PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

28 Şubat 2011 Pazartesi

Kalan



Resim: Joan Miró Ferra


gece arazlanıp
baş yastığına düşünce
kırar dizlerini
kelimeler
yorgun.

























22 Şubat 2011 Salı

Toz Zerrecikleri

Küçük oyuklarda gizlenir benim oyuncaklarım. Karanlık suların hiç ışık değmeyen derin yolculuklarında. Masalsı bir geçmişe adanır her biri, yeniden eskiye doğru kaçınılmaz geçişte. Kimini bir, kimini iki üç defa konuk eder odamın gökyüzüne yakın yerleri. Siz bilmezsiniz, onların en iyi arkadaşı toz zerrecikleridir. Unuttuğum zaman dilimlerinde üzerlerini kendi kalkanlarıyla kapatır ve onları korurlar, yıllarca çıkarmadığım yerlerinde.

Büyüdükçe gözlerime ışıltı saçan yakınlıklarını daha az arar oldu ellerim... Anılarımın örümcek ağı karmaşıklığındaki görüntüsünde yok olup gittiler. Elbette bilerek olmadı. Ya onların yerini acı da olsa başka bir şeyler aldı; ya da zamanla eriyen bir maddeden yapılmışlardı.

Bir defasında, sanırım akraba ziyaretlerimizin birindeydi, yüksek kahkaha sesleri arasında oyuncaklarıma dair bir çocukluk hatıram ballandırıla ballandırıla anlatılmıştı ulu orta.

" Siz hiç en sevdiğiniz bebeği balkondan aşağıya, sırf yerçekimiyle inatlaştığınız için savurup attınız mı? Ya da zaman hesabını, küçücük aklınızla tutmaya çalıştınız mı?
Bir - iki - üç - dört - beş -al... demeye kalmadan konuşan, şarkı söyleyen bir bebeği apartman boşluğunda ölüme terk ettiniz mi?”

İşte benim o hatıram da, tam da bu soruların merakı uğruna, şimdilerde komik, eğlenceli akraba sohbetleri arasına sıkıştırılan bir gülümsemeye dönüştü. Dört yaşımın hatırlamadığım bir anına denk gelen bu davranışlarımın nedenini hiç kimse bilmiyor elbette. En fazla 'çocuk işte, ne anlasın' cümlesine sıkıştırılan bir anlama sahip işte... Oysa ben o günlerin gerginliğini hâlâ taşıyorum içimde, kimse anlamak istemese de...

Evet, ilk kahkaha annemden geldi, malûm olay deşifre edilince...

- Sen ne beter bir çocuktun kızım ya... Hızına kimse yetişemezdi. Kaşla göz arasında halleder çıkardın her şeyi. Bir saniye yalnız bırakmaya gelmezdin...

Tanıdık cümle buluşmaları da peşi sıra gelirdi kahkahanın hemen ardından. Neden bilmem ama belki de küçükken kazandığım bir alışkanlıkla, annemin bir cümleden diğerine hangi ses tonuyla, ne şekilde geçeceğini tahmin eder oldum ilerleyen zamanlarda... İzlediği yol hep aynıydı. İnsan hiç mi merak etmez başka yolların olası çıkışlarını? Sonra sırayla diğer aile üyeleri de bu heyecanı yüksek anılarıma ortak olur, ne kadar kirli çocukluk çamaşırım varsa ortaya sererlerdi... Gülümsemekten ve 'vay bee, ben neymişim', demekten başka çarem olmadan dinlerdim ben de. Sadece anlatılanlara yakın, görüntülerdense oldukça uzaktım... Kaç defa tavana dikip gözlerimi zorla hatırlamaya çalıştığımı bilirim... Bu konuda imkânsız bir geçmişe sahibim. Çünkü orada gördüğüm yalnızca koca bir 'boşluk' olurdu.

Geçen gün tesadüfen olmasa da; yılların huzursuzluğuyla, oyuncaklarıma diktim gözlerimi. Parçalanmaktan koruduğum, ona yakın oyuncağım kalmıştı. *Beyaz tavşanım, Volki, uyuklayan kedim, peribacalarının havasından kaçırdığım tahta kadınım, on iki eylül sabahı Kırşehir caddelerinde yürürken bir apartman köşesinde bulduğum mavi filim, yedinci yaş günümde verilen gelin bebek ve benim yaşlarımdaki birçok çocuğun evinde olacağını düşündüğüm sevimli, bir o kadar da pörsümüş yumoşum... ( Noel babayla, pikatçuyu saymıyorum...)

İşte geçmişime ait topu topu bu kadar görüntü kalmış. Toz zerreciklerinin korumasında ve hâlâ orada, benimle olduklarını hatırlama olasılığında. İnsanın bu kısırlıkta, yeniden dört yaşına dönüp bugünümde nedeni anlaşılamayan o gerginliğe kucak açası geliyor.

Dedim ya, küçük oyuklarda gizlenir benim oyuncaklarım. Karanlık suların hiç ışık değmeyen derin yolculuklarında.

Eğer günün birinde, sizin de benim gibi gökyüzüne yakın bir yeriniz varsa ve orada elinize toz zerrecikleri bulaşırsa, sakın şaşırmayın. Oyuncak bahanesiyle geçmiş, aslında çocukluğunuz, size yaklaşmak istiyor olabilir. Belki de yeni bir nefes. Belli mi olur?






'Derinsu'ya...

16 Şubat 2011 Çarşamba

Çuvaldız

Düşlerinin uyurgezer bir sinek kadar kıymetsiz olduğunu düşünüyorsan, azığındaki akıl tükenmeye yüz tutmuş demektir. Wilhelm Reich, Lia Laszky'e " Göründüğünden öte misin, yoksa olduğundan öte mi gözüküyorsun? " diye sormuştu. Soruyu şöyle soruyorum ben:  Burcu kokan sen misin, sen mi kokuyor Burcu?

Ses bitti. Işıyorum. Yüzümde saçlarının çocuk gürültüsü. Gül zamanıdır. Sevilmeliyim. Adımın kuyruğunda bir ağrı, babamın çocuğu değilim ben ne de atalarımın mirasçısı. Neredeler, ben neredeyim, hangimiz öldü, kim sağ, neden ağlıyorum? Olmadı. Ağlamak, duvarlarıma tesir etmiyor. Tenimin kudurmuş avcısını susturabilecek mi bu ıslak bildirge? Kimin umurunda ayrıca. Sen, o, diğeri. Kendi gözyaşlarınızı susturun önce, sonra bana bir ceza düşünülür muhakkak.         

Korkuyorsun, titriyor parmağındaki cin. Öp onu. Ben değilim o. Terliyor şimdi duaların bile. Ter güzel kokar, aşk ikliminde… Ve cennetin şarabından bir kokudur sevenlerin tek vücut düşünmeleri.

Sana el değmemiş renklerin kokusuyla dokunacağım. Hiç kimsenin bilmediği bir şehirdir göğüm... Ve sen hiçbir zaman işitmediğin bir ses işitecek, çekileceksin bir yıldırım gibi kendi göğüne. Sana senin istemediğin hiçbir şey olmayacak. Çünkü istediğim, senin özgürlüğündür. Senin istediğin… Seni incitecek olan, kötü bir sürprize hazırlıklı olsun, uzundur tırnaklarımın zehri.

Sende Che'nin romantik kavgasından esintiler  (eski kabuğun tüylerini yolarken doğan umudun kesinliği ile biliyorum ), Bettina Von Arnim'den bir kendilik (Hayattaki tek büyük kazancım kendim olarak kalmaktır ), Rilke'den karşıt-ilahi bir söylence (bir tutsak ve yaralı bir hayvanmış gibi tanrı, artık bütün evler açıktır her gelene ), Jean Guilane'den ayrıksı bir aynılık (İlk atalarımızdan bugüne yeryüzünden 80 milyar insan geçti. Buna rağmen bütün insanlık tarihinde ne size ne de bana benzer biri olmadı. Yani hepimiz farklıyız. Ve de akrabayız), Virgina Woolf’tan kadıncıl bir çığ (Kadınlar milyonlarca yıldan beri evde oturuyorlar. Öyle ki yaratıcı güçlerini zamanla duvarlar emiyor. Bağımsızlık, yaratıcı gücü serbest bırakır. Kadınlar da Shakespeare gibi bir yazar olabilir yeter ki özgürlüğe alışalım, düşündüğümüzü, düşündüğümüz gibi yazmaya cesaretimiz olsun),Valeri Petrov'dan çiğ bir alaycılık (İnanasım gelmez benim sen ne desen, Samanyolu yıldızlardan nasıl olur ) ve A.Kadir'den bilindik bir hüzün (Bu akşam içimde tuhaf bir sıkıntı var, dünyada sanki bir ben kalmışım)  taşınıyor satırlarına.


Bitirilmiş olduğunu mu düşünüyorsun? Sen hiçbir kitaba ait değilsin. Seni yazılmış, ölümcül bir mısra olarak düşünmek istemiyorum. 

Bitmedi. 
Sen bitti diyene kadar!

12 Şubat 2011 Cumartesi

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı XXX

Bir adam sevdim. Yoo, hayır hâlâ da seviyorum. Bazen hayat bir şeyleri günü gelmeden netleştirir. Güçlü bir önseziyle ayırt edilebilir kılar geleceğe dair düşündüklerinizi. Her şey değişirin aksine, o duygu değişmez. Çünkü kalbin tanımlaması bir tek sizin içinizdedir. Onu en iyi siz anlarsınız. İşte bu nedenle orada her koşulda olabilecek biri hayatınıza bir şekilde girdiğinde, onu kendi bağlarınızla tutmayı istersiniz. Yaşamsal bağlar... Sevgi, önemli olması, değer vermek... Adı her neyse.


Ona geçmiş zaman ekiyle seslenmem bir şeyleri daha katlanılabilir kılar diye düşündüğümden öyle yazdım. Elbette böyle bir şey olmayacak. Bunun farkında olmak bile bu seçeneği elememe yeter bir sebep. Beynimin içinde durmaksızın değişen yollar, sonu olmayacakmış gibi çıktığım yollar ürkütüyor. Uzun zamandan beri düşüncelerimde oluşan eylem adları bambaşka şeyleri yorumlamama neden oluyor. Sürekli bir devinim var. Durmuyor. Hiç ara vermeden yazmak ve okumak istiyorum ama ben ne zaman böyle düşünsem en büyük araları bu dönemlerde veriyorum. Her şeyin sıralaması değişti son birkaç aydır. Farkında olmadığım bir depresyonun belirtileri olabilir mi tüm bu yaşadıklarım, bilemiyorum. Bazen hiçbir şeyi bilememek rahatlatıyor. Rahatlıyor muyum?


Sessizliği sevmiyorum, hayır sessizliği şimdi sevmiyorum. Gürültüler olsun istiyorum her yanımda. Onlara sinirleneyim, onlarla kavga edeyim. Ne olur tek başıma kalmayayım.Gittikçe işkenceye dönüşen bir günüm var. Yedi günden yalnızca bir tanesi anıların soğuk sandığının kapağını her hafta umarsızca açıyor. Uyanıyorum aslında hiç uyanmadan bütün günü devirip de ertesi zamanda kalkabilmek umuduyla. Olmuyor. Nasıl da değişiyor koca bir yaşam salıdan cumartesiye. Oysa her şey ne kadar da yerli yerinde. Günlük telaşlar, iş yerinin kendi yağında kavrulan saatleri, beklenen filmler, satıraralarında kaybolmayı tercih ettiğim bana özel kitap adları... Her şey düzenli ve kuralına uygun.


Pazar akşamı başlayan tatlı telaş, pazartesi akşamında yerini hüzne bırakıp duygulardan sözcüklere dökülen bir dünya sayesinde tek bir hareketle benden çıkıp gidiyor. Okusun diye sayfalarca mektup yazıyorum. (Burayı okumayacağını bildiğimden her şeyi üstü kapalı bir şekilde yazmaya devam ediyorum.) 
Evet, tam da okuduğunuz gibi... 'Açık olması gerekirken' diye başlayan cümlelerinizi buradan duyabiliyorum. Yine de göz ardı ediyorum. Elbette her şeyin bir nedeni var. Nedensiz başlamıyor hiçbir şey ve nedensiz bitmemesi gerektiği için de böyle çırpınıyorum. Ağzından çıkan sözlerin acı gerçekliğini yüzüme vurmasını, 'senden vazgeçtim' demesini, gidecekse de gitmesini istiyorum. Hayır istemiyorum. Böyle dersem hafiflerim diye düşünüyorum. Basitçe, çocukça, özlemlerini ile getirmekten korkmayan bir kadının bencilliğiyle...


Büyük bir çelişki girdabı bu, oysa her şey ne kadar da belirgin ve net. Olup biten aşikâr. Ben de sırf öylesine yazıyorum anlatmak adına. "Öylesine" demek vurdumduymazlığımı, ne kadar da sahtekar olabileceğimi anlatmıyor mu sizce de? Bakın işte bu yazanın ve sözcüklerin bıraktığı iz! Kafanız karışsın istiyorum. Bu karışıklığın nedeni benim samimiyetsizliğim olsun varsın, ne olur ki? 
Ben hangi gerçeğe tutunduğumu bilirim. Onun bana söylemediği gerçeğe...
Onu hep özlüyorum ve biliyorum ki uykumda bile o oralarda bir yerde benimle!



10 Şubat 2011 Perşembe

Yolculuk (V)akti

Yıldızı söndü geceye uzattığım gözlerimin. Sana bir yazı borcum vardı. Adının yokluğunda, sesinin uzaklığında az kalsın unutuyordum. Sanırım gece hatırlattı. Şimdi özünden ayrılmayan, (s)özünden kurtulamayan cümlelere doğru yolculuk zamanı…

Ankara ılık bir nefes gibi içimdeydi. Tüm terk edenlerin ve benim nedense bir türlü terk edemediklerimin, başucumda okuduğum kitaplar kadar ruhuma yakın olduğu zaman aralığında, yanımdaydın. Olması gerekenlerin seyir defterleri o vakitler, benden uzak bir coğrafyada, başka bedenlerin sahte yakınlığında seyrediyordu. Komik ama; adım yazılı değildi yüreğine en çok dokunduklarımın yol haritasında. Bu defa ben olmadan devam ediyorlardı yollarına. Bekleyişlerim, ruhumda bırakılmış ayak izlerinin eziciliğinde her gün biraz daha ölüme yakındı. Uykusuzluğumun saati de; ölümün saatine uyandırılmak üzerine kurulmuştu. Görünen yaralarım değildi cansızlığıma sebep; ki nicedir ruhumla (v)eriyordum almam gereken (nef)esleri.

Nisan bakışlıydı gözlerin yüreğime yüreğinle (d)okunduğunda. Sokağın gürültüsü sana okuyacaklarımla birleşince; yol boyu susuyordum o vakitler… Sessizliğin bu aşka ve karşıma dikilişi ilk defa oluyordu. Nasıl olduğunu anlamadan sürekli gecikiyordum sana. Ya sen uyuyordun ya da ben. Gecenin uzunluğu yetmiyordu cümleleri dizmeye; ya da içimin suskunluğu izin vermiyordu hissettiklerimi yazmaya.

Sorularım vardı cevapsızlığından ürktüğüm,
Sıcaklığım vardı ellerine dokunmaktan kaçtığım,
Sözlerim vardı sesine yaslamaktan korktuğum…

Sanki sınırlarıma yol gösteriyordu devamını getiremediğimiz cümleler. Her başlangıçta sana gelirken ben, (s)o’num oluyordun oysa sen. Belki de hiç bilmeden. Tarifi olmayan özlemlerin tarifsiz acılarıydın… Biliyorum kızacaksın söylemeyip de sustuklarımı okuyunca… Fakat bazen anlam da yetmiyor, anlamsız şaşkınlığımı anlatmaya.

Yine yolculuk vakti…
Uçurum itirafların koynunda,
gecenin omuzlarına sessizliği yatırma vakti…
Olasılık kelimelerinde,
açılan tüm başlıklara
sessiz yazıları bir kez daha yazma vakti.

Susuyorum evet; çünkü senin iklimin benimkinden çok uzakta. Belki de bana hissettirdiklerin, tüm bu koyduğum engellere sebep. Ancak sanma ki; bir gidişin yol ağzında sarf edilen sözlerini gönderiyorum buradan sana. Yalnızca yüreğinin mevsim normallerine dönmesini bekliyorum, içimde biriken küçük bir çocuk sabırsızlığıyla.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Yaşamın Vitesleri


Vites değiştirmekle geçer bazen hayat. Tam doyma noktasına ulaştığınızda ani bastıran yağmur gibi ıslanabilirsiniz...

Ateşin üzerinde yürümek ve en ufak yara almadan devam edebilmek bazen öylesine zordur ki; nerenizden tutuştuğunuzu anlamak olası bile değildir. Gecelerin hüznüne bulaşınca gözenekler, kör bakışların ulaşabileceği hiç bir nokta kalmamıştır artık. Zamanla unutuşa uzanır eller. İçimizde başlar kıskançlık. Küçük bir kurt gibi kemirmeye başlar damar sokaklarında. Çıkışı olmayan yollar sonrasında sarsılan düşler, ayrılık acısının tavan arasından inip içimizin en rahat odasına kurulduğu vakitlerde küllerden oluşan bir yakınlık kurulur soframıza. Bir yanda kâğıt altlarına, en ücra köşelere fırlatılan fotoğraflar; diğer yanda ise anıların oluşturduğu ıssız bir koğuş... Uzanıp bir geçmişi çağırmak istemek nafiledir ki zaten öyle bir geçmiş yaşanmış olsa da artık yeri yoktur bu zamanda...
Sular akar...
Güneş her sabah kimileri için belirsizlikle, kimileri içinse yepyeni bir umutla doğuverir. Durdukça kalıntıları yaşamsal ayrıntıların, değişmeyecek tek şey buğulanan camlardaki inci taneleridir... Giden, yok oluş kâğıtlarını imzalatmıştır bir defa... Paramparça olmuş bir mazinin tadı kalmamıştır damaklarda... Ki tat, yalnızca ânı yaşadıkça güzel.
Keman sesi. Mandolinin iç gıcıklayan çağırışı. Uzak şehirlerin kalbime değen sancısı... Yâr yokluğunda, yâre sımsıkı sarılıp rüzgârlara boyun eğmek. Cümlelerde bir tutukluk. Kirpiklerimde vakitsiz bir ağırlık...
Kaç gramdır ki bir şarap bardağının ağırlığı? İçimizden taşanları taşıyabilecek kadar güçlü mü? Gözyaşlarımızı her yudumda saklayabilecek kadar onurlu mu?
Biliyorum şimdi değil!
Biliyorum sabırlıyım!

I. Vites:
Sol ayağını debriyajın dibini hissedene kadar bas... Sağ ayağını usulca, yaşamı titretmeyecek kadar gaza değdir.
...ve işte kalkıyorsun.
Daha fazla bağırtma iç sesini, ikiye geç.

II. Vites:
Hızını kontrol etmeni gerektirmeyecek kadar güvenli bir yoldasın. Islanmayacak kadar az yağıyor yağmur. Yine de sırılsıklamsın. İçinden yükselen sese kulak ver. Belki de rotası değişmeli çıktığın yolun.
Tali yoldan gelen var mı? Ya da anayolda daha fazla bu şekilde gidebilecek kadar cesaretin var mı?
Heyecan mı arıyorsun içindeki kalabalığa rağmen?
Ölüm bu hızla gelmez. Üçe tak!!!

III. Vites:
Ortasındasın işte yolun. Karar vermek için çok fazla bekleme. Bir defa verirsen gücü, yakmak için daha fazlasını ister yaşam. Geçip gitmeden ömrün, sona doğru biraz daha cesaret.
Ha gayret... Bilirsin, yolculuk hiçbir zaman bitmez arzuların sürdükçe.
Sonrasını merak etmeye başladın bile. İflah olmayacaksın bundan böyle...
Dört. Dört.
IV. Vites:
Yavaş yavaş ellerinin arasında duran yuvarlağın ağırlığını hissetmeye başladın öyle değil mi? Yıldızlara benzemez o. Kayıp giderse, tutuşacak çok şey olur geride. Dikkat et...
Bundan sonrası sana kalmış, ben seni otobana kadar getirdim. Ya vites küçültür yüzlerce sese boyun eğmek zorunda kalırsın; ya da hızını yüksek dozda sabitler ani gelebilecek her şeye hazırlıklı olmak zorunda kalırsın. Sonu, ne sen ne de ben bilebilirim.
İşte hızla dönüyor yaşam geç beşe.

V. Vites:
Sizi bilmem ama ben gözlerimi kapadım...

Piyano sesi. Ezgiden dökülen parmaklar. Aymazlığım...
Bu sabah uyanırken aydınlanmamış gökyüzünde, gecenin kalıntıları kalmıştı. Uzaklardan göz kırpan bir gezegenin korumasında saatlerce yürüdüm... Sonbahar düştü önüme tek parça. Tam üzerine basacakken, rüzgârın çabukluğuyla yanından geçtim sonbaharın. Kelimelerde sanki doymuş gibi bir rahatlık, tam vaktinde bir gülümseyiş... Birazdan dakikaları sayacağım ve sen geleceksin...
Biliyorum şimdi...
Şimdi...

Vitesleri olmadan yürümüyor yaşam. Evet, yağmurdan kaçamadım; tıpkı sevdandan kaçamadığım gibi.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Bulutlar Bir Hayaldi

Kıskandıracak melodilerin misafir olduğu bir balıkçı kasabasında ağaçları, giderek kuytu köşelerine çekilen kuşları ve gökyüzünü izliyorum.  Her şey kendiliğinden bir düzen içerisinde yerli yerine geçiyor. Güneş, akşama kavuşmak için dağların neredeyse en kurak köşesinden koşarak aşağıya indi. Fotoğraf makineleriyle o anı yakalamak isteyenler, yeterince erken davranamadıkları için mutsuzdular. Turuncu rengin can çekişini gördüm. Sonra o gitti. Yerini ince bir çizgiye bıraktı. Bir köşede bekleyen bulutlar vakit kaybetmeden yerlerini aldı. İşte tam o anda bulutların arasında bir kadın bedeninin üst kısmını gördüğüme yemin edebilirim. Omuzları, göğüsleri olan bir kadın bedeni… Başını göremiyordum. Hemen sol tarafındaysa, sol tarafında hiçbir şey yok.

Bir de yüzünü denize doğru çevirmiş, sırtı o kadına dönük bir adam vardı. Her nasılsa ben bunları size anlatırken o da birdenbire yok oldu.
Bakın yine aynı şey oluyor.  Ayaklarının ucundan küçük bir kız çocuğunu daha yeni bırakmış bir ejderha görüyorum. Halat atan bir kaz, arkasında iki üç atlı ve bir kaplumbağadan oluşan koca bir kervan, bulutlarla birlikte yola koyulmuş. Bulut kervanı, kervan bulutu… Hepsi kısa bir süreliğine görünüp kayboluyorlar. Neredeyse iki göz çırpışı kadar kısa bir zamanda oradan geçiyorlar. Sonrasındaysa, rengini giderek koyu bir karanlığa teslim eden bulutlardan başka bir şey görünmüyor.
Bulutlar gitti. Oyun bitti.

Aslı ile ne zaman bir araya gelsek ahşap boş kulübenin çatısına uzanır,  gökyüzünü izlerdik. Yağmurlu günlerdeyse plaj şemsiyesini çatıdaki tahta direklere bağlar, toprak kokusu, gök gürültüsü, simsiyah bir gökyüzünün altında saatlerce bıkmadan yukarıya bakardık. Aslı’ya okuduğum kitaplardan küçük öyküler anlatır o da bu öykülerin arasından en beğendiğini yeniden, kendi bildiği gibi bana anlatırdı.

Çocukken neredeyse her şekli bambaşka bir şeye benzetirdim. En keyiflisi de bulutlarla olan bu müthiş oyundu. Bir defasında büyük bir savaş çıkartmıştım. O kadar çok silahlı kadın, erkek görüyordum ki gökyüzünde küçük bulut parçalarından mermiler uçuşuyordu her yanda. Sonra hepsi iç içe geçiyor, savaş meydanı yerini birdenbire derin bir sessizliğe bırakıyordu. Bulutların da bir zamanı vardı.

Aslı’yla hayallerimizde kurduğumuz bulut hikâyeleri, bir gün aramızda çıkan kavga yüzünden son buldu. Her şey kurşun asker yüzünden oldu. Ben orada görkemli bir aşk sahnesini görürken ve kendimden geçmişçesine soluk almadan anlatıyorken: “Çiğdem baksana görüyor musun bahçenin giriş kapısında duran kurşun askerleri? Bak bak bahçeye giriyorlar yavaşça, süzülerek.” Aslıcım saçmalama. Kurşun askerler süzülmez. Onlar canlı bile değil.” “Hayır, süzülebilirler. Onlar asker, sessizce giriyorlar. Yani süzülüyorlar.” Kuş mu bunlar? Kuşlar süzülür. Uçak süzülür.

Ne dediysem Aslı’ya bir türlü anlatamadım. Ağlamaya başladı. “ Sen artık benimle oynamak istemiyorsun. Her dediğime olmaz diyorsun.” Kalktı gitti. Bir daha da gelmedi.
Çocukluk arkadaşımı kurşun askerler yüzünden kaybetmiştim. Bir daha benimle hiç konuşmadı. O günden sonra bir söz verdim. Artık bulut hikâyeleri olmayacaktı. Aslı olmadığına göre hikâye de yoktu. Yazacaktım. Kendi hikâyelerimi yazıp başkalarının okuması için gittiğim kasabalarda, şehirlerde ve belki de ülkelerde hiç tanımadığım evlerin kapısından içeriye atacaktım. Tanrı misafiri hikâyelere kapılarını açacaktı ev sahipleri. Okuyacaklardı. Aralarında ne bir kavga olacaktı ne de en ufak bir sürtüşme. Anlamaya çalışacaklardı hikâyelerin içinde olup bitenleri. Bilinmezliğe yolculuğum böyle başladı. Belki de hayattan kaçmaya başladığım o bitmek tükenmek bilmeyen yolculuk desem daha doğru olacak.

Koca bir yaz tatilini geçirmek için buradayım. Islık çalıyorum. Yüksek dağlar,  büyülü bir rüzgârla birlikte bana karşılık veriyor. Bavulumda ilk defa bu kadar az kıyafet birkaç ay okuyabilecek kadar kitap var. Her şeyin bir zamanı vardır cümlesinden irkiliyorum. O zaman yapmak istemediklerimi bugünümde yapmak isteyişim, sırf o bahsi geçen zaman yüzünden mi yani? Ya da o an yaptıklarımın gerçekleşmeme sebebi. Biliyorum, hiçbir zaman onunla mutlu bir ikili olamayacağız. Hatta bugün burada bile sinsice gelip yerleşti içime.
Doğrusunu söylemek gerekirse her şeyden kaçmak için geldim. Jelâtin kâğıtlara sarılmış sandviçlerden, metrodan alelacele işe yetişme telaşı içerisinde aldığım meyve sularından, uykusuz gecelerin sonrasındaki uyanma telaşından.Burası bana iyi gelecek.Kendi sözcüklerimin, kime gideceğini asla öğrenemeyeceğim sözlerin içinden süzülüp uçmak istiyorum.

Kaldığım butik otelin bahçesinde birbirinden farklı renklerde hasır sandalyeler var. Her akşam bu sandalyelerde oturup dağları seyrediyorum. Kiminin beyaz şapkası, kiminin bal rengi gözleri, siyahlı grili tulumları var. Sağlamlar. Öyle bir ihtişamla kurulmuşlar ki yerlerine, kıskanıyorum. Orada durup öylece olanı biteni gözetliyorlar sanki. Birkaç maceracı ruhun ayak bastığı bazı dönemler de olmasa onlar da yalnızlığın ne demek olduğunu öğrenecekler. Belki de çoktan öğrenmişlerdir. Her şeyi kendim yaşıyor gibi anlatmayı ne de çok severim. Aslı’yı da bu yüzden kaybetmedim mi?

“ Kahveniz nasıl olsun?” 
– Orta şekerli lütfen.

Orhan. Henüz on dört yaşında. Annesini geçen yıl hasat mevsiminde kaybetmiş. İki tane kız kardeşi var. Onlar okula gidiyormuş ama Orhan, evin geçimine yardımcı olmak için okul sevdasından vazgeçmek zorunda kalmış. Sen neden gitmiyorsun, diye sorduğumda:“Ben okursam kız kardeşlerim evi beklemek zorunda kalırlar abla, okuyamazlar. Hem eve bakıyorum hem de babama yardım ediyorum” diye cevap vermişti. Bilmiş bilmiş konuşmaya başlamıştım ki Orhan lafı ağzıma tıkadı. “Allah büyük, ben de bir gün yeniden okurum.” Bir iki şey geveledim ağzımda o da işe yaradı mı bilmiyorum. “ Öyle işte abla” deyip diğer masalara servis yapmak için uzaklaştı.

Hikâyelerimin nasıl olacağına karar vermiştim. Çok uzun olmayacaktı. Öyle sayfalarca bir şeyler yazmayacaktım. Okuyanı hep bir merakta bırakacak, sonu tamamlanmamış belki yaşanmış belki de yaşanabilme ihtimali olan hikâyelerden oluşacaktı. Böylece bilinmezliğe giden yolculuğumda, onlar da bir bilinmezliği anlatacaktı. Kimse sonunu bilmeyecekti. O hep mutlu olmayı ve sonsuza dek sürmesini istediğimiz aşklar gibi.

Otelde tam emin değilim ama sanırım otuz kişi kalıyordu.Bahçenin en uç köşesinde kendime oldukça korunaklı bir yer bulmuştum. En serin ve en rüzgârlı yerde hep ben oturuyordum. Akşam yemeğini bir an önce yiyip kimse oraya oturmadan koşar adımlarla yerimi alıyordum. Orhan ve diğer çalışanlar kahve keyfimi öğrenmişlerdi. Daha ben oturur oturmaz “Orta şekerli Türk kahvesi değil mi?” diyerek hafif tebessümlerle isteğimi yerine getiriyorlardı. Başımı hafifçe eğerek ve gülümseyerek onay veriyordum. Her şey olabildiğince düzenli ve sakindi.

İlk hikâyemi dördüncü günde yazmaya başladım. Geldiğimden beri dikkatimi çeken genç bir kız vardı. Elinde sürekli bir telefon, bahçenin etrafında dolanıp duruyordu. Hani desem ki bir iş kadını ve tatilde bile iş yerinden sürekli onu arıyorlar. Ama olamazdı. Henüz çalışabilecek bir yaşta olduğunu sanmıyordum. Bazen gülüyor bazen de sinirli sinirli bir şeyler anlatıyordu. İtiraf etmeliyim ki çoğu zaman sinirlerimi bozuyordu. Tanışıp onu daha yakından tanımayı istedim. Sonra vazgeçtim. Hikâyelerime ortak olacak sesler istemiyordum. Kendi seslerimi yazabilmeliydim.

Rüzgâr her zamanki gibi ağaçların ve hasır sandalyelerin bacaklarına sarılmış küçük otların arasından kendini hissettirmeye başlamıştı. Not defterimin sayfalarını düzeltme çabaları içerisinde yazmaya koyuldum.

Oda Numarası “BİLİNMİYOR”

Kimsesizliğin yeni bir mevsimi daha başlamıştı. Adanın yalınayakla dolaşılacak zamanı çoktan geçip gitmişti. Yazlıkçılar apar topar gelen yağmurlarla birlikte yerini ada sakinlerine devretmiş, ortalıkta cirit atan kediler kuytu köşelere çekilmiş, varsa yoksa vapurdan inen birkaç meraklı insanın adım seslerine karışan bir yalnızlıkta, her şey her yıl olduğu gibi devam ediyordu.

Genelde düzen buralarda aynıdır. Yaz mevsiminin başına doğru elinde bavullarıyla ada müdavimi olan insanlar, bütün bir yılın yorgunluğunu ellerinde taşıyormuşçasına buraya gelir. Bir curcuna, gürültü ki sormayın. Olağan durumlara ne kadar alışkın olsa da insan, kurulu düzenini alt üst eden anlık kıpırdamalar olduğunda, şöyle bir sızlanmaya başlıyordu. Annemgillerin etrafından Kâmil Amcalar, onun erkek kardeşi Asım abi, ailenin vazgeçilmez dedikodu kraliçesi Suzan Teyze ve onun Allah biliyor ya bir türlü sevemediğim oğlu Mert. Her yıl mayıs ayının son haftasına doğru saatlerce bitmeyen bir ev yerleştirme, kapıyı pencereyi açıp ortalığı havalandırma merasimiyle gelip kurularlardı karşı konağa. Suzan Teyze hiç kimseye bir dakika bile soluk aldırmazdı. Onu şuraya koyacaksın, terlikleri vestiyerin altına, kap kacak bir önceki yıldaki yerleşiminden asla ve kati surette farklı bir yere konmayacak… Onlar için keyif, benim içinse zehir zemberek üç dört ayın başlangıcı olurdu yaz.

Uzun süre izlerdim onun bu anlamsız telaşını. Pencerenin önüne yerleştirdiğim, benden başka kimsenin oturmasına izin vermediğim yeşil kadife etajer koltuk üzerinde, Suzan Teyze’nin ve ailenin geri kalanının sinek vızıltısı şeklindeki sesleri arasında kâh gülerek kâh sinirlenerek üç ay sürecek bu katlanması zor durumu düşünür dururdum. Zaten artık cevap da veriyordum. Bütün geçmiş yılların hıncını alırcasına, yırtınırcasına, ağzıma geleni söylüyordum. Neyse ki bu defa ağzını ayıra ayıra: “Nesrinnn kızz gel çabuk buraya” diye bağırmamıştı. Annem öleli iki yıl oluyordu. O günden bugüne Suzan Teyze’nin bana söz geçirmesi daha da zorlaşmıştı.

Yaz, göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitmişti. Sonbahar kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Kış erken gelecekti, belliydi. Bu yıl da kurtulmuştum Suzan Teyze’den. Ama baş belası oğulları, gözlerine bakmaktan bile nefret ettiğim, kendini bi bok sanan Mert, canıma kastı olan Mert gitmemişti. Okullar ekim başında açılacakmış da burada kalıp biraz soluklanmak istiyormuş da bilmem neymiş de… Elime fırsat geçse vurur öldürürdüm o çocuğu, hiç sevmiyordum. Küçüklüğümden beri sevimsiz şakaları ve alaycı sözleriyle içimdeki yerini öfkeyle sağlamlaştırmıştı. Üniversiteyi kazandığını söylediği gün, daha da büyümüştü öfkem. Aylarca “Aptalsın, sen hiçbir işe yaramayan geri zekâlının, anca kitap okumasını bilen zavallının tekisin” diyerek, kan kusturmuştu bana. O kazandı diye üniversiteden de nefret ediyordum.

Liseyi geçen yıl bitirmiştim. Üniversite sınavlarına hiç çalışmadım. Kitap okumayı severdim de söz konusu ders çalışmaya geldiğinde o kitapları okumak benim için tam bir eziyet haline gelirdi. Annem çok istemişti doktor olmamı. Küçükken annemin madalyon şeklindeki kolyesini boynuma asar, yuvarlak demir parçasını eve gelen misafirlerin orasına burasına dokundurup doktorculuk oynarmışım. Nefese ‘nefeç’ dediğim zamanlar… “Nefeç al anne, nefeç al Kadriye Teyze, nefeç alın, verin.” Konu komşuyu kendinden geçirirmişim. Neredeyse bayıltana kadar aynı kelimeleri döne döne, usanmadan, sıkılmadan söylermişim.
Annem keyifli keyifli anlatırdı. Ben anlattıklarından biliyorum. Yoksa hafızamda böyle bir şeyin yeri yok. Hatta doktorlardan da hiç haz etmiyorum. Bir defasında bisikletten düşmüştüm. Kanayan yerlere doktor abinin bastığı tentürdiyot yüzünden basmıştım yaygarayı. Zor zapt etmişlerdi, dün gibi anımsarım acısını. Belki de o günden kalma bir duygu bu. Sevmiyorum.

Üniversiteyi kazanamadım. Sonrasında da okumak için hiç gayretim olmadı. Babam sessiz bir adamdı. Annemin ölümünden sonra neredeyse belli başlı şeyler dışında hiç konuşmadı. Hâlâ da öyle. Getir götür cümlelerinden başka bir diyalog olmaz bizim evde. Sabahları erkenden işe gider. Akşam yedi gibi gelip yemeğini yer, sonra da adadaki çay bahçesine kurulup gece yarısına kadar arkadaşlarıyla okey oynar. O yüzden rahatımdır. Karışmaz pek bana. Neredeydin, kimlerle birlikte geziyordun gibi soruları bilmem. Ama arkadaşlarımın ailelerinden aşinayımdır.

Adada yaptığım tek şey dik yokuşun ardındaki denize nazır tepeye tırmanıp arkadaşlarla birlikte otların arasında kitap okuma günleridir. Bu alışkanlığını elbet kendi başıma kazanmadım. Nesrin’in fikriydi. Nesrin arkadaşlarım arasında Edebiyat Fakültesi’nde okuyan tek kız arkadaşımdı. Onu severdim.

Tepeye giden yol boylu boyunca ağaçlarla kaplıydı. Her mevsim farklı kokardı. Ama ben en çok ilkbaharı severdim. Erguvanlar, ilerleyen zamanlarda açan ıhlamur ağaçları o yolun ruhunu değiştiriyor gibi gelirdi. Yol üzerinde hangi zamandan kaldığını tam olarak anımsayamadığım, belki de varlığını yeni yeni keşfettiğim bir telefon kulübesi vardı. Çok sık olmasa da birilerinin orada telefonla konuştuğunu görürdüm. Dışarıda bir yerde, kapalı bir dikdörtgenin içindeki bu durum beni fazlasıyla ürkütüyordu. Birkaç defa Nesrin’le buluşmaya giderken telefonun çaldığını duyar gibi olmuş ama durmadan yürümüştüm. Olanları anlatmış olmam hiç işime yaramamıştı. Kızlar için yaşadığım bu durum çoktan ince bir alay, sıkıldığımızda açılan eğlenceli bir konu haline gelmişti. Hatta yüzünü görmeye tahammül edemediğim Mert bile benimle dalga geçmeye başlamıştı. Bu yüzden okuma günlerine gitmediğim oldu. Sonraki zamanlarda da o telefon, ben ne zaman oradan geçsem çalmaya devam etti.

Yine bir gün evde oturuyorken babam, olmaması gereken saatlerde evdeydi. Olmaması gereken diyorum çünkü çay bahçesinin, okey masasının, gece yarılarını geçen sohbetlerin özlenilen, beklenilen Yaşar Abisiydi o. Her zamanki etajer koltuğuma yayılmış, insan seslerinden giderek arınan adayı dinliyordum. Merak edip aşağıya indim. Babam ne kadar fotoğraf varsa yere saçmış, deliler gibi bir şey arıyordu. Bir süre sessizce merdivenlerin başından izledim. Sonra aradığı her neyse bulup hızlıca dışarı çıktı. O gittikten sonra ben de durmadım. Kızlar yoktu. Tek başıma tepeye doğru yola koyuldum. Telefon kulübesine yaklaştıkça adımlarım yavaşlamaya, çıkan çıt sesinden korkmaya, yine de derin derin nefesler alarak yürümeye devam ettim.

“Telefon çalıyor. Her gün geçtiğim sokağın hemen başındaki ankesörlü telefon, anlayamadığım bir sebepten dolayı ve nedense hep ben geçerken çalmaya başlıyor. Belki de ben öyle düşünmek istiyorum. Durmuyorum. İçimde büyüyen korkuyu ehlileştirmeye çalışıyorum. Boşuna. Neden hep aynı saatte bir telefon, üstelik ankesörlü bir telefon, tam da o sokağın başından geçerken çalmaya başlar ki? Kimsem var mı? Yok.  Arayacak ve derdini anlatacak birini mi bekliyorum? Hayır. O halde siz kimsiniz?

Rüzgâr her zamanki gibi ağaçların ve hasır sandalyelerin bacaklarına sarılmış küçük otların arasından kendini hissettirmeye başlamıştı. Not defterimin sayfalarını düzeltme çabaları içerisinde yazdığım sayfaları toparlayıp masadan kalktım.
Otelin koridorları sessizdi. Yavaşça merdivenleri çıktım. Kâğıtları katlayıp önüme çıkan ilk odanın kapısının altından sessizce içeri bıraktım.

İlk hikâyem bitmişti.  Sonunu kimse bilmeyecekti.