olan Redd öncülüğünde, sosyal medyanın böylesine güzel bir oluşumda nasıl bir katkısı olduğunu gördük. Sıra 2012'de yapılacak okulun heyecanını paylaşmakta.

İnstagram sayesinde fotoğraflarla hayatı kendimce paylaşmaya başladım. Sayesinde yeni yeni insanlarla tanıştım. Güzel dakikalar geçirdik. 

En büyük hayallerimden birisi olan film senaryosunu yazmaya başladım. Ne zaman biteceğini bilemesem de birgün gerçekleşeceğini umutla beklediğim gelişmelerden biri oldu.İkinci romanımın neredeyse yarısını bitirdim. 2012'nin devamında beni itekleyecek güçlerden belki de en önemlisi, onun kurguları arasında dolaşmak olacak.

İşten ayrıldım. Uzun bir süredir onun boşluğunda sallandım. Bu sırada kendime yatırım yapmaktan da geri durmadım. Daha çok kitap okudum ve yazı yazdım. Sevdiğim müzikleri dinlemek için fazlaca zamanım oldu. Kimi zaman takıntı derecesinde uzun uzun yer verdiğim bazı isimler vardı. Nick Cave, Tom Waits, Bach, Mozart, Nina Simone ve Adele bunlar arasındaydı.

Ubor Metenga oturumlarında Yekta Kopan, Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy sayesinde öykülerle ve kendi hayatlarından notlarla hem buruk hem de mutlu, güleç dakikalar paylaştık. Bu sene en çok Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Tomris Uyar, Nabokov, Yusuf Atılgan okuduğum dönemdi. Çoğu eskiden okuduğum kitaplar da olsa yeniden onlarla karşılaşmak güzeldi.

Hakan Günday'ın AZ romanı muhteşem kurgusu ve hüzünlü bitişiyle beni inanılmaz etkiledi.

Hiç beklemediğim bir şekilde sevdiğim bir arkadaşımla yollarımı ayırmak zorunda bırakıldım. Yanlış anlaşılmaların ne denli etkili olduğunu ve beni dinlemekten ziyade, kesin hükümlerle almış olduğu bu karardan dolayı elden bir şey gelmeyeceğini gördüğüm andaki çaresizliği yaşadım.

Uzaklarda olan bir arkadaşımla karşılıklı maillerimiz günlerimi doldurdu. Hesapsız, beklentisiz, anlarla dolu kocaman bir paylaşımda bulunduk birlikte.

Adını burada yazamayacağım ama çok sevdiğim ve benim için değerli olan insanlarla tanıştım. Sohbetler ettim. 
Sinema ve tiyatroya bolca gittim. Konserleri de unutmamalı.

Burada soluklanmak gerekiyor. 

2011 acısıyla tatlısıyla daha birçok şeyin yaşandığı yıldı. Her birini yazmak neredeyse bu yazıyı bir kitap eşiğine getireceğinden duruyorum.

Çok özledim. Çok sevdim. Unutuldum. Yanlış anlaşıldım. Anlattım. Anlaşılabildim.
Kimi zaman pes etme sınırına geldim ama sonra gökyüzünü hatırlayıp devam ettim.
Ağladım. Güldüm. 
Yazdım. Yazdım. Yazdım.

2012'de kendime verdiğim sözlerim olacak. Her birini hazırladım. 

Geriye dönüp baktığımda bireysel tarihimde yine koskocaman bir yaşanmışlık bıraktığımı gördüm. Şimdi bu son kelimelerini yazarken birazdan evden dışarı çıkıp İstanbul'un o büyülü havasını soluyacağım. Evlerinde, dışarıda, barlarda her kim varsa, herkese, bütün insanlığa kısa bir sözüm var.

SEVİN. SEVİN. SEVİN. Lütfen hayatlarınızda bu küçük ama etkisi büyük kavramı unutmayın. Güzel günler, 2012'de yakanızı bırakmasın.

Kalabalık Odalarda'dan sevgiler ve iyi yıllar...





28 Aralık 2011 Çarşamba

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -39-



Bazen ne kadar anlatsan boş! İnsanın kendisiyle olan kavgasında o kavgayı bile anlayamayanlar elbette seni de suçlayacaklardır. Elbette sen hep " özürlerin" söylendiği kişi olacaksın. Asıl düşündüklerin boşlukta tıpkı bir balon gibi süzülecek. Uçtuğunu görecekler ama nereye indiğini hiçbir zaman bilemeyecek, daha doğrusu bilmek istemeyecekler. "Geldin ve geçtin", bunu öğren diyecekler ama bunu söyleyecek kadar bir cesarete asla sahip olamayacaklar. Diğer her şeyde olduğu gibi bunu da senin anlamanı bekleyecekler... Kızacaklar, öfkelenecekler bu duygularda nefes almaya çalışacaklar. Soru sorulduğunda verdiğin cevaplar tatmin etmeyecek. Çünkü sen onların istemediği yerlerden sesleniyor olacaksın. “Anladığımı iyi bilirim” deyip seni bastırmaya çalışacak, hareketsiz halinden beslenecek ve daha da saldıracaklar…

Bazen neyi yaşamış olursan ol, her şey bir yere kadar! Zamanında paylaşılmış birçok şeyin içi, yine zamanla boşalıyor. Boşalan yerler bambaşka şeylerle doluyor. Sen bir yerde sabitle(n)meye çalışsan da yapmaya çalıştığın eskiye geri dönüş gibi algılanıp yine o yöne sapma olmasın diye söylemek istediklerinden çok farklı bir kulvarda diyaloglar kuruluyor. Öyle ki sen bile oraya nasıl gelindiğini, neyin buna sebep olduğunu anlayamaz hale geliyorsun. Aslında çok basit bir açıklaması var. Korku. Karşı taraftan duyulan korku değil, tam tersine onun kendisine karşı duyduğu korkudan bahsediyorum. Vazgeçemeyeceğini bilmekten korkmak, daha fazla o yörüngede durmaktan korkmak, duyacaklarından korkmak... Bir de bunu kendine itiraf etmek konusunda bir sıkıntı varsa şayet, işte o zaman ne yaptığınız konuşma konuşmadır ne de anlatmak istediğin asıl konu anlaşılabiliyordur. Devasa bir dalgada, küçük bir kayıkla kürek çekip kurtulmaya çalışmanın anlamsızlığı ile karşı karşıya kalırsınız. Denemek istersiniz, çaba göstermek, o dalgalı denizden bir an önce kıyıya çıkıp sakin sakin yaşamak; oysa bu şartlarda pek mümkün değildir. Denediğinizle, yorulduğunuzla, bir de üstüne üstlük bunu yapmış olmaktan dolayı suçlandığınızla kalırsınız. Değer verdiğiniz için çok konuşuyorsunuzdur. Daha doğrusu "çok konuştuğunuz", kızgınlık safında duran kişi tarafından size bildirilir. Çok konuşuyorsun diyerek değil; çok kızdım diyerek. Anlarsınız. Şaşırırsınız pekâlâ. Niyeti bu olmayan köyün, niyeti kötü insanı oluverirsiniz birden. 

Hissettiklerimi söyleyemeyeceksem orada bir paylaşımdan söz edilmesi mümkün müdür? Ya da farz edelim (bu da mümkün elbette) yanlış anlamış ya da yanlış bir yoldan anlatmaya girişmişsem, düze çıkmak için doğru düzgün uyarılmayacaksam neden varız? Zaten hayat yeterince gergin. Bir de böyle bir noktada sürüklenmek niye?

Kızgın değilim ama yeterince kırgınım. "Ben kimseyi incitmem, ben kimseyi kırmam, ben seni anlarım" diyorsunuz da ben de bıraktığı etki hiç de öyle değil. Ziyadesiyle kırgınım bu durumdan.














4 Aralık 2011 Pazar

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -38-

"İnsanlar hadiseleri basitleştirmeye, bayağılaştırmaya ne kadar meraklı..." Sabahattin Ali/İçimizdeki Şeytan

Ben nasıl biriyim? sorusunu kendisine sormayan insanlar var. Ya da sorsa bile samimiyetten binlerce kilometre uzakta olanlar... Uzun bir süredir bir kelimeye takılıp kaldım. Bunun üzerine kısa kısa da olsa bir arkadaşımla "orada bir yerde" karşılıklı yazdığımız maillerde dile getirdim. Meğer ne uzun ne aşılmaz bir konuymuş bu. Aklımın bile bazen durduğu, kendimle baş başa kaldığım zamanlarda ya da hiç beklemediğim bir kitap cümlesinin hemen sonrasında bile gelip de karşıma dikiliveriyor. İşin içine bir sürü başlık da giriyor. Karakter, hayatı algılama desturu, algılama zayıflığı, haset vs. vs. Oturup sıralamaya kalksam nereden tutacağımı bilemeyeceğim kadar çoklar ve bugünlerde zihnimi oldukça fazla kurcalıyorlar.

Hal böyle olunca bahsetmemek olmazdı. Sözlü sanatın bir süre mümkün olmadığı durumlarda yapılabilecek en doğru şeylerden birisi ya beklemektir zamanı gelinceye ve konuşacak doğal bir ortam yaratılana kadar ya da bir şeyleri yazıya dökebilme şansını kullanmaktır. Şimdilik yazmak sanırım en doğrusu. Hem böylece aylardır bozulan frekansımı da tamir edebilirim. Her ne kadar frekansı bozuk radyo alıcısı olsa da yazının ismi. Yani işin sırrı ayarları yeniden kendine getirebilmekte. Han serisi uzun bir zamandır vaktimin çoğunu aldığı için yazıları boş vermiş gibi görünsem de durum öyle değil. Bir kenarda toplanan, devamı getirilen ve egoist okura gönderdiğim yazılar var. 

Kalabalık bir ortamın en sevmediğim yanlarından birisi de gereğinden fazla sesin yükselmesi ve haddini aşan cümle ve yorumların zikredilmesidir. Bir boy ölçüsü alıp ortalarda elimde durmadan mezurayla dolaşamayacağıma göre bazılarına sus payı vermek de zamana yayılabiliyor. Ara sıra söylüyorum "Ne çok ses." var diye. Ses elbette iyidir ama bahsettiğim sesler çoğunuzun da bildiği gibi bir ayarsızlık halini anlatan seslerdir. En sevdiğiniz müzik cd'sinin birdenbire cızırdaması, radyo kanalının bozulması ya da çok sevdiğiniz bir filmin ortasında, sinemada, yanınızdaki, arkanızdaki birinin aniden konuşmaya başlaması gibi bir şey... Sinirlenirsiniz doğal olarak ve bazılarınız anlık bir feverana kapılıp yeri göğü inletir bu gibi durumlarda. Yapı itibariyle oldukça sessiz bir şekilde "konuşabilme" erdemine sahip olanlardanım. İma vuruşlarını kavrayıp geri gönderebilme üslubunu iyi bilirim. Naif ve inceden yapılan göndermeler her zaman daha çok hoşuma gitmiştir. Ama yeri geldiğinde de oldukça açık ve doğrudan olmayı da tercih ederim. Yani her şeyin bir oluru mutlaka vardır diye düşünenlerdenim. Saygısızlığa tahammülüm yok. Anlamaya çalışırım ama bu durumda bile hâlâ bir inatlaşma ve kabul etmeme durumu varsa kendimce iyi olduğunu bildiğim metodlarım da vardır. Bir defa aklın kullanılması koşuluna her zaman ihtiyacım vardır. Özellikle kendince yorumlara kalkışan birtakım insanların yeri geldiğinde en büyük ahkâmlardan başlayarak hayatı sorgulama telaşına içten içe gülümser ve geçerim. Ama aklımın bir köşesinde ağdalı bir soru işaretini koymaktan da geri durmam. Çünkü böyle insanlar mutlaka yeri geldiğinde muazzam bir oyunu sahneye koymaktan da çekinmeyeceklerdir. Kisve dediğimiz şeyin nerede olacağını tahmin edebilmek her zaman kolay değil. Bir nevi kisveli harikalar dünyasının kisvesi bol, kahkahası sahte, sayısız müdavimi var.

Yazının başında Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan kitabından bir alıntı yaptım. Okuduğum günlerde altını çizdiğim birçok cümlesinden yalnızca bir tanesi ama şu duruma öyle haklı bir bakış açısı kattı ki eklemeden duramadım. Oysa herkes kendisiyle biraz daha fazla meşgûl olsa hiç fena olmayacak. Ya da illa ki bir yorum yapılacaksa da çemberi fazla genişletmeden kendi oyun bahçelerinde bazı işlere kalkışsalar çok iyi olacak. Sabrımla bir sorunum yok. Uzun uzun başbaşa kalabildiğim, dinlediğim, ne demeye çalıştığını anlamak için fazla mesai yaptığım özelliklerimden birisidir. Fakat onun da kendi huzurunu bozmak istediği zamanları yok değil nihayetinde çoğu zaman bir artı görevi görmeyi sevse de ve ona en çok bu hali yakışsa da bazen eksi tarafta neler olduğunu merak etmiyor değil. Nasıl ben onu dizginlemesini becerebiliyorsam bunu beceremeyenler de var. Tıpkı kimi zaman benim de beceremediğim gibi... Fark -ki şu noktada ortaya çıkıyor- yeterince bir şeylerin kendi içimde zamanı geldiğini düşündüğüm an vakit kaybetmeyi sevmem. İşte o an bir mezuraya ihtiyacım olabilir. 

Ortam maymunu olmaya ne sabrım ne de zamanım var. Yekta Kopan'ın Bir de Baktım Yoksun kitabında ilk defa duyduğum sözde ne diyordu: "Cahil ile lak lak edeceğine alim ile taş taşı." Ben her türlü ağırlığı kaldırmaya hazırım. Bayağı ve boş laflarla hayat dönmez. Dönse de bir yere varmaz.

Demem odur ki herkes mümkünse kendi içindeki şeytanla mutlu olmayı öğrensin. Yok öğrenemiyor ve illa başkalarıyla da tanıştırmak istiyorsa bunu doğrudan olayların muhatablarıyla paylaşsın. Çünkü sonradan duyduklarım bende inanın keyifsiz bir tat bırakıyor ve ben, o tadı da sevmiyorum!



5 Eylül 2011 Pazartesi

"Ürkek Bir Gülümseme ve Özgürlük Molası"

Haliç ışıl ışıl. Geçenlerde aklıma bir şarkı düşmüştü. Türkçe sözlerinden birini yazmak istedim. Sonra nedense vazgeçtim. Şimdiyse hiç beklemediğim bir yerden onu duydum. O andan beridir içimde bir karıncalanma, durduramadım.

An geçer. An içinde yıllar boyunca sakladıklarınızsa geçmez. Hain bir kelime, takıntılı bir tavır gibi içinize oturur. Bazen bir isim, bazen yaşanan birkaç sınırlı zaman. Alır ve özenle saklarsınız. Bir terzi nasıl ince ince dikerse elindeki kumaşı, siz de hiçbir eksik yan bırakmadan ama çokça eksilerek kendi vitrininize, aklınıza dikersiniz. Belli bir süre sonra o dikişler atmaya başlar. Her ne kadar korumak için gözünüz gibi baksanız da gün gelir bir daha giymeyi istemeyeceğiniz bir hale gelir. Üzerinize yakıştığını düşündüğünüz, her defasında büyük bir merakla yeniden giyinmeyi düşündüğünüz kumaş artık giyemeyeceğiniz kadar kendisini unutturmaya başlar. Eğer iyi bir biriktiriciyseniz, "bir daha" hayatınızda olmayacağını bile bile alır onu elbise dolabının, yani kalbinizin, en özenli yerine yerleştiriverirsiniz. Bir zamanlar dışınızı güldüren, gök/yüzünüze güneş ışıklarını yerleştiren, hatta çoğu zaman yürüyüşünüzün şeklini değiştiren elbise yoktur.

"Gözlerime bak" der şarkıda, bakamazsınız. Fazladır. Daha fazladır. Kendi sesinizle dinlersiniz. Bir battaniye gibi örtersiniz müziği içinizdeki çıplaklığa. Müzik kuşatır. Susmaz. Kapatsanız da o melodi döner dolanır. Ritm hızlanır. Sözler anlatır. Duymasanız da bilirsiniz. Çünkü daha birkaç gün önce o sözlerin üzerinden defalarca geçmiş, bir cümleyi aklınıza keskin bir bıçak izi gibi kazımışsınızdır.

Bundan öte bir şey söylememin yararı yok. Sıktıkça sıkıyor. Bir bunaltı takip ettikçe çoğalan. Bu beklenmedik karşılaşmanın yüzümde bıraktığı ürkek gülümsemenin şahidi sadece benim. Şimdi gece sakin sakin teslim olmakta zamana. Olaylar oldukça uzakta kaldı. Benim de bir özgürlük molasına ihtiyacım var öyle değil mi?

Umursamamak da değil bunun adı belki ama çok sıkıldım.


2 Eylül 2011 Cuma

Eylül

Yazmasam olmaz, Eylül gelmiş. Bir büyük bahar coşkusu içimde, yalnız salına salına ve öylesine sakin. Kaldırımlardan yürüdüm bütün gün, caddeye inmeden. Kulaklarımda Ezginin Günlüğü'nün 'Dargın Mıyız' albümü. Bazen hiç beklemediğiniz bir sesle uzaklaşır gidersiniz şehrin kalabalığından. Ama kendi içinizdeki kalabalık, işte o, daima oradadır. Baksanız da bakmasanız da oraya, hep elleri açık bekler. Neyi kabul ederseniz iyi-kötü fark etmez, habersiz tavırlarınıza aldırmaz, kucak açar.

Bu seneye sığdırmaya çalıştığım, kuşandığım birkaç düşünce var. Böyle hayaller büyütüyoruz ya, işte onların samimi yol arkadaşlığıdır, sevgisidir bütün bu yolculukların devamlılığını sağlayan. Meselâ köşe yazarlığı yapmayı istiyorum. Arkadaş sohbetlerinde, bazen gelen yorumların etkisinde "neden olmasın? dedim kendi kendime. Bir de bir şey daha var ki aklıma yatan, olması için çaba sarf etmem gereken onun için de en kısa zamanda harekete geçmeyi planlıyorum. İnsan isteklerine, çalışmayı en çok sevdiği alanda kavuşabilmek adına hayaller büyütmesine büyütüyor da bir de bunların olabilmesi için ilk adımı atmazsa, zaman dediğimiz cellat tepesine gelip kuruluyor. Cellata fazla yüz vermemek de lâzım. Hayat bu. Kısa ve uzun. Her an her şeye göre yönünü değiştirebiliyor. Ne kadar çabuk elinden tutup birlikte yürümek için karar verirsek o kadar iyi.

Uzaktan bakarak dünyaya, içinden geçerek kimi sokakların ya da yolun sonuna doğru şöyle uzak ara mesafeli bir bakış atarak gelip geçti yaz. Kimi sözlerin avunmasız olduğunu öğrendim bu yaz. "Gökyüzü bazen ciğerime doluyor." diyor ya Ezginin Günlüğü, o nasıl bir nefesse tükenmesin istediklerimden. Bir yerlerde unutulmanın, kimi insanların hayatına apar topar girip çıkarılmanın, sonra da hiç orada olmamışsınız gibi davranılmasının "modern" bakışlı anlatımlarıyla tanıştım. Geçen zaman durakta bekler gibi de olmuyor çoğu zaman.

Kararsız kaldığım, yapsam mı yapmasam mı arasında deyim yerindeyse 'can çekiştiğim', bir hata "daha" yapmamak adına kendimle bol bol konuştuğum anlar oldu. Altını çizdiğim kitaplara baktım. Nelerin üzerinden geçtiğimi, hangi düşüncelerin aklımda yer ettiğini yeniden görmek için. Bol bol Turgut Uyar okudum. Bu yaz onun yazı oldu. Egoist okur daima yanımdaydı. Okudukça iyi hissettim kendimi. Bir de en önemli olaylardan birisi de müthiş bir 'saplantıdan' kurtuluşum oldu. Kocaman boşluklar nasıl da açılmış içimde ben farkında olmadan. O boşluklara da benden selam olsun! Meğer 'söz' denilen kelimenin anlamı ne çok boşaltılmış. Türlü oyalamalar devreye girmiş. Sonunda da baştan savma bir cümlenin içerisinde: "ama ben..." diyerek o son nokta konurmuş.

Eylül bana hep yeni doğmuş bir çocuk kadar umut verir. Bir başkadır gerçekten de diğer bütün aylardan. Adındaki harflerin içerisinde giyinir doğayı. Sanki hepsi tek tek düşecekmişçesine narindir. Bir dokunsanız kırılacakmış gibi boynunu eğer. Ne olursa olsun güçlüdür. Bangır bangır ben geldim diye bağırır. Duyarsınız mutlaka. Baharın tadı başlangıcından veya sonundan bellidir.

Şimdi tatlı bir uykunun yol arkadaşlığından hemen önce gelip geçen her ana, sarf edilmiş her küçük, büyük cümleye, türlü anlamlara, geçip giden her şeye eylülle birlikte veda zamanı da geldi. Yolunuz değil, içiniz açık olsun. Yol bir şekilde açılır.

Müzik dolu bir eylül olsun! http://www.youtube.com/watch?v=_aKpYgLNEPA









31 Ağustos 2011 Çarşamba

Parça(l)anmak

Zamanla harfler büyüyor. Kocaman kocaman sesler yükseliyor geride bırakılmış, yarım bir hikâyenin ardından. Elimi uzatıyorum. Sayfaların arasından kayıp giden düşünceleri tutmak için uğraşıyorum. Nafile. Anlar parçalanıyor ve iç içe geçmiş her ne duygu varsa oluşan boşluklardan akıp gidiyor. Heyecanla, keyifle başlanmış, yol almış kelimeler erimeye, azalmaya ve bir süre sonra da silinmeye başlıyor. Yırtıyorum. Kâğıdın hışırtısında nasılsa unuturum diyorum. 

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -37-

Kaçamazsın. Bir kenarda mutlaka bekliyordur. Önce inkâra kalkışırsın. Varlığını yok sayarsın ya da düşüncelerinde bir yerde duran ve bir kalkan gibi önünde duran zırhını görmezden gelirsin. Hile bahçesinden seçtiğin oyunlarla bir süre oyalanır, değme yalancılara taş çıkartacak şekilde yalanlar uydurur ama eninde sonunda teslim olursun. Bu bir rüya. Karanlık kapıların ardında çokça duyduklarınızdan. Sisli bir uyku gecesi, kapılardan, pencere pervazlarından gelen şüpheli gıcırtıların peşinden gitmenin tedirginliği içinde devrilen bedenin kendi kendiyle verdiği amansız bir kavga.

Hayat, yataktan kalktığınız anda tüm bir ömrün geride bıraktığı parazitlerden sıyrılıp kaldığı yerden devam etmiyor. Yanlış bir zamana uyanmak gibi... Bilinen algının dışında, bir şeylerin hiçbir zaman peşinizi bırakmayan takibi, yalnız başınayken bile garip bir şekilde takip edildiğinizin hissi, hiç duymadığınız ama bir yerlerde mutlaka bağıra bağıra sesini duyurmaya çalışanların çırpınışı... Ne kadar çok tanımadığımız ama bir o kadar da tanıdığımız şey var. Hepsi kılcallardan geçip o çatıda toplanıyor. Sinyaller yanlış da gitse o yanlışlığın bir doğrudan ileri gelebilme olasılığının yüksekliği insanı ürkütüyor.

Ayakları yere basmayan bir gündüzün sonrasında başlanılan ama malum nedenler bile diyemeyeceğimiz birçok şey yüzünden kesintiye uğrayan bir cümleyim. Nerede ve nasıl başladığımı hatırlamam için biraz yukarı doğru gerinmem gerekiyor. Oysa aklın yolları arasında geçişler daima mümkün. Nasılları bir kenara bırakırsak ve nedenlerin kuşatmacı kibrinden uzaklaştığımızı varsayarsak, çok kısa bir süre sonra tamamlanabilme olasığım yüksek. Bir yudum daha alırsam "o son yudumu almamalıydım" diyebilecek kadar özgürüm şu an. Yakın zamanda okuduğum bir kitapta geçen "Yalnızca bir an ama. Yalnızca bir an farklı görünüyor her şey." cümlesini anımsıyorum. Muhtemelen altını çizmiş olmalıyım. Altını çizdiklerimiz yeri gelince kendini hatırlatmayı daima sevmiştir. Bir klişenin daha izinden gitmenin rahatsızlığını duymuyorum. Çünkü kaçamazsın! İstesen de istemesen de an gelir ve karşında bulursun. Et ve kemik gibi olması şart değil; bunu sen de bilirsin. Bazen o biçimsiz varlık seni öyle bir ele geçirir, içindeki katmanlardan öyle bir hızla geçip gider ki sen bile fark edemezsin. Bir bakmışsın bir yazının herhangi bir paragrafında yahut beklemediğin bir anın en koyu sohbetinin tam da ortasında yer bulur. Anlam veremediklerin seni zorlar. Kovalarsın. Kendi çıkışının olmadığını düşündüğünde, başka insanların kelimelerine ihtiyaç duyarsın. En kötüsü de içten içe beklersin. Mümkün veya değil; öyle ya da böyle. Tükenme sınırına yaklaştığında uyanmayı dilersin.

Benimki de böyle başlamıştı. Bir bardağı bile kaldıramayacak düşkünlüğe eriştiğimde, beş duyunun yetersiz kaldığı bir anda, birbirine bağlı gibi görünüp aslında hiç orada olmayan yığınla duygunun arasında sıkışıp kalmıştım. Zorlamanın fayda etmeyeceğini anladığımdaysa inkâr yanı başımda duruyordu. Ona ulaşmak kolaydı. Dokundum. Bir inkârın lafı mı olacaktı. Ama oldu. Herkes bir şey söyledi. Durduramadım. Çünkü yerleşik algılar bir diğerini ister istemez etkiler. Açılmak için kendini bırakmak, süzülmek gerekir. En kötüsü de  "mış gibi" ler değil midir? Bir masala inanmak ya da o masalın en belirgin kahramanıyken devamlılığının sürecek olmasının yanılgısı içinde kalakalmak...

O bir kenarda hep bekledi. Ta ki ondan uzaklaşamayacağımı anladığı şu ana kadar. Aylar öncesinin gecenin bir yarısında beni aniden yataktan kaldıran görüntüleri şimdi uyutmuyor. Bu bir rüya. Yalnızca bir an kaçabildiğimi sandığım oysa hep içimde asılı kalmış amansız bir kavga...







*Bahsi geçen kitap: Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra - Barış Bıçakçı

5 Ağustos 2011 Cuma

Teoman Nereye?

Gitgide ölüyor bir şeyler. Hayaller, zaman, içimizdeki o canlı çekirdek. Islak omuzlarımızda bize ait olan saçlara bile katlanamaz hale geldik. Oysa o ıslaklık bizimdi. Fakat hayatın ortalığı silip süpüren baskıları, saçmasapan fikirlerin üzerimize zorla giydirilmeye çalışılması bizi daima vurdu. Vurmaya da devam ediyor. Kimilerimiz içimizdeki o canlı çekirdek adına direniyor ve olan biten her şeye karşı da diretiyor. Bu dünyada yediğimiz yemekler, dinlediğimiz müzikler, seviştiğimiz kadın ve erkekler, belki de en derinimizdeki "tat" kaybolmaya başlıyor. Evet, her biri bir bakış açısına göre sonsuz da olabilir. Hiç tükenmeyecek gibi de durabilir ama işte "sanatçı"nın bir yazarın, müzisyenin dünyası her adımda törpülendiği ve onca şeyden etkilendiği için karmaşa sürekliliğini koruyor ve bir noktadan sonra o çekirdek çatlamaya başlıyor. Karşı koymak için biçilen süre içinde değişmeyen ve değişmediği gibi gitgide bozulan sular o suyun, o tadın bozulmasını hızlandırıyor.

Kendi alçak düzlüklerimizde bir tek bizim bildiğimiz hayallerle avunmaya çalışıyor, şanslıysak birilerinin duyması için debeleniyor, üretiyor ve sonrasında da, geçen kısacık bir süreden sonra, kaldığımız tatsızlıktan, aynılıktan yola devam ediyoruz. Uygun bir deniz bulsak her şeyi kollarımızdan bırakacağız o sulara. Ruhta başlayan yangın, saldırganlaşmaya ama bir tek kendine zarar vermeye kadar gidiyor.

Rahatlama yazısını okuduktan sonra "Teomannnnn nereyeeee?" diye haykırdım sosyal medyada. Gitmek elbetteki en doğal hakkın. Seni ben hep sessizce sevdim ama şarkılarını söylerken haykıra haykıra, bağıra bağıra... Zaten sevmek de böyle bir şey değil midir? Bir yanın sessiz, suskun ve yalnız köprüler gibiyken; bir yanın da tam tersine sesli, konuşkan ve kalabalıktır. Yaşamın tekdüze bir yolu yoktur; duyguların olmadığı gibi...

Geçtiğimiz aylarda hayatımda ilk defa şarkı sözü yazmaya çalıştım. Evirdim, çevirdim bir şeyler hep eksik ama sonra aklıma sen geldin. Dedim olsa olsa Teoman bunun müziğini yapabilir. Elbette ulaşmak pek kolay değil sana. Ama ben, senin benden haberin bile olmadan, kendi büyüttüğüm Teoman sessizliği içinde bunları düşünüyordum. Birilerinin sen farkında olmasan da seni düşünmesi muhteşem bir duygudur ve bütün o üretken yapı içerisinde müzisyenler ve yazarlar buna en fazla sahip olanlardır.

Her cümlen değerli, her notan ruhun katmanlarında kimi zaman girişi olan kimi zaman da çıkışı olmayan bir yol. Sokak. Arka sokak...
Seni çok seviyorum.

İçinde seni sıkan ve seni tüketen duygular "müziği bırakıyorum ya çok çok uzun bir süre, ya da büyük ihtimalle hiç dönmemek üzere" cümlen kadar olur. Çünkü bu cümlendir beni yine de umutla seni beklememi sağlayacak olan. Çünkü eminim sen bile bunu yazarken açık kapılarını tam olarak kapatamayacağını biliyordun. Bizi sana açan kapıları... Müziği, notaları, uzun uzun yaşanmışlıkları ...


Her neredeysen oraya selam olsun!


11 Temmuz 2011 Pazartesi

Duygularım Çekti Sıcak Sözcüklerle Yıkayınca




Yorgunum… Bütün telaşlarım alıp başını gitti. Duygularım çırılçıplak! Sonbahar rüzgârları da olmasa...



I-

Beynimde durmayan bir uğultu var. Hani nereye gitsen, nereye baksan peşini bırakmayan türden. Kilometrelerce uzaktaydın. Kaç defa okuduğum kitapları yarım bıraktım. Gelmedin…
Biz ve belki ben, bile bile zamana emanet ettik aşkımızı. Genel geçer zaman anlatımlarına kandık. Yanılmışız. Sesimiz yetmedi içimizdeki sessizliğe ve gidişinle içimizdeki tek cümle de paramparça oldu. Yalnızlık köreltiyor her şeyi. Artık yıldönümümüzü beklediğim ilkbahar ve mayısa vurgun gecelerim yok! Senden kalan izler de yavaş yavaş siliniyor bedenimden.

Yaz bitti…

II-

Nefessiz geçirdiğim aylar geride kaldı. Yine de kime dayansam, aklımda senin kokun… Hiç kimseyi yaralarıma dokundurtmadım. Hep aynı tanıdık telaşlarda sürgün ediliyor duygular. Pazarlıklar aynı. Oyunlar değişmiyor kurmaca dokunuşlarda. Aşk boşlukta sallanıyor. Yorgunum… Bütün telaşlarım alıp başını gitti. Duygularım çırılçıplak! Sonbahar rüzgârları da olmasa...

Mevsim bitti…

III-

Hatırlayamadığım onca rüyanın öcünü tek gecede almak için uyumak istiyorum. Olmuyor… Anlaşılan hesaplarda bir karışıklık olmuş! Oysa ben yeteri kadar ödediğimi düşünüyordum. Demek ki bitmemiş. Alışkanlıktan olsa gerek: “ Hepsini getirin tek tek ödeyeceğim” diyorum.
Meğer hâlâ ayakta kalabilmeyi başaran bir şeyler varmış içimde. Aylar öncesinde kaybettiğimi düşündüğüm savaşı tetikleyecek birkaç kıpırtı duruyormuş. Acaba nereye saklanmıştı da onu bulamamıştım? Öyle ya, derinler. Ben bile yeteri kadar iyi bilmiyormuşum iç dünyamın sınırlarını. Nefesimin kesildiği ilk yerde her şey bitti sanmıştım. Oysa acıyla karşı karşıya mücadele etmek zorunda bile olsam, ‘insanca’ bir duygum hâlâ duruyormuş. Evet, insanca bir duygu, yanlış duymadınız. Siz gördüklerinize bakmayın. O yüzden getirin, yarım kalan hesap her kimdense onu da ödeyeceğim. Yeter ki beni bırakın!

Ödedim…

IV-

Bu ses… Yazdıklarımın arasından ansızın bir teşekkürle fırlayan bu ses kime ait? Meselâ bir adı var mı? Yoksa O’na ben mi bir ad vermeliyim? Acaba en çok neyi duymak ister? Duymak istediklerini mi söylemeliyim? Peki ya benim söylemek istediklerim? Şimdilik bir cevap bulamıyorum. Ertelesem mi? Belki de.

Ne zaman hayatıma biri sorularla girecek gibi olsa ürküyorum. Adımlarım daha çok bana doğru ilerliyor. Olduğum yerde kalmayı tercih ediyorum. Aslında kaçıyorum. Sanırım senin sonun da bu olacak, üzgünüm.

Erteledim…

V-

Gözlerinin derinliği acaba kaç metre ve ben sonunda o gözlerde boğulmak uğruna bile olsa, daha kaç metre dalmalıyım? Hayır, ölmek istemiyorum. Sadece dibine kadar maviye batmak istiyorum. Senin sualtı tarihin olmayı ve belki dalarak beni bulabileceğini umuyorum. Mesela İ.Ö 1200’den hemen önce, ilk antik batık olan Tunç Çağı gemisinin bulunamayan bir parçası olmak istiyorum ve beni günışığına çıkaracağın günü bekliyorum.

Hâlâ hesaplıyorum.


VI-

Buraya gelene kadar neler yaşadım?

Bir mayıs çıkmazı, biten bir mevsim, ödenen ve hesabı kapatılan bir acı, ertelenen bir aşk ve hâlâ hesaplamakta olduğum metreler!


Bir dönemin özeti, üzerime kimi zaman küçük kimi zaman büyük gelen duygular, yaşanmış onca şey, bir saat kadar kısa bir süre içinde tıpkı bir elbise gibi çekebilir mi sıcak sözcüklerle yıkayınca? Her şey her son bir öncekinden ne kadar da kısa.

Tuhaf ama sonuç bu.

5 Temmuz 2011 Salı

Çıkmam Gerekli Buradan

“Tüm geceler birleşmişti, siyahı oluşturmuştu ama bir şey vardı delip geçen. Tayfı bozdu apansız. Gidişe dur dedi sanki. Bunu görülemeyecek devinimsel bir çabukluk içinde gerçekleştirdi. Kırıldığım yerden aldı ve “nasıl mutlu oluyorsan” dedi. Nasıl mutlu olduğunu hatırladı çocuk. Güneşi gördüğü zamanları hatırladı. Unutmayacak. Söz verdi o."

Geldim...
Bilmiyorum değişen ne?
Neresindeyim?
ama
geldim.

"ve geldim daha şık düşerdi"


Geceydi. “Üzerinde ne var?” dedi bana. Lacivert ve çok parlak yıldızları olan berrak bir gökyüzü dedim. Üşümüyordum hiç. Atmosfer ve oksijen.
Derin bir nefes daha. Kaybolurken, düşerken, anın resmiyetsiz bakışlarında kol kola gezinirken. 


Güçsüz bırakılmış gecenin altından kaymalı bazen aşk ya da nevresimde bırakılmış sevişgenliğin, elvedası esirgenmeli. Yaşam donmalı, paylaşmanın damarı "ar" diye çatlatılmalı. Kim bilir, belki de sonrasızlık da bir kamaşmadır gözlerde başlayıp yine gözlerde biten.

Dört sekizlik bir ezgi duymalıyım nefesinde. İçim donmalı ki uzun sürsün melodi. Öyle bir kucakla ki kaybolmasın. Konjonktürden uzak bir karakutunun içine sakla beni.
  
Alıyorum ve nasılsa hükümsüz yargılanıyorum teninin yalnız kurmacasında. Oysa bir bulmacadan düşürmüştüm seni ve belki yaralarımın en kabuklu zamanından. Anlayamamıştım zamansız akrostişlerimi. Hangi ve kaçıncı çevirisisin şiirlerin yabancı dudaklardan dökülmüş? Sargılarım var. Ellerimin aymazlığından mı yoksa soğuktan mı, bilmiyorum. Karmaşa salgıları akarken saçlarımın soğuk damarlarından her hece teker teker düşüyor kelimelerin sökülen yerlerinden.

........ve sadece bir kahve içelim; uzun soluklu olmasın artık kafein buharı. Çözülüyorum kendi içimde.


"Varlığını hissettirmemeliydi, bu yeterdi. Oysa iki dakika önce çok mutlu bir insandı. Hayatını dakikalarla biçimleyecek ayarsızlıkta olmamalıydı aşk... Huzursuzdu. Belli ki gidecekti; kapıyı açtım, kelimeleri ruhuna usulca serpiştirdim. Biliyordum her şeyi içine alıp ve bir süre bilinçle bilinçsizlik arasında ruhunu savaştırırken adımlayacaktı geçtiği yerlerden habersiz. Kapının koluna dokundum; o sadece adım attı."




22 Haziran 2011 Çarşamba

Hava Raporu

Yinelendikçe çoğalan su bazlı bir gece tarifesinde konaklıyor İstanbul. Oysa kaldırım kenarlarına resmedilmiş geçirgenliğin de bir sonu var.

Taktı mı takıyor uykusuzluk kendisini yorgun kirpiklere. Hastane yolunun cama vuran hızlı damlalarıyla arşınlanmış koca bir günün sonrasında, göz ucuna değen sayısız satır karmaşıklığının son deminde güçlükle mırıldanıyor içimdeki sessizlik. Sabahleyin, arabanın içinde seyir yolculuğundayken hoplaya zıplaya yapılan kalem çizgileri azalmış, göz altı çukurlarıma bulaşmış ve kendini oraya istemsizce hapsetmiş. Gece tarifesi olmayan benlikler ipuçlarında boğularak öldürülmüş. Yıpranma payı unutulmuş. “Ne gelir elden”li cümleler uzun soluklu konuşmaların orta yerinde zengin bir kalkış yapmış, sıradanlığın öfkesi duvarlara boşaltılmış ve her ne olduysa olsunla başlanmış sonuç cümlesine.

Halı üzerinde, parmak uçlarına değen ılık duşun seyiren bakışları altında yürümeye çalışmak, insanın canını sıkıyor bazen. Kuru bir şeyler kısa süre içerisinde kimliksiz kalıyor.

İstanbul yatak örtülerini değiştiriyor ve masmavi bir dalga yerini çamurlu gözlere teslim ediyor. Adı her neyse diye fotoğraflanmış bir kaç kutunun en ücra köşesine bırakılmış ayakkabı bağcıkları. Turuncu ve mor dengesizliği gözlerimi kamaştırıyor. İki elim birbirine kenetlendi. Metal saplantılarım uyandığında takılmak üzere birkaç saatliğine uykunun başucuna usulca bırakıldı. "Hadi artık" diyen düş, gürültülü kolunu duvara fırlatıp paramparça etti. Bir kaç parça morluğun kimseye zararı olmaz. Olsa olsa iki haftada kendini toparlar beden. Bazı morluklar çabuk geçer. Bazılarıysa böyle çirkin bir görüntü verip kendini elalemden gizlemeye çalışır. Oysa bilmezler öfkesinden değil kendisine kızdığından yaptığını.

Bu defa panjurlar inmiş. Belki de kapatılmış bir kutuda yalınayak kendinle konuşmak dışarıdaki boranı görmekten iyidir.

Hava raporu ne yazıkki doğrulanamadı.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -36-

"Geçmesi lâzım, geçecek. Başka ne olacak ki?"

Şarap kokulu bir gece daha. İstanbul ekseninde zaman karmaşası sürüyor. Şöyle, sus payı benim olmayan, okkalı bir hikâye yazmak da var ya serde, şimdilik atın ayakları uykuda dursun. Kim bilir belki de ben bile fark etmeden süzülür anlam kalp aralığından.

Ne kadar zaman oldu? Üzerinden kaç damla geçti? Hangi kapıdan geri dönüldü ve mesela kapı numarası kaçtı?

Yazarken bilinçle bilinçaltının dili sürçebiliyor. Kafa karışıklığı su yolunda gizlenmeye çalışan küçük ve sevimli damlacıkları ört bas etmeye yetebiliyor ve aşk, şişede durduğu gibi durmayabiliyor.
Mola bitti.

Evin ışıkları kapatılır, yan görüntülerin ayarı yapılır ve sohbetin en baba yerinde durup soru merdivenlerinin basamakları yavaşça çıkılır.

"Anlatmayacak mısın?
"Birazdan anlatırım, toparlayayım da..."

Bir kâğıt olsam acaba hangi renkte bir kalem tarafından dile getirilmeyi isterdim? Akıl eklemlerinin iklimlerle bozmuş beklentilerini üstünü kapatmadan anlatabilmeyi.

Kelepçeler bir tek boğazında değil insanın! Bazen sahnenin en gerisinden olanlara şahitmiş gibi görünseniz de aslında o kelepçenin tam da en önemli bağlantı noktasından tutulur kalırsınız. Kelepçenin anımsattıkları bellidir. Tutsaklık! Asıl önemli olan, o tutsaklığın içine girebilecek bir bedene sahip olup olmama noktasında ortaya çıkıyor sanırım... Bu, mağazaya gidip çok güzel bir elbise beğenip üzerinize uygun bedeninin olmadığını görünce kısa bir kararsızlık yaşayıp sonrasında üzerinize olmayanı almak gibi bir şey olabilir mi? Duyguların da bedeni var mıdır? Ne alaka mı? Bilmem. Dedim ya, bazen anlamın kırılma noktasının ve anlatmaya çalıştığınızın, nereye saklanmaya çalıştığının farkında olunması ve/veya olunmaması problematiğinde düğümlenir her şey.

Şişe sayısı beşi geçtiğinde bir yalnızlık kollar kadehi bir de sessizlik. Camların sürtünme aşkı, bir diğerini hızla ortadan kaldırmakla yok olur. Eşitlik alkol sınırında ortadan kalkar. Yerin ağırlığı yorgunluğun bacaklarını büker. Sonrası değiş tokuş yoluyla takas edilen iki sigara. Duman ne olduğunda insanı boğar? Dijital göstergeler kaçı vurduğunda uyku hazırlıkları yapılır ve bir uykunun kaç tane tuzağı vardır sayıklamalarla eşleştirilebilecek?

Bakın yine aynı şey oldu. Kitaplar dağıtılınca öteye beriye ve bir düşün kucağına bırakılınca gece, dilin ötesine berisine saklanmaya çalışılan anlam da uzak durmuyor anlatmaya çalışılmak istenenden.

Şimdi sus ve... 

19 Haziran 2011 Pazar

Ezgisi Ağır Bugünlerin

Sonra bir battaniye daha örtersin uykusuzluğuna. Gözlerinden düşen ne uykudur ne de gözyaşı. Tanımsız devinimlerin usul gürültülerinde, yalpalayarak yürür ayakların.

Küçük çocukların hevesli adımları var kelimelerimin hemen sağ tarafında. Eskiden çamurları karardım parmaklarımı nereye koyacağımı bilemediğim zamanlarda; şimdiyse kelimeleri... O zamanlar ortaya çıkan yaratının içinde saklı olan anlamı anlamadan su ve toprağı harmanlar, var gücümle birkaç şekil yapabilmek uğruna, günümü devirirdim. Avaz avaz kızılan oyunlarım. Çamurun içinde zıplamaktan ölesiye keyif aldığım, bacaklarıma bulaşan kahverengiliğin zamanla çatlaklaşan görüntüsüyle, ortalıkta fır döndüğüm zamanlarım. “Bir daha kızsalar bir daha yaparım” demek ne kadar da keyifliydi.
Kısa pantolonlu, bol pasaklı günlerdi anlayacağınız.

Sonraları, minik ve tatlı kloş elbiselerin hanımefendi görüntüsüne sakladım parmaklarımı. İki yanından tutunduğum eteğin parçaları arasında döndüm dünya içinde... Başımın ayaklarımla orantısal paylaşımında, edası gamzemde tutuklu gülümsemeler savurdum içime, hep içime bakan gözlere... Hem çamurla haylazlığı hem de kendimden büyük elbiselerin hanımefendiliğini güldürdüm küçüklüğümde. Bu çocuğun gözleri gülümsemekten hiç vazgeçmedi.

Dün gece, parçalanan defterimin bir köşesinde, yırtıp attığımı sandığım bir cümleyle karşılaştım. Şarkı sözlerinin anlık hafızaya düştüğü anların birinde yazmış olmalıydım. Ne kadar zorlasam da oraya o cümlenin ilk ne zaman düştüğünü hatırlayamadım. Geçerliliğini içimde koruyan o kadar az şey varken, bu cümlenin hâlâ içimde olması dingin bir huzur verdi. Belki yazardım o kelimeleri buraya ardı ardına, anlatırdım anımsayabilseydim yazıldığı tarihi. Yalnızca mevsimin belirginliği sabit. Yaz ve gökyüzündeki çember.

İçimde bir büyük heyecan. Parmaklarımdan da şaşkın kıpırtılarım... Geçmiş zaman görüntüsüyle düşse de çocukluğum günüme, bugünümden vazgeçemeyişimin tek nedeni hâlâ o. Ne zaman pabuçlarımın üzerine basarak yürüsem ancak o zaman üzerime giydiğim hüzünden sıyrılıyor adımlarım.

Akşam olur, İstanbul ıhlamur kokusuyla kaplanır...

Elinden içtiğim kahvenin tadını saklıyorum. Sakallarına düşen sızının, yüzümde bıraktığı çizgileri de. Haberin yokken uykunda seninle konuştuğum zamanları da. Sana dair her şeyi, zamanın birinde dokunmayı başardığın çocukluğumla birlikte tutuyorum. Seni çok özlüyorum...

Kepenkleri birazdan kapanacak dört duvarın. Sigaranın tekmil dumanı saracak balkonun her bir köşesini. Bir nefes daha çekerken bir nefes daha verecek gece.

Yastığımın altına sakladığın gülümsemeyi bulmaya gidiyorum... Biliyorum o hâlâ orada, bıraktığın yerde ve yine biliyorum, ezgisi ağır bugünlerin.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Başıboş Her Şey Sonunda

" Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar"
Turgut Uyar


Neyi söylesem bir sonrakinden farkı yoktu. Sarmal başa sarıyor, kabul edilemeyen sözler etrafta dönüyor ve içinden kısacık, seçilmiş bir anın tortusu bütün önceyi ortadan kaldırıyordu. Nereden başlasam sonunda o cümlenle karşılaşıyorum. Bütün gerçeği yerle bir ediyor. Daha bir anlaşılır olsun diye iri iri rakamlarla önüme koyduğun zaman aralığını görmezden geliyorum. Sonra o rakamlar günlere dönüşüyor, günler aylara. Tedirgin oluyorum, üstüne üstlük senin bilmediğin sabahlarda uyanıyorum. Uslanmıyorum.

Bizim hiç fotoğrafımız yoktu. Hep kaçamak saatlerin hayata başkaldırısını oynadığımız kısacık anların, gerçekliğe meydan okumaya çalışan görüntüleri vardı. Yani, benim ve senin en güzel şaşkınlıkları...

Kapı çalardı. Açardım. Dakikalarca sarılırdık. Konuşmaya fırsatımız olmazdı. Öpüşürdük. Dalgakıranları döven o fütursuz dalgalar gibi... İçeri girerdin. Bir yanımda kolların diğer yanımda sıcaklığın olurdu. Sen içimde neresi varsa oraya girerdin. Kısacıktı. Hepsi birkaç saatin içinde olup biterdi. Orada biterdi. Burada biterdi. Giderdin. Bir tek ben kalırdım deliler gibi kavuştuğumuz evin mutfağında, odasında, koridorunda. Bir tek ben kâğıt peçeteler arasına sıkıştırılmış ölümlülerin yasını tutardım. Hüznüm kargacık burgacık dökülürdü kâğıtlara. Ama mutluydum. Gitsen de unutkanlığa hiçbir zaman dönüşmeyeceğini bildiğim bu kısacık anların görüntülerini durmadan başa sararak gülümserdim. O an kelimelere dökülen hüznüm de son cümlenin bitişiyle yitip giderdi.

Bazen kahveyle gelirdin. (Kahveyi ne çok seversin.) Belki bilmezsin ama getirdiğin kahvelerin poşetlerini hâlâ saklıyorum. Atamadım. Bir anıya dönüşmesin diye yaptığım her ne varsa tek tek damgalandı bu dört duvar arasına. Görenler bana deli diyebilirdi. Kimse görmedi. Bilmedi. Bana bıraktıkların adım attığım her köşede, kendi yerlerinde duruyor.
Biliyor musun bir ara annem, getirdiğin bardakla bir şey içmeye yeltendi de elinden bi koşu kapıp aldım. Neye uğradığını şaşırdı kadıncağız. Senin verdiğini söyleyemedim.
Görsen, senin bilmediğin daha ne delilikler yaptım. Bütün bu sarhoşluklar hiç umurumda değil.

"Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden."

Kaçak yaşıyorduk. Bir zorunluluktu kuytu yerlerdeki kavuşmalarımız. Günlerden o günü ya da beklenmedik bir akşamı, -hani o siyah file çorabımın geceye takıldığı- çalıp, ben kaçmaya çalışırken kahkahalarla, sen bu halimden hoşnut, dokunurduk birbirimize karışmış içimize. O daracık yerde yaslardım başını göğsüme. Susardık. Yalnız ben değil bu ev sevinirdi. Usul usul gelip geçtiğimiz bu maceranın her buluşmada birbirini yeniden kuran şehirleriydik. 

O her şeyin serpilip büyüdüğü ekim akşamına döndü bütün özlemlerim. Kaç özlem biriktirdim sen yokken. Kaç belki'yi değiştirdim gelip karşıma dikileceğin o günler için... Çekip aldım sen yokken içimdeki her bir yalnızlığı, okuduğum kitapların sesli sözleriyle avuttum. Bağıra bağıra geçti cümleler dudaklarımdan. Senin yokluğunu sevmek istemedim. Onu tanımayacaktım. Eski zaman hikâyelerine kanmayacaktım. Sen yine kalkıp kalkıp gelecektin. Kapıyı yarım açıp tam kapatacaktım. Dışarısı için saklanacaktık ama içeride açılıp saçılacaktık. Serinleyecekti bu ev. Senin gibi "Ohh be!" diyecekti. Kahve kokacaktı. 

İlk aklına geleni söyledin. Orası, o ev bir daha olmaz dedin. Cumartesileri de işte böyle böyle yalnız bıraktın. Birdenbire kendi boşluğunun farkına varınca bana bıraktığın boşluğu görmezden geldin. Git gide uzaklaşınca, kesildikçe konuşmaların sıklığı, elde kalan sözlerinle yetinmeyi öğrenmekle geçti zaman. İnsan neyi kaybedeceğini anladığında giderdi ki?

"Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"

Artık kapıyı açmıyorum. Senin olduğun yerlerin kapılarını açıyorum. Hayat hep mi beklenmedik sahnelerin varlığıyla anımsatır tesadüflerin kaçınılmazlığını? Hangi eksikliği tamamlamak için oradaydık, kim bilir. Bende çok uzun zamandan beri yitirilmemiş bir öykün, hâlâ tam anlamıyla yazılamamış bir geçmişin kaldı. 

Bir şeye inanmıştım. Önce olanlardan, henüz ateşinde daha yeni yeni kavruluyorken bir tek ona inanarak, kalbimin en duru anında senin olmuştum. Bu yüzden yanılamıyorum ya! Kendime dönen ısrarcılığım, işte sadece bu yüzden. Senin yolunu ezberlememi istesen de ben yeniden yıkıntıların, tozun dumanın arasından sıyrılıp, o izlerin yoluna düşüyorum. Kurduğumuz şehirlere gidiyorum elimde küçük bavullarla. Sonra geri dönüyorum. "Dön diyorsun." Bekliyorum. Uzun süreler mi geçiyor yoksa bana mı uzun geliyor, yine elimde bavul gidiyorum. Sürekli gidip gidip geliyorum. Bir boşluğun düzeni de böyle böyle kuruluyormuş, anlıyorum. 

Bir yudum şarap alıyorum. Elimi koyacak yer yok. Ayağımdaki ağrıyı unutuyorum. Başımın ağrısı başlıyor bu defa. Kaçamıyoruz. Kolonlar var. Siyah. Başımdaki sıcaklık kanımı uyuşturuyor. Rahatlamak nasıl bir şeydi, bir an önce hatırlamalı. Denizi düşünüyorum. Minderler soğuk. Yaşamam lâzım. Susmamam... Durulmam... Provasını almadığım bir metnin içindeyim. Adının boşluğa düşmeden önceki kıvrımında sıkışıp kalıyorum. Kaçamıyorum. Nereye gitsek bütün bunlar bizimle gelecek. Bavulu bırakıyorum. Bavul yok. Hâlâ elimi koyacak bir yer bulamıyorum.

"Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor."

Kaçamak bakışların, tesadüfün yarattığı sıkıntılı sohbetlerin arasından sıyrılıp ayışığının uzaktan bizi izlediği, şarap kadehlerinin bizden önceki bitmişliğini anladığımı çaktırmadan yerime oturduğum o yere çıkıp geldiğinde, bir anlık aldığın huzursuz nefesin çok ötesinde bile o şehirleri kuruyordum. Bu defa ben yoktum. Kapıyı araladığımda gözlerime düşen bir an oradaydı. Bir değil, iki değil, tam üç defa önünde onu oyalayan şeyden sıyrılıp bana bakmıştı. Şehir ele geçirilmişti. Bize ait olmayan şehrin sokağında bir yabancıydım artık. Ben hep yabancıydım.
Duruma en aykırı cümleler geçiyordu aklımdan. Bir şaşkınlığın izlerini yok etmekle uğraşıyorken ve nereye doğru yürüdüğümü tam olarak anlayamamışken "Çabuk ol!" dedim kendime, vaktin yok. Bir an önce yok et o izleri. Kimse anlamasın. Şüphelenmesin." (Tıpkı bir zamanlar her gelişinde getirdiğin kahve poşetlerini anlamadıkları gibi... ) "Bildiklerini unut. Sen bilmezsen kimse hiçbir şey anlamayacak."


Sildim, yok ettim hepsini o gece. Müziğin ritmine katılıp giden bir sohbetin kucağında açtım gözlerimi. Yaşıyordum. Denizin mavi rengi, başımdaki sıcaklık, soğuk minder, her şey yerli yerindeydi. Kimin gözü o gece kimin gerçeğindeydi bilmek istemedim.


"Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak"

Sonra saatler geçti. Üzerinde oturduğumuz koltuklardan güç aldık. Senin kolların iki yana açılmış, benimse kalbim saçılmıştı. Mayhoş şaraplardan ne beklediğimizi, neyi arayıp bulmaya çalıştığımızı bilmeden bir yangının içinde gülümsüyorduk. Aramızdaki camdan duvar parçalansa mutsuzluğa dair ne varsa kırılacaktı. Her şeyi, adanmış bütün sözleri tüm çıplaklığıyla hatırlıyordum. Rüyalarımı işgâl edip aklıma her düşüşünde olduğu gibi bugün, burada "yasaklanmış birgünden" nasibimi alıyordum. Tıkanmıştı gecenin boğazı. Evimiz artık çok uzaktı.

Durup dururken nasıl olmuştu da karşıma çıkmıştın. Oysa alışverişler bitmişti. Kapatmıştın eski püskü cumartesi defterini ama gün yine bir cumartesiydi ve akşamdı. Gün dönmüştü. Öğle saatlerinin bekleyişinden yoksundu zaman. Yeni yeni içkiler istedim. Sakinliğimizde iyiydik. Gözlerine bakmaktan bir geçiversem, ruhumda ve bedenimde tüneyen ürpertiden bir sıyrılabilsem senden uzak kalacaktım. Yanıldığım yerden dönmeliydim. Sırtımı döndüm. 

Birden cam aralandı. An rüzgârsız yerden içeriye sokuldu. Elinde bir şeyler tutuyordu, göğsüne yakın. Göğsüm sızladı. Şehir büyüsün, duvarlar yükselsin, yeni ayın kucağına erişeyim istedim. En uzak denizlerin kıyısında yalınayak kaçacak, sığınacak yerler aradım.  Sen vicdanının beni de içine kattığın haritasında korkarken ben, o "ana" yenilmedim. Geceyi kapattım.

"Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı"


Nasıl olurdu kim bilir yeniden senin olduğun caddelerde yürümek? Doğum günü çocuğunun pastasının üzerindeki mumları söndürürken yaşadığı o mutluluğu yaşamak. ..Nasıl olurdu toprağı döverek çıkan çiçekler gibi aydınlık bir baharda açmak bütün kıyıda köşede kalmış defterlerin sayfalarını. Bu dengesiz savaşın tam ortasında kaldık. 

Bir kadını, bir erkeği, yaşanmış ayları; yorgun gecelerin sabahında bir telaşla yatakta terk edilen uykuları şimdi kime sorsan "Anlayabilir misiniz?" diye, hiçbirisi tek cümle dahi edemeyecek. Anlatılamaz zaten. Daha biz bile bilmiyorken soranlara ne denir ki? Zamanı geldiğinde, yine beklenmedik bir tesadüfün sorgusunda duyuluverir. Bu çaresizliğin ortak bir anlatısı olmalı. Birkez daha provasını almadığım bir metnin içinde bir yerlerde sıkışıp kalmak istemiyorum. Bir selamın da adı olmayacaksa "küçük su perisini" neden var ettin ki?  Böylesi bir yalnızlığı doyuracaksak eksik kalsın!

Belki her şey daha en başından birleşmemişti. Parmak uçları hiç olmamıştı. Gülüşünü özlediğin bu kadının sözleri, sesi, yoktu. İstiyorsan iste! Sen de biliyorsun, başıboş her şey sonunda.

Şimdi gidip geliyorum bütün bu unuttuğumuz saatlerin, ezberlediğim öpüşlerin, bin bir geceye dönüşen duyguların sarkacında. Tembellik ediyorum, biliyorum. Bunlar en güzel sözlerim. Kendi kurduğum şehirlerim. Umurumda değil başka hiçbir şey. Bir zamanlar tükenmez sandığım verilmiş sözlerin tükenişini görmezden geliyorum. Bu boş oda birazdan ışıklar sönünce karanlığa karışacak. Perdeler kapanacak. İstekli ellerin insanca yaşamanın ayıbını örtecek. Bedeninde bıraktığım sıcaklığı benden ayıracak. Vakit yok. İstiyorsan iste. 

Bu gidişle ben... O kurduğumuz şehirler gibi... Sövmesini beceremeyen acemi çocukların kaskatı dudakları arasında... Yepyeni bir kırılganlığın, camdan bir duvarın arkasında yaşadığımız tesadüfün sonrasında... İyice biliyorum ki artık uyusam da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Sen de biliyorsun, başıboş her şey sonunda.












Not: Sağ köşedeki dizeler Turgut Uyar’ın Geyikli Gece adlı şiirinden alıntılanmıştır.








Kapılar ve Sesler


“Bazen kapının ardında sizi neyin beklediğini iyi bilirsiniz; yine de kapıya vurma ihtiyacını duyarsınız; çünkü ne olacağı, aslında çok da size bağlı değildir. Beklediğiniz kadar beklemediklerinizle de karşılaşabilirsiniz. Kapının ardındaki ses, hiç beklemediğiniz bir şeyi size sunabilir. Bazen de hiç beklemediğiniz anda, o kapının ardından biri sesleniverir size –ki bunun tadı-  bir başkadır…”

Rüzgârlı bir salı… 10 Mayıs… Akşam suları…
Konukluğumun başladığı zaman dilimi…
Sana sıkıştığım an…

Kelimelerin utangaçlığını ilk ne zaman terk etti parmaklarım hatırlamıyorum ancak; düş sularında gezdiğim bir dilime denk geldiğini biliyorum… Parantez içlerine hapsettiğim duygularımı açma vakti gelmişti.. Hangi aralığa karıştırıp hiç kimseye belli etmeden, nasıl yapacağımı çözemiyordum ama bir yolu mutlaka olmalıydı.
Karanlıkta bulmaya çalışırken bir şeyleri, tanımlanamaz olmuştu duygularım. İstasyona düşen sessiz bir gölgeydi önce; sonrasında da adımlarımı ve an’a ad olan kadınlığımı, hiç bırakmadı, adıma dört yıl öncesinde kazınan bir kelime...
Bir günün sancısı yine yerleşti içime durup dururken. Tam hecelerin sayısını unutmaya başlamışken, ansızın yine vurguna takıldım oltanın ucunda. Yedi ömrün şehrinde, öyle bir iki hece var ki; kendi ömrüme bedel.
Masala akıyor ellerim, durdurmak istemiyorum. Perdeleri açılacak o kapının, başka da söz etmiyorum…
22:37:32…

Hummalı bir cumartesi… 14 Mayıs… Akşam geceye doğru yol alırken…
Kapıya vuruldu…
Açtım…
Gelen sendin…
Sarhoştu bu defa parmaklarım…
Gecemi dikizlemene, izin verdiğim an’dı…

Dilimin aksanını bozuyordun… Ne zaman ele avuca sığmayacak olsam, gelip yanı başıma kuruluveriyordun. İçimdeki heyecanı tuhaf bir şekilde sabote ediyor, beni kendimden çok uzaklara alıp götürüyordun. Bense öylece sana bakıyordum…
Beklentilere düşmeyeli, uzun zaman olmuştu. Aylar öncesinde iki kelime etmiştim; bir cümle de sen… Sonrasında kayıp ilanına gerek bile duymadık… Uzun ve sessiz bir uyku olmuştu bizimkisi. Habersiz, manasız, umursamaz…
“Kül olmak korkutmamalı” demiştin bir defasında…
Ki kim bilir hangi rüzgârdan savrulup da gelmiştin taa buralara…
Kül rengi bir geceydi…
Aşka kırılmıştım;  sense aşkı kırmıştın…
Hasırdan bir yüreğim vardı. İçindeyse, biriktirdiğim sayısız deniz kabuğu… Çoğu, nicedir unutmuştu denizin sesini düşürmeyi, dinleyen yanıma… Kırık dökük bir kolyeye, yaşam sığdıramayacak kadar yorgun ve dilsizdiler… Hani dalgalar da olmazsa; sessizlik iyice hüküm sürecekti, kıyıdan uzak şehrimde…
Mevsimler değişiyordu gece ilerledikçe..
Sen kar tanesiydin ve birazdan eriyecektin.

Üç adım attın ve durdun.
Sonra, arkanı döndün ve bir daha baktın…
Öykü(m) adımlarının hızına takılıp kalmıştı.
Öykü(m)de kalacağını söylemiştin; ama sen hiç durmadın…
Yastığımın altına debelenen bir günaydını bırakarak..Gittin…
01:35:28…
Kimseciklerin bulamayacağı bir Salı… 17 Mayıs… Zaman, bir yerinden vuruyor geceyi…
Saklanıyordum…
Yatağımın yanındaki bakışlara takılmıştı gözlerim…
Yüzüne (b)aktım usulca…
Oradaydın…

Bütün bir hüznü sakladığımı biliyordun… Bunun için kaç yolculuk yapmıştı yüreğin, kim bilir. Hangi rollere bürünmüş, hangi replikleri ezberlemiştin.. Bir çözüm bulunmalıydı sızan hüzünlerime karşılık… Farkına varmadan kaçıyorlardı… Ortalığı toparlamaktan bitap düşmüştü yüreğim. Ben de vazgeçmiştim artık; her yan, her yanım, darmadağınıktı. Üstelik içimde bana bağıracak bir annem bile yoktu “ Hadi artık toparla etrafı”  diye… Yalnızlığın olduğu odaya; yalnızlıktan başkası giremiyordu. Hiç kimsenin, senin belirlediğin ziyaret saati haricinde girmesini istemediğin, kuytu bir odan vardı… Görmeme izin verecek miydin diye düşünürken ben, sen yine gitmekten lafı açmıştın.
Kimsesizliğine denk düşüyordu çığlıklarım. Geri sayımı çoktan başlatmıştın…
Gitme zamanın yaklaştıkça, içimden dökülürsün sanmıştım; ama olmadı…Çünkü ben, senin diğer yarındım. Senin aklına senden başkasının gelmediği bir aralıkta, düşüvermiştim o yanına.

Bir yerde, gizli bir ölümün seslendiricisiydin. Yaşamın dudaklarını yakalamayı bırakalı, çok olmuştu. Yalnızca hareketsiz dudaklarının morarmış yalnızlığında, dile geliyordun…
Sonrası acıtırdı söyleneceklerin, gittin…
00:54:32
Yalnızlıkta inilecek bir Cuma… 20 Mayıs… İçimden geçenleri gelen geceye aktaramadığım, tutuk bir saatteydim…
Yeni bir yazının başlangıcı gibiydi gelişin…
Gülümsedim…
Anlam hangi yoklukta unutulmuştu ve ben hangi yokluğa alıştırılıyordum…
Arapça ve Farsça sözcükler tırmalarken akşamı ve seni, ellerim kucağımda başladım seni izlemeye…

Geç kalınmış bir oyunun başıyla  sonu arasındaydım. Ben gelmeden önce, nelerin olup bittiğini elbetteki bilmiyordum. Oyunun başını görebilmek için geç kalmıştım. Göremediklerimin telafisi ise başka bir güne kalmıştı. Belki de bir daha sahnelenmeyecekti oyun. Buradan sonrasını anlamakla yetinmeliydim..
Işıklar neredeyse parlaklığını yitirmişti. Loş bir dünyada, adımlarının hesabını yapmadan yürüyordun. Senden başka hiç kimse yoktu sahnede. Ya da ben geç kaldığım için, oraya gelip gidenleri görememiştim.  
Çok sessizdin. O yüzden, izleyicilerden biri yerinden kımıldasa ya da ne bileyim en ufak bir ses çıkarsa, rahatlıkla duyabilirdin. Belki de o yüzden bakışlarında:
“Hey siz!! Neden geldiğinizi ve beni neden izlediğinizi aslında çok iyi biliyorum” diyen bir cümle vardı.
Bulunduğun yerden rahatlıkla olan biteni görebiliyordun. Ama seni bu denli meraklı gözlerle izleyenlerden, sana aşık olanlardan, hayranlıkla dalıp gidenlerden çok uzaktaydı aklın…
Geceyi ayarladın…
Yıldızlar teker teker dökülecekti birazdan…
Gözlerimi kapadım..
Uyandığımda sen, çoktan gitmiştin…
01:02:22…
Birbirinden ayrı zaman dilimlerinde çalınan kapıların ve kimi zaman duyulması zorlaşan seslerin yol ayrımında rastladık birbirimize… Esneme anımıza denk gelen cümleler ayağımıza dolandı kum gibi.. Noktalara koyduğun zaman beni, kendimden ayrıldım ve sana çözüldüm. Tek noktaya sarıp sarmalayarak gönderdiğin gecelerde de sözlerimi yitirdim.  Derin bir uykuya yatmadan hemen önce içine düştüğüm duyguların girdabında debelendim durdum…
Nerede terk edilmişliğe sızsa kelimeler, geçmişten bir sandık açılır kapımın hemen önünde...
Duvarlara şiddet uygulamak, duvar olmak... Bitmeyen şarkılar başucumuzda... Sanki birileri durmadan başa sarıyor... Uyanınca umudun yanı başında, yürekte salınan ince bir sızıya baş göz edilmiş, ayrılık nameleri…
Yol, türkülerin kavşağında sırra kadem basmışsa; dokunduğunda hücrelerin tenime, belki tanırsın beni…
Şehir, henüz kuşatmamışken bana ait "aşk" dolu dizeleri... Savunmasızlığında saf bir bilinmezliğin, ne olur kaygısı taşımadan, adımlarım sesine karışacak ve ben O şehirde, senin için bir resim yapacağım kelimelerden....

Küçük bir imlâ hatasıyım ben,
Sözcükler(in)den kaçırdım kendimi..
Devrik cümlelerin saltanatında, kendime bir yer buldum; kuytu ve yalnız.
Bazen senden kaçmak uğruna kıvrıldım; bazen de dimdik karşına dikildim…
Parçalara böldüm kelimeleri, par(ç)alandım…
Nasıl ve nerede ile senin uğruna uzun bir arkadaşlık yaptım.
Ama şimdi uzaklaşıyorum...
Devrikliğinden sıyrılabilmek, kurallı bir hale gelebilmek ve anlamın savaşmadığı,  belkisi olmayan bir öyküde uyanabilmek için....

Dedim ya, küçük bir imlâ hatasıyım ben
Sözcükler(in)den kaçırdım kendimi…