PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

24 Ocak 2013 Perşembe

Ninni

Her sabah aynı evin merdivenlerinden aşağıya inip sokağa attığım ilk adımla başlayan o can sıkıntısı, hiçbir zaman geçmedi. Nelere alışmak zorunda kalmıştım oysa ve nelerden vazgeçmek ama işte bu hayatta, alışılamayacak şeylerin de olduğunu burada öğrendim. Ankara, gün geçtikçe soğuk rüzgârların gözlerde anlamsız bir buğulanmaya dönüştüğü yer olmuştu. Ruhun bir türlü evrilmeyen yanları, içine sıkıştığı bedende kendine bir yer bulmaya çalışıyordu. Bulamadığındaysa korku ve telaş her şeyi ele geçiriyordu. "İnsan her şeye alışır." demeyin. Siz öyle dedikçe iyiden iyiye kafamıza kazındı bu meret. 

Bir şehrin ana arterleri neredeyse kalbi de orada atmıyordu. Çünkü asıl önemli olan, orada yaşayanların kalplerinin ana arterinin neresi olduğuydu. Benim kalbim Ankara'da hiç atmadı. Varsa yoksa birkaç düzen bozukluğu, o kadar. Şehrin gövdesinden kendimi kurtarabildiğim anlardaysa ritim normale dönüyordu. Yıllarca bu düzen bozukluğuyla yaşadım.

Beş dakikadan az bir sürede semtler değişiyordu. Girdiğim caddeler kendini ele veriyordu. Bilinmeyeni, görsem de benzetemeyeceğim yerleri arıyordum. Ki yaşarken bilinmeyenlerden çok yara almıştım. Ve ben kısacık bir aralıkta, bütün bir şehri kendine benzetmeyi başarıyordum. Yokuş aşağı iner gibi değildi. Suyu bardağa doldurmak gibi değil... Zordu. Yorucuydu. En çok da sevimsiz bir yalnızlıktı. O yüzden bir yolunu bulup kütüphanemin neredeyse yarıdan fazlasını bırakmayı bile göze alarak çarçabuk kaçmıştım Ankara'dan.

Ankara garip bir şehirdir. Sürekli dejavu yaşatır insana. "Bunu daha önce görmüştümlerin, şunu sanki dün yapmıştımların, bunları söylemiş gibi hissediyorumların" başkentidir. Yaşarken özlemezsiniz. Ne zaman seneler geçer aradan, işte tam da o anda aklınıza düşüverir. Sanki ölesiye çırpındığınız, terk etmek için zaman kolladığınız şehir, birdenbire aklınızın -belki de en olmadık zamanda- bir yerine kendini oturtmayı başarır. Bilir misiniz bilmem, Ankara'da aşk hep hüzünlüdür.

Durduk yere olmaz hiçbir şey ve bir "gün" şayet yaşanma ihtimali sınırlarını aşıp "yaşanacak" konumuna gelmişse bazı şeyler kaçamazsınız. Düşünce ve inanç ikilisi kuvvetli bir karışım. Kim ne derse desin. Herkes kendi yaşanmışlıklarından tecrübe edinir. Ben galiba bu karışım sayesinde hep ilginç sohbetlere, karşılaşmalara, görüntülere şahit oldum. Bir şekilde bu böyle oldu. Ben de şimdi bütün bunları durduk yere düşünmedim.

İstanbul kendini geceye hazırlıyor. Ege'de bir mekân hayal ediyorum. Kayıplarım çok. Varsın olsun. Hikâye aynı. Kimin umurunda? Herkesin derdi aynı. Kilometreler bile... Yakınsa uzak; uzaksa daha da uzak olur benim hayatımdaki her şey. Bilmesine biliyorum da bunu bi öğretemedim kendime. Ama öğrendim ki bilince öğrenilmiyormuş. Bütün kadınlar olmadık zamanlarda gidiyorsa bütün erkekler de o olmadık zamanlar da gidiyor. İçindeki bahara, güneşin endamına, koyun koyuna uyunan gecelere, aç susuz kalsan da onun için yaptığın fedakârlıklara, çekingen ama sevimli meraklarına aldırmadan gidiyorlar. Yazara bunu nasıl anlatsam? O hikâyeden aklımda şöyle bir cümle daha kalmış: "Biliyorum, kimi sevsem en son hatırladığım görüntüsü gidişi olur."  Benim kalbimin ana arteri... Neyse. 

Her şeyi boş ver de şimdi sen uyuyorsun ya bütün ninnileri ben söylüyorum.




20 Ocak 2013 Pazar

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -45-

Öyle büyük bir hızla geliyordu ki karşılayamadım. Önce çekingen, biraz zaman geçtikçe hırçın ve son sözü söylemek için geri döndüğünde ise kırıcıydı. Ne yalan söyleyeyim oldukça başarılıydı. Kırıldım.

Aralık kapıyı henüz kapatıyordu. Birkaç söz dizimi kadar yakınlaşmıştı. Orada, kayıp duygularının saklandığı yerde, kimsenin göremediği bir şeyleri görmüş olmalıydım. Hani onlar hep vardır ama ustalıkla yapılmış bir makyajla, süslü birkaç cümleyle görünmez hale getirilir ya işte böyle bir şeydi onun da yaptığı. Küçük bir çocuğun evde hiç bulunamayacağını düşünüp saklandığı elbise dolapları gibi. Ben bulurum. Çünkü çok saklandım kapalı yerlerde uyku zorunluluğu olan öğle sonralarında. Üstelik bir insanı ele veren öfkesidir. Olmadık yerlerde, hani neredeyse öyle bir tepkinin geleceğini beklemediğiniz anlarda birdenbire alev alır. Çoğu zaman siz de değilsinizdir ama şans eseri orada olmanız bile yeterli olur. O gün de yanında olmasam bile  karşısında bir tek ben vardım. 

Masum bir çocuktum. En sevdiğim oyuncaklardan birini bana getirmişti. Hesapsızca "Alıp oynar mısın bununla?" diye sorup yine yanında olmayan ama olsaydım mutlaka bakacağı gözlerime bakmıştı. Uçabilirdim. Kanatlara ihtiyaç duymadan yükseklere ya da müsait bir yatağın üzerine çıkıp tavanla yatak arasında bir yere. Evet evet bunu yapabilirdim. Ama yapmadım. Bilmezsiniz şaşırdığımda nasıl saçmalayabileceğimi. Odalar arasında dakikalarca yürüyebileceğimi... Hatta oturup aptal aptal duvarlara bakabileceğimi. O an yanı başımda olan her ne varsa onunla bir bağ kurup içimdeki sevinci nasıl boşaltabileceğimi, bilmezsiniz... Nereden bileceksiniz ki?
O da bilemedi. Çok kızdı bana. Öfkesinden kaçtım. Korktum. Elbise dolabıma mı yatağın altına mı yoksa perdelerin arkasında herhangi bir yere mi kendimi saklamalıydım? Panikledim. Ben panikledikçe bütün kelimelerin ayağı kaydı. Birini tutsam diğeri bırakıyordu kendini boşluğa. O boşluktan onları nasıl çıkarabileceğimi, kızgınlığının üstesinden gelip gelemeyeceğimi düşünmeye çalıştım. Faydası olmadı. Kaç zaman geçti üzerinden bugün hâlâ o anı düşünüp bizi o noktaya getiren asıl sebebin varlığını arar dururum. Ben anlatamadığımda çok üzülürüm. Çok.

Bu kadar büyük bir kızgınlığın, her şeyi yok edip yıkmanın, aramıza böyle engeller koymasının nedeni ben olamazdım. Mutlaka başka bir şeylere canı sıkkındı, beni kırmak istemezdi. Ne bileyim, öyle olsun. İnsan, üzerinden aklı selim bir zaman geçmediği müddetçe an değerlendirmelerinde başarısız olabiliyordu. Her şeyi üzerime alınmak gibi çoğu zaman canımı yakan bir huyum vardı ve işte bu huy, beni yıllarca kendimden alıkoydu. Ama o da çok büyük bir hızla gelmişti be hayat! Oysa ne çok kucaklamak, sarıp sarmalamak ve bir yaz evinin sıcaklığına dokunup denizin şahitliğinde onu öpmek istemiştim. Bir şeylerin yanlış olduğunu, kolaylıkla düzeltilebileceğini, beni benden dinlemesini söyledim. Defalarca. Kabul etmedi. Sustu. O baş edilmesi güç odaya kilitledi kendisini. Günlerce kapısını çaldım. Bir daha açmadı. Göstermedi bana yüzünü. Bekledim. Biraz daha biraz daha bekledim. Hani yeminini bozar da çıkıp geri gelir diye. Gelmedi. Ne o ilk sözlerimizi kavuşturduğumuz yere ne de beni bir hayale inandırmayı başarıp sonra da apansız sustuğu yere geldi. Kaç gece uyuyor mu yoksa hâlâ o da benim gibi uyanık mı diye evinin orada, caddelerin kesiştiği yerde onu izledim. Perdelerini bile açmadı. Yalnızca bir defa gün batımında, o tanıdık büyük ışıkların olduğu yeri görebilmek için kendini gösterdi. Çok seviyordu orayı, biliyordum. O söylemedi hiçbir zaman ama ben biliyordum orayı sevdiğini. Hatta parmağındaki yüzüğü bile görmüştüm. Geçmişten bir iz, saklı bir an. Hepsini biliyordum. Ve bilmek böyle zamanlarda hiçbir işe yaramıyordu.

Takvimlerdeki çentikler günler uzamaya başladıkça kısalıyordu. İstanbul'da kelimeler çok müsriftir. Öyle anlamsızca duraklarda bırakırsın ki onları, iki dakika sonra dönüp gelsen bulamazsın. Bense sana söylemeye bile fırsat bırakmadığın hiç kullanılmamış kelimelerimle o hiç binmediğim otobüsün altı numaralı koltuğunda seni bekliyorum. Yıllardır aynı koltuğu birgün bana gel dersin diye ayırtıyorum. Günler, haftalar, aylar geçiyor o koltuğa hiç tanımadığım insanlar binip sana, senin yaşadığın şehre gidiyor. Hepsini kendi ellerimle uğurluyorum. Otogarların hüzünlü ayrılık sahnelerini sevmem. Sana erişebileceğim kadar yakınken bir o kadar uzak oluşumu hatırlatıyorlar her defasında bana. Kıskanıyorum gidenleri. 

Otobüs geri geri o perondan çıkarken bir köşede durup içim yanarken keşke diyorum, keşke nereye saklanacağımı düşünmek yerine altı numaralı koltuğa oturup sana gelseydim. Otogarları sevmiyordum. Ama seni seviyordum.

16 Ocak 2013 Çarşamba

Perdeleri Sıkıca Kapattınız mı?

Sonunda durdum. Ölümden ötede, seferlerin mola yerinde tıkandığı kalabalık bir zaman diliminde bekliyorum. Gittiğim her yerde bir şeylerin daha önceden söylendiğinin yankısı içimde saklanıyor. Bir mızrak saplanıyor seslerin içinden. Sıkıca gerilmiş yayın arkamda bir yerlerden bana karşı doğrultulduğunu hissediyorum. Bir ok hızla üzerime geliyor.
O ben değildim dedim. Her defasında. Uzun uzun. Bir caddede, odalarda, bazen bir dağın yamacında anlatmaya çalıştım. Bu yanlışı durdurmak için uğraştım. Yankı: “O zaman sen neredesin?” diye sordu. Sustum. Susmak çoğu zaman gerçeğin karışması… Herkes konuştu. Düzelsin diye. Kısacık bir akşamdı. Durdum. Ne yapsam da o ses çıkmazının derinlikleri arasından aldırmadan geçip gitsem diye düşündüm. Kısacıktı. Dalgakıranlar gibi boyun eğişimin, ona sarılmanın sonsuzluğuna aldandım. Bir bakış açısına göre sonsuz olabilirdi. Ben onu sevdim. O bakış açısını.
İyi ki geldiniz. Her şey öyle sıkıcıydı ki. Nerede kapalı kaldığımı ve nasıl olup da yolumun bu sokağa düştüğünü inanın hatırlamıyorum. Öyle çok şey gördüm ve yaşadım ki aslında gerçekten var mısınız, yanımda mısınız bunu bile bilmiyorum. O gece odadan dışarı çıkarken kaybettiğim uykumun peşinden sürüklenip duruyorum aylardır. Gördünüz mü?
Bazen kendi kendime, şu gördüğünüz yerde, o gece olanları durup düşünüyorum. Sanki hiçbir şey eski açıklığında değil. Eşyalar vardı sağımda solumda, irili ufaklı, tanıdık olmayan. Yürüyordum. Aralıksız. Gökyüzü dağınıktı. Bir şeylerin olacağı belliydi. Aklım o gece de karışıktı tıpkı bugünkü gibi. Çok üşümüştüm. Yalınayak olduğumu anımsıyor gibiyim. Kalın duvarları, ıslak zeminleri olan bir yerdeydim. Oradan çıkmak için uğraştım. Bir vurgunun tam ortasındaydım. İnsan kendi rüyasının içinden uyanmadan çıkabilir miydi? Ellerimle bedenimi kontrol ettim. Gözüm, yüzüm, bacaklarım yerindeydi. Bendim. Yürümeye devam ettim. Birden büyükçe bir karmaşanın, gürültünün içinden geçtim. Yarı karanlık bir duvar dibinde, bir kadınla bir erkeğin sessiz kavgalarını izledim. Kelimeler boşlukta yok olmuş gibiydiler. Yalnızca mimiklerini ve birbirlerine dönük ellerinin sertçe aşağı yukarı kalkıp inen hareketlerini görebiliyordum. Karanlıkta kalan yerlerine denk geldikçe, olanları kafamdan uyduruyordum. Kesik kesikti. Burası neresiydi? Neden bir başıma, bu ağustos gecesinde buradaydım? Olmamalıydım. Bir süre bekledim. Günebakan çiçeğinin uyanışı kadar…
Öyle sanıyorum ki bir apartmanın çatısında uyandım. Ya da herhangi bir binanın çatısı olduğunu düşündüğüm yerde. Şehir yıkılmış gibiydi. İnsanlar bulundukları binaların çatısındaydı. Sadece onlar mı? Arabalar, elektrik direkleri, ağaçlar, sokaklar, caddeler… Sanki her şey çatıdaydı. Gökdelenlerin yerdelen olduğu bir dünyada, yerin dibine doğru bir yükseklik içindeydim. Algının çöktüğü ters bir kurgu. Oturduğum yerden kalktım. Oturduğumu hatırlamadığım ama bir şekilde geldiğim yerden. Yeniden yola koyuldum.
Daha çok konuşmalısınız. Bildiğim bilmediğim her şeyden bahsedebilirsiniz. Saçlarınız ne kadar kırlaşmış. Uykularınız ne kadar da bölünmüş. Ben anlarım. Bakışlarınızdaki kelimeler soğuk. Gözlerinizin altına çöreklenmiş bu karanlık onlardan mı kalma? Onlar ve öbür şeyler… Artık hiçbir aldanışa kanmayacak kadar yaşadım diyenlerdensiniz değil mi? Kapılarınız yok. Her şey koca koca duvarlardan ibaret ve alabildiğine renksiz. Ama hayat büyük bir gürültüyle kovalar. Zamanı ölçemezsiniz. Hepsi hepsi koca bir yanılgıdır elde kalan. Rakamların esareti sizi boğar.
Perdeleri sıkıca kapattınız mı? Geldiğinizi bir gören olmasın. Biliyorum biliyorum, siz de aynı şeyi düşünüyorsunuz. Yani herkes kadar. Bitse de gitsek. Bu kovalamaca son bulsa ve sindiremediğimiz bu yaşama karşı daha fazla direnmek zorunda kalmadan kaybolsak. İnsan durdukça şüpheleri durmuyor. Büyüyor. Bu evham beni öldürecek. En çok da akşamüstleri yerleşiyor bu çetin duygu; korkmuyorum ama yine de kaçmak istiyorum.
Yola çıktıktan hemen sonra, bir süre çocukların gözlerinde saklandım. O sonsuz tekrara defalarca düşmekten yorulmuştum. Rahat rahat dinlendim. Kısa bir süre. Çocuklar yakalanmazlar. Meselâ bütün huzursuzluğunuzu yakan top oynarken üzerinizden atabilirsiniz. Ya da saklambaçın gürültülü yer bulma telaşında… Biri olmazsa diğerine giderim; ama mutlaka giderim. Tanır mısınız onları? Dilerseniz birgün, uyandığınızda, sizi onlara götürebilirim.
Sonra aniden hatırlamaya başladım. Her şeyi reddettiğimi düşündüm o yerde, sonsuz bir güç gelip içime yerleşiverdi. Direndim. Bir çeşit hızını kesmeyen düşünceler ordusuyla savaştım. Karanlığa düştüm. Ama insan hatırladıkça bütün kapalı ışıklar birer birer yanmaya başlıyordu. O sonsuzmuş gibi görünen duvarların içinden geçiyor, tanımadığı sokak başlarında dolaşıyor, ince bir uykunun üzerinde tıpkı bir cambaz gibi yürüyordu. Hiç bitmeyecek bir yolculuğun peşi sıra sürükleniyordu. Huysuz bir hikâye yazarının bir türlü barışamadığı uykusuzluğu sırasında, karman çorman bir kelime coğrafyasının içerisinde oradan oraya savruluyordu. Terk ettiğim geceye yeniden döndüm. Bir şekilde hikâyeye girmiştim. Bütün bunlar belli belirsiz, yanılgı da olsa oradaydım. Bir başlangıç mutlaka vardı. Karanlığın akışını değiştiren, geçmişten gelen bu şaşkınlığın ortaya çıktığı gecelerde, her şeyi yeniden anlatacak, yalan yanlış kökleri toprağından söküp atacak, dönüşü olmayan tek bir başlangıç. Ama neredeydi?
Aklım hep o gecedeydi. Herkes bir şeylerden bahsediyor, etraftan yayılan müzik sesleri soğuk bir suyun şok eden etkisi gibi başımdan aşağıya doğru duyuluyordu. Katlanamıyordum. Yeraltına giden müzik… Olsa olsa bir uyurgezerin bilinçsiz hareketlerinin sonucunda, es kaza konuşabilmişse kaybolduğu yerde, mırıldandığı bir cümledir. Anlamdır. Her cümle anlamlı mıdır? Ya da her anlam bir cümle midir? O gece tek kelime etmedim.
Büyük kelimelerden korktum. Ağzımdan çıkacak cümlelerin şu an ortasında bulunduğum yere gelmemi engelleyeceğinden ve belki olası bir sona beni hazırlayacağını bildiğimden sustum. Çünkü kelimeler her zaman senden önce geliyordu. Yola en önce çıkan ve o yolu en önce tamamlayan onlar oluyordu. Ancak susarsam, bu güçlü alfabenin harflerinden kendimi sakınırsam, kurtulabileceğimi sandım. Yapabildiğim tek şey yürümekti. Kısa kısa, uzun uzun yürümek… Ama insan yürürken yolun nereye düşeceğini bilemiyordu. Ve olsa olsa rüyadır tüm bunlar demek işimi kolaylaştırmıyordu. Çünkü rüya mağarasına giriş, zamandan ve mekândan bağımsızdı. O gece yeraltına giden müziği takip ettim.
Karanlık bir pasaja girdim. Benim için bırakılmış herhangi bir şey, bir iz bulabilmek uğruna geldiğimi düşündüğüm bu yerde onu gördüm. Kim olduğunu hatırlayamıyordum. Daha önce hiç karşılaşmadığıma emindim. Yine de bir şekilde tanışmış olmalıydık. Alt kattaydık. Sanki metrelerce yerin altındaydık. Etrafa baktığımda, karanlığın içerisinde büyük, görünmeyen bir kalabalık var gibiydi. Ama bizden başka hiç kimse yoktu. Bu yalnızca bir histen ibaret bile olsa birilerinin varlığını hissediyor olmak beni tedirgin etmişti. Kendime kızdım. Öncesinde olduğu gibi… Telaş içinde yukarı çıkmak için merdivenlere doğru yöneldim. İçimde bir yön duygusu vardı ama karanlık her şeyi ele geçirmişti. Basamakları göremiyordum. O geldi. Beni kucağına alıp merdivenlerden yukarı doğru çıkarmaya başladı. Ama o karanlığa meydan okurcasına merdivenleri hızla ikişer üçer çıkıyordu. Merdivenler uçsuz bucaksızdı. Bitmeyecekmiş gibi görünen bir yere doğru ilerliyorduk.
Bilmediğim koridorlara girdik. Birbirine açılan odalara. Her geçtiğimiz yerde bir evi geride bırakıyorduk. Bazen bir duvar dibinde, bazen koridorların orta yerinde bazı eşyalar bir görünüp bir kayboluyordu. Değişmeyen tek şey karanlıktı. Gösterişli, huzursuz, dağılmayan bir karanlık. Yürüdükçe yürüyorduk. Ben hâlâ kucağındaydım. O alabildiğine sessiz. Daha önce hiç konuşmamış gibi. Kocaman alnında derin izler taşıyordu. O beni taşırken ben de onun yüzünde yadırgamadığım bir tanışıklığın tanımını yapıyordum.
Sonra bambaşka bir kapıdan daha geçtik. İçeriden yükselen sevişme sesleri duyuluyordu. Birdenbire konuştu. “Açmaa, sakın gözlerini açma” dedi. Açmadım. Çaresizlikten boyun eğdim. Sonra bir kapı daha. Bu defa kapıyı ardımızdan kapattık. Birdenbire karanlığın içinden bir kadın belirdi. İkimiz birden şaşırdık. Daha önceden birbirimizi tanır gibi o şaşkınlıkla ne diyeceğini bilemeyen iki arkadaş gibi şaşkınlıktan olduğumuz yerde durduk. Kadına burada ne yaptığını sordu. Kadın yalnızca “Çok yorgunum.” dedi ve kayboldu. Konuşmuştu. Aynı anda kapattığımız kapıyı biri araladı. Bir erkek. O an aklıma az önce geçtiğimiz odadan gelen sevişme sesleri geldi. Kadın kimdi? O erkek kimdi? Neden her şey bir belirip sonra anlamsızca ortadan yok oluyordu? Korkmuyordum. Fakat azar azar içimize işleyen bu gece, bu kapı geçitleri beni boğmaya başlamıştı. Nereye varacağını bilmediğim bu yolda, geride bıraktığım her şeyin oldukça uzakta kaldığının hissi ansızın bastırmıştı. Uzaktaydım. Uzakta olmak kötüydü. Geride ne bıraktığını tam olarak bilmese de insan, bir yanının bağlı olduğu yerden ayrılması duygusundan kopamıyordu. İçte bir gölge gibi takip eden, rahat bırakmayan o bağlılık şimdi bulunduğu yeri yadırgıyordu.
Tam da bu yüzden bir an önce kaçmak, karanlığı parçalamak, bu yanlışlığın, bana, ona, belki de hiç birimize ait olmayan bu görüntülerin içerisinden sıyrılıp yeniden yeryüzüne çıkmak ve aylardır sürüklediğim bu saçmalığa son vermek istedim.
Saatine baktı. Aklımı okuyormuşçasına: “Seni bu saatte hiçbir yere göndermem.” dedi. Aynı anda, kaybolan kadın da birdenbire karşıma dikilip: “Bir sürü oda var, birisinde kalırsınız. Ev biraz kalabalık ama olsun. Bir köşede boş bir yatak mutlaka bulursunuz” deyip karanlığın içinde bir kez daha yitip gitti. Tek kelime etmedim.
Üzerimi çıkardım. Yatağa girdim. Sarıldı. Yanağımla kulağım arasındaki bir yere başını dayayıp sessizce: “Gözlerini açma dediğim yerde gördüğüm, senin görmediğin ama sesini duyduğun kadını tanıyorum.” diyerek gözlerini kapadı ve uykuya daldı. Bense görmediğim bir kadın ama ortak yaşadığımız bir şaşkınlığın sonrasında artık iyice bana ait olmayan bir hikâyenin içinde nasıl oluyorsa yine de ben olarak bir şekilde var olduğumu belki de var edildiğimi düşünerek zor da olsa uyumaya çalıştım.
Yataktan kalktığımda belli bir süre geçmiş gibiydi ama sabah olunca uyanıp da kalkıyormuş gibi değildim. O gitmişti. Onunla birlikte her şey görünürden kaybolmuştu. Ne bir kadın ne bir erkek ne de odalar vardı. Karanlık dağılmıştı.
Bahçeye açılan bir balkona girdim. Arkası dönük bir kadın, sarmaşık halinde beyaz çiçekleri olan bir bitkinin arasında durmuş, elindeki çekiçle pat küt sesler çıkarıyor; bir yandan da bitkiyle konuşur gibi bir şeyler mırıldanıyordu. Dediklerini anlayamıyordum. Dar patika boyunca yürüdüm. Pırıl pırıl sabah güneşinin içinden geçiyordum. Güneş ışınları coşkun bir su gibi yüzüme yüzüme çarpıyordu. Yaz gecesinin rüzgârla birlikte gelen kokuları saklanmıştı kuytulara. Gündüzün bir tek güneşi vardı. Oysa yaşamın bütün çığlığın açığa çıkaran geceydi. Benim adını bildiğim her şey geceleri ortaya çıkardı. Düzen bir kurulur, bir bozulurdu.
Belki bir akşam, sadece bir akşam beni inandırabilirdi sonsuzluğa. Arada kalmış bir an; geceyle gündüz arasına sıkışmış bir akşam, bütün bunları dindirebilirdi. O boşlukta değişebilirdi(m), kim bilir.
Bir ağustos gecesinden düşüp buralara kadar gelmiştim. Birazdan her şey yeniden değişecekti. Ara ara gelip yalancı bir aydınlığı, bu beyazlığı peydahlayan her neydi bilemiyorum ama kısacık da olsa nerede bıraktığımı, neresinde olduğumu hatırlayamadığım hayatımın bu bahçede kabuklarından arındığını, gelip gitmelere saplanıp kalan aklımın düze çıktığını, bir parça huzuru avuçlayabileceğimi düşünmek güzeldi.
Durmadım, yürüdüm. O açıklıktan, bahçeden çıkıp bambaşka bir evin odasına kurulup oturdum. O da oradaydı. Tanıdığımı sandığım adamın hiç bilmediğim, hissetmediğim diğer yarısı. Sessizliğini çiğnercesine konuşuyor, o konuşurken diğerleri onu hayranlıkla dinliyordu. Soru sormak için yarışan kadınlar gördüm. Nedensiz yere kıskandım. Oysa nedeni çoktu. Bilmediğim yarısını kıskandım. Olamadığım beni kıskandım. Orada olup aslında olmayışımı kıskandım. Dirilip ölüşümü kıskandım. Yanıtladığı her sorunun cevabında kendimi bulamayışımı kıskandım. O gece ben, tanıdığımı sandığım adamın tanımadığım yarısında her ne varsa kıskandım. Onu sevmeme ve orada tamamlamama rağmen odadan çıkıp gittim.
Kalbim hızla çarpıyordu. O zaman anladım onun kim olduğunu. Neden hem tanıyıp hem tanımadığımı… Birbirinden farklı mekânlardan geçişimi, zamandan mahrumluğumu, düzensiz uykularımı, yaşadıklarımın bazen gerçek bazen de bir rüyaymış gibi gelmesini. Bütün o kalabalıkların, durmaksızın konuşan insanların, beynimi kemiren soruların tek bir kaynağı vardı. Hiç bitmeyecek sandığım tek bir akşamın, bir buluşmanın, zamanla benden kopan parçalarının kalbimde bıraktığı saplantılarıyla savaşıyordum. İnkâr ettikçe kök salmış, başkaldırdıkça beni iyice içine çekmiş her ne varsa, büyük bir hızla bana çarpıyordu. Sona doğru her şey hızlanıyordu. Bu sürükleniş hep böyle sürmeyecekti. Nereden gelip içime yerleştiğini aylardır çözemediğim; aşılır, çıkılır sandığım bir uykunun, rüyanın, belki de bir uyurgezerin sayıklamalarında çoğalmıştım.
Sokağa çıktım. Akşamdı. İlk defa akşam vakti, duru bir ışık ve karanlık demetinin içerisinde yabancısı olduğum bir caddenin üzerindeydim. Etrafta koşturan, simsiyah giysiler içerisinde dolaşan, ağlayan insanların arasından geçtim. Şehrin uğultusu o caddedeydi. Anıların doğurduğu görüntülerin üzerine bastım. Dünya karardı. Koşmaya başladım. “Bunu yapma, kendine zarar veriyorsun.” diye bağırdılar arkamdan. Kimdiler? Usul usul içime sızdılar. Bağırdım. “Neden dünyayı kararttınız. Niye burada ışıklar yanmıyor?” Koştum. Aralıksız ve durmadan; nefes nefese. “Bunları daha önce de duymuştuk. Sen ve senin gibiler karartıyor burayı. Kararan dünya değil sizsiniz.” dediler. Üzerimdekileri çıkardım. Bana yeni elbiseler giydirdiler. Yapış yapıştı. Sımsıkı. Bacaklarımdaki kırmızı çoraplar ruhumu boğuyordu. Bedenime saplanıyordu. Rengârenk, karanlık kısacık bir akşamdı. Karmakarışıktı. Suların üzerinden atladım. Terk ettiğim odaya geri döndüm.
Telaşla kırmızı çoraplardan kurtulmaya, o görmeden çıkarmaya çalıştım. Herkes ayaklanmıştı. Sorular bitmiş, kadınlar birer birer kapıdan çıkmaya başlamıştı. Kadınlardan biri kolumdan tutarak beni durdurdu. Bir yandan dizlerimin altına kadar sıyrılıp orada kalan çoraba bakıyor, bir yandan da bana sorular soruyordu. “O ben değildim.” diye cevapladım. Aklım ondaydı. Onu kaçırmamak için göz ucuyla nereye gittiğini takip ediyordum. Evin kapısı açıldı ve merdivenlerin olduğu araya çıktığını gördüm. Hızla kolumu çekip kadından kurtuldum ve koşup ona sarıldım. Elleri bir boşluğu sarar gibiydi. Çoktan beridir beklediğim kurtuluşun mutluluğunu yaşayacağımı düşündüğüm o yerde, dudaklarını dudaklarıma değdirip öylece kaldı. Soluğunu ve heyecanını yitirmiş bir et parçasından başka bir şey yoktu. Kulağına eğildim: “Tanrı beni seviyormuş ki yeniden seninle karşılaşmamı sağladı.” demeyi düşünürken ikimiz de aynı anda: “Tanrı beni…” diye başladık cümleye. Öyle uzun, karmaşık ve yorucu yollardan geçip bir şeyler anlayabilmek ve duyabilmek uğruna buralara kadar gelmiştim ki susmayı ve cümlenin devamını ondan duymayı bekledim. “Tanrı benim bir anda yok olmama izin vermez” dediğini duyar gibi oldum. Gözlerimi açtığımda o yoktu. Her şeyim tamamdı derken hiçbir şeyin tamamlanmayacağını anladım. O akşamı hiç unutmadım. Hepsinden kısa süren, sonunda ona kavuştuğumu düşündüğüm o akşam, son defa kaçtım.
Buraya kurallara benzemekten, daha fazla tükenmekten, paslanmış zihinlerin üzerime yapışmasından ürküp, kaçtım da geldim. Ardıma bakmaksızın kendi içine gömülmeyi bekleyen bir yalnız gibi kapandım. Ellerimle örttüm üzerimi. Mezarları, insan suretlerini, güçlüyü, güçsüzü, olağanı, alçakgönüllülükleri, türlü hazları, kent kalabalığını geride bıraktım. Sonunda durdum. Ölümden ötede.
Dedim ya en çok akşamüstleri. Siz geldiniz ya sizden başka kimsenin beni duymasına lüzum yok. O gece ne dedikleri umurumda değil. Çünkü bu uyuşmazlığın, yüzyılın bu berbat hastalığını düzenleyen bendim.
Düzenden uzakta, bir yolculukta, kendi kendine direnen doyumsuz isteklerin tadını bilir misiniz? Ben biliyorum. Bu karanlık bir şey… Nerede yattığı belli olmayan, açıktaymış gibi görünse de en kuytu yerlerde kendisini saklamayı başarabilen bir tat. Ne tuhaf! Dedim ki madem güneş çıplak sokaklar kadar tenimi sahiplenmiş umarsızca kaçıyor, kaçsın! Baştan çıkaran bu gece gündüzle daha çok uzun zamanlarım var. Diğer bütün saatler bekleyebilir. Birini, ötekini, bir diğerini. Günlerden hangi günü canım isterse o gün terk ederim. Bütün puştlukları yapacağını bilsem de -yine de- bu ağustosta, bu hoşnutsuz kelimelerin arasında bozuk bir para sesi gibi şangırdamak, bu gizli ölüm tek başına yetiyor bana. Belki de tüm bunlar bir kuruntudur. Uyumsuzluk çoğaldıkça kendisini gösteren ağdalı bir sanrıdır.
Ah benim hayal kutumun içinde debelenen gürbüz akıllı cahilliğim!
Belki de gelmemeliydiniz. Şimdi anlıyor musunuz neden kaçtığımı? Neden ölüden ötede bir yerde durduğumu ve sustuğumu?
Yakınmalar hiç bitmiyor. Kimin aklını çelse birileri, yok olup gidiyor ardına bakmadan. Bir uğultu sonrası. Sonrası bir durup bir başlayan, akıp giden ve bir türlü uykuda mı, uykusuzlukta mı yoksa uyurgezer bir halde yaşandığı anlaşılamayan bir yığın saplantılı duygu. Hastalıklı bir döngü ve bazen bu bile yeterli olmuyor. Hep böyle sürüp gideceğini sanırken ve dolunaya yüksek râkımda hayaller donatırken (çünkü elinizde kalan sadece hayallerdir) o ve onun gibiler geçmişin tanıdık güvertesinde nelerin olup bittiğini, uykusuzluk halinin şaşmaz bir doğruluk gibi karşısına dikildiği vakitlerde haykırmaya başlıyor. Yeniden ve yeniden:
“Orada mısın? Ben birgün giderim ama bak yine birgün geri gelirim.” Ah, işte orada! Bu, kuytularda, şuramda, uzak yolculukların haritasında konaklayan çoktandır beklediğim bir geçmişin gülümsemesi midir? Kavrulmuş bir duygunun eskiyen, küçülen ve neredeyse yorulmuş haline aldırmaksızın geldi. Çünkü bilmek, bıraktıklarının hâlâ orada olduğundan emin olmak, en az acıkmak kadar rahatsız eder insanı. Hazır bir duygudur. Öyle olmasa bu denli derine inebilir miydi?
Şimdi usulca kelimelerini sessizliğe yatırıyor. Konuştuğumda cezalandıracağını, yine de onun için tetikte beklediğimi, uzaklaşsa da her an yanı başımda konaklayabilecek kadar içimde olduğunu biliyor. Bir dere kenarında oturup serinleyebilecek kadar zamanı var. Çok. Bundan kaçamayacak, küçük küçük günahları peydahlayacak ve yatağın telaşlı akşamlarına denk düşecek bir anda yanıma uzanacak. Çünkü yalnızlığın bir insanı nasıl da güçsüzleştirdiğini, evin türlü odalarına saçıldığını ve duvarlara dönük bir yüz içinde hüzünleri hazırladığını o daha en başta, benden önce öğrenmişti.

Neyi yazacak olsam, bir şeylerin daha önceden yazılmış olma ihtimalinin sancısı parmaklarımı dağlıyor. Hep yeni bir hikâyeye adım atmak varolmamızın bir sonucu mu? Yoksa nedenler hikâyeleri daha önce kuşatmış olabilir mi?
“Korkma” diyor alışkın olmadığım bir ses. Üzerime abanıyor. Temize çıkmak için çırpınan biri gibi var gücümle karşı koyuyorum. Ses durmuyor. Ses gitmiyor. Bir türlü kısılmak bilmiyor. Odalar büyük gelmeye başlıyor. Her defasında, o kapıyı her açışta onun bedensiz sesiyle karşılaşmak sevinçten öte gizli bir irkilmeye denk düşüyor. Kendime dönüyorum. Böylece benden alacaklarını ona vermiyorum.
Dedim ya sustum. Susmak çoğu zaman gerçeğin karışması… Herkes konuştu. Düzelsin diye. Kısacık bir akşamdı. Durdum. Ne yapsam da o ses çıkmazının derinlikleri arasından aldırmadan geçip gitsem diye düşündüm. Kısacıktı. Dalgakıranların sonsuzluğuna aldandım. Bir bakış açısına göre sonsuz olabilirdi. Ben onu sevdim. O bakış açısını.
İnsan kendi rüyasının içinden bir tek kendini sıyırıp çıkamıyordu. Şuramda bir sancıyla parçalanıp dağılmaktansa, bir tek benim bildiğim bu tapınakta kıvrıla kıvrıla uyumayı tercih ediyorum. Eğer bu bir uykuysa…
Perdeleri sıkıca kapattınız mı?





25.09.2011 - Egoist Okur'da yayımlanmıştır.

9 Ocak 2013 Çarşamba

Yare

Geçmiyor. Ne etsem de üzerime çullanmış şu hain ağırlığı kaldıramıyorum. Sol yanım sızlıyor. O sızlayınca çirkinleşiyorum. Çirkinleştikçe susuyorum. Ben ne zaman kendimden uzaklaşsam susuyorum. O bilmiyor. Kimse bilmiyor. Söylüyorum işte. Susturmayın beni.



Bütün gece oturma odası ve koridor arasında gidip geldim. Yalınayak. Sırf üşüteyim de hasta olduğumu söyleyebileyim diye. Hain taşlar. İnadına sıcaktılar. Ayak parmaklarım basıp geçtikçe daha da ısındılar. Dizimi çarpsam? Olmaz, orada öyle hükümet gibi bir morluk yerleşmişken nasıl giyerim ince çorabı? Geçmiyor da meret iki haftadan aşağı. Yaşım ilerledikçe daha da uzar oldu iyileşme aralıkları. Küçükken böyle miydi? Ne kadar çok düşersen o kadar çok ganimetin olurdu. Yaramaz çocukların en büyük nişanı değil midir yara bereler?

Cemil'i hatırlarım hep düşüp de bir yerimi morarttığımda. Dışarıdaysam gelip geçene hiç aldırmam. Evdeysem dünya benim! Düştüğüm yerde şöyle birkaç dakika da oturur halime gülerim. Acım diner, rahatlarım. Cemil, ikide bir dokuz taş oynadığımız taşları akşam olup da kuytuya sakladığımız yerdeki kırık tahtalara basıp düşerdi. Hani sorsanız kaç defa, derim ki çocukluğum boyunca... Birkaç defa o tahtaları yerinden oynatmaya kalkıştık da çocuk gücümüz yetmediydi. Hep o burun kıvırdığımız ıspanağı yemediğimizden oldu. 
İki bacağı yetmezmiş gibi kolları da yaralarla örülüydü. Kimisi kabuk bağlamış kimisinin rengi mordan yeşile dönmüş. Bazıları da kim bilir hangi zamandan kalmış ama bir türlü geçmek bilmemiş.  Sanki bütün acılarımı Cemil alır o kırık tahtaların üzerine saklar. Cemil ve onun sarsılmaz tahtının yareleri... 

Dolu dolu gülerdik Melek'le. Melek, Cemil'in sevdiceği. Ben demiyorum, Cemil öyle derdi. Öyle demişti bir akşamüstü oyundan evlerimize dağılırken. Hepimiz birbirimize bakmıştık. 'Sevdiceğim' ne demek olaydı ki? Bir kız bir oğlanı sevebilirdi ama sevdiceğimi ne Melek ne de ben biliyorduk. Çok sonraları, liseye geçtiğimde izlediğim bir filmde öğrendim anlamını. Ah Cemil dedim içimden, sen ne yaman ne kaçın kurası çocukmuşsun. Şimdi artık ne Melek ne de Cemil var. Memur çocuklarının kaderi budur. Her şehirde, her ilçede parça parça resimler bırakırlar. O çerçeve hiçbir zaman tamamlanmaz. Resim oluşmaz. Hepi topu yamalı birkaç öykü... Çil yavrusu gibi dağılır anıları, hayatlarının bir bölümünden. Elde avuçta kalan da zamanla akla düşen küçük anımsamalardan öteye gitmez. Yine de çocukluğundan bir şey hatırla, birkaç kelâm et deseler, buruk da olsa onları hatırlarım. Beş taş oynamanın zevkini, aç bil aç beyzbol oynamak için pazar yerinde ter döktüğümüz o günleri, apartman içinde merdiven köşelerine sıkışıp yaptığımız ilk aşk dedikodularını nasıl unuturum? 

Dirseğimi mutfağın kapısına geçerken çaktırmadan vursam? Nasılsa kış mevsimindeyiz. Senden başka kimin haberi olacak oradaki mor şişlikten? Bir süre boy aynasında kendimi izlemem olur biter. Biraz canım yanacak. O kadarına da katlanırım. Varsın haftalarca geçmesin, varsın hiç geçmesin. Sonunda beni sana affettirecekse senin için bunu da yaparım.

Kapıyı biraz aralık koymalı. Sonra geçen gün yine bir gece sıkıntısı sonucu, evde yürürken hesap ettiğim kırk altı adımlık oturma odası, mutfak yürüyüşü için gereken hazırlıkları tamamlamalı. Mesafe çok uzak olmadığından yeterince hızlı bir yürüyüş ve etkili bir çarpışma sağlamak için odanın en ucundan yürümeliyim. Böyle şeyleri planladığında, aksilik bu ya, ansızın olan gibi olmaz. Akıl, harekete geçmeden önce geçerli sebepler bulmayı severken ve aldığı kararları onaylarken, sıra olayın gerçekleşme anına geldiğinde pek tabii geri durabilir. Can bu, patlıcandan bi farkı olsun. Ama ben ne olursa olsun kolumu kapıya senin için...
Birazdan canım yanacak. İnsan bile bile... Tövbe tövbe... Yapacağım.

Yaptım da. Cümleniz uyurken, kar huzursuz bir rüzgârla koyun koyuna oynaşıyorken ben tuttum da dirseğimi o kapıya senin için vurdum. Nah ceviz kadar bir morum var artık. Bekle de geçsin. Geçmeyecek. İzini kaybettirse de içimdeki yerden silinmeyecek. Ne rengi değişecek ne de ağrısından bir gram eksiltecek. Varsın ömrümce bu nişan burada, sağ dirseğimde eğleşsin. 

Nasıl söylerim sana? İçimde çöreklenmiş bir korku, sözden ırak tutar duygularımı. Yaklaşmak ister de sakınır. Dilim ne de çoraklaşır, her şeyin böylesine çekildiğini hissettiğim anlarda. İçimde yüksek harda bir ateş, savrulur da savrulur. Ağzım dilim kurur yine de bir bardak su isteyemem. Yastığa başımı koyar yanar dururum. Sen hiç yangına ortak olan gözyaşı gördün mü? Ben gördüm. Söndürecek sanırken gittikçe büyüyen yangınlardan bahsediyorum. Yanağından düşerken kalbe varamadan değdiği o küçücük yerde yangını körükleyen.

Canım acıyor. Buzluktan birkaç parça buz alıp annemin ne olur ne olmaz diye bana bıraktığı tülbente sarıp dirseğime koyuyorum ama acım dinmiyor. Cemil'i hatırlayıp dolu dolu gülmek istiyorum, olmuyor. Çocuk kalmak istiyorum, olmuyor. Tahtalara düşüp orasını burasını morartan ben olmak istiyorum. Olmuyor. Olmuyor. Olmuyor. Ne yaparsam yapayım biliyorum, bir daha asla konuşmayacak benimle. Gülmeyecek de sarılmayacak da öpmeyecek de. Ah şu sol yanım da sızlamasa sol yanımda o olsa. Dayasa elini göğsüme, bastırsa. 


Çirkinleşiyorum. Kahrolası suskunluğum.   





6 Ocak 2013 Pazar

Sözde Gözde

Uzakta durup birden karşısına çıkınca ne yapacağını merak ederken, beklemediğim bir şey oldu ve onu karşımda buldum. Birkaç saniyelik dalgınlığım her şeyi değiştirmişti. Çay ocağının en kuytu yerini seçmiştim. Arkalarda bir yerde, büyük şemsiyenin hemen yan tarafındaki ağacın altında oturuyordum. Daha önce hiç karşılaşmamıştık. Haftanın bazı günlerinde mutlaka orada oluyordu. Yürürken göz ucuyla bakıp geçtiğim bu yerin müdavi olsa gerek diye düşünmüştüm. Önceleri tesadüftür deyip üzerinde durmadım. Ama günler geçtikte fark ettim ki salı, perşembe ve pazar günleri orada oturuyordu. Yani ben ne zaman oradaysam o da oradaydı. Hep aynı lacivert kadife ceketi üzerinde olurdu. Saçları sağ yanından özenlice sola doğru ayrık ve simsiyahtı. Siyah kaplı küçük defterini masanın bir ucuna koyup, kimi zaman baktığı yerin farkında ama çoğu zaman da dalgın dalgın etrafı izliyordu. O küçük defterin varlığını hiç anlayamıyordum. Bazı zamanlar eline alıp sayfalarını şöyle bir karıştırırdı. Neden bilmem, eline aldığında bir şeyler yazmasını isterdim. Belki de ne yazacağına dair tahminlerde bulunmak istiyordum. Ama bu dileğim, ne onu ilk defa gördüğüm gün ne de sonraki günlerde gerçekleşti. Ta ki... 


Orta yaşının biraz üzerindeydi. Oldum olası yaş tahminlerinde bulunmayı severdim. Yeni tanıştığım insanların yüzlerine bakarken kendimce bir yaş aralığı seçer, bu tuhaf oyundan mutlu olurdum. Elimde kalan birkaç çocuksu oyundan biriydi. Hem benden başka kim anlayacaktı ki?

Akşam, şehri ele geçirmeye başlamıştı. Kalabalık gittikçe artıyordu sokaklarda. İşten çıkanlar, sabahtan beri bu sokaklarda olup geri dönenler, bir aşağı bir yukarı İstiklâl'in her köşesinde kâh duraklayıp kâh vitrin camlarına göz ucuyla bakıp geçenler...

Buradaki uğultu başka hiçbir şehirde yok. Tek bir cadde sanki şehrin bütün yükünü göğüslemiş gibi durur. Yürüdükçe sesler kazınır, boşluğa doğru süzülen bir yaprak gibi kalabalık bir dünyanın içerisinde yolunuzu bulacak yer ararsınız. Üstelik ruh halinize göre değişecektir de caddenin havası. İşte yine böylesi bir akşamda, bir türlü düzelmeyen havaların dar geçitte yolunu kaybetmenin verdiği huzursuzlukla yürüyordum. Saatlerdir tek başıma yaptığım yolculuktan sıkılmıştım. Eve dönmek, güzel bir film izlemek belki de yapılacak en doğru şeydi. Hem zaten kimi aradıysam şu ne istediğini bilmez halime derman olsun diye ya başka işleri vardı ya da ruh halleri elverişsizdi. Bir tek kişi de boş olmaz mı ulan? Yok. Bazen bu boş atışlarınız öyle bir üzerinize gelir ki kiminle, nerede, nasıl zaman geçireceğinizin planını yapmak zorlaşır. Ama bunun gibi bir gündeyseniz de kime yaklaşmaya çalışırsanız çalışın bahane engelleri etrafınızdadır.

Dolmuş yoluna doğru saptım. Arnavut kaldırımlarının topuklu ayakkabılarıma çarptıkça çıkardığı can sıkıcı gıcırtı sesleri arasında köşeyi güçlükle de olsa döndüm. Yorulmuştum. Her seferinde kızıyordum kendime: "Madem bu kadar yol yürüyeceksin, ne diye giyersin ki şu lanet olası topukluları?" Ama evden henüz çıkmadan içeriye, ruhun koridorlarına kadar inmeyi başaran "kadın olmak" dürtüsü, her defasında beni ele geçiriyordu.

Uzun bir sıra vardı. Hava soğuktu. Birkaç dakika bekledim. Sahil dolmuşunun yolcuları ve kalkan araç sayısı her zaman daha fazla oluyordu. Çevre yolundan giden dolmuşlar üvey evlat gibi muamele görüyordu. Ayaklarım, ellerim beklemekten, hareketsizlikten buz kesmişti. Çıktım sıradan. Aşağıya doğru ilerledim. Hanın ara sokağında bir yer bulup oturdum. Demli bir çay, bir de tost söyledim. Oysa demli çayı hiç sevmem.
Perşembe günü sakin olacağını sanırsınız buraların. Oysa öyle mi? İşten kaçan, kafası atan, bir tur yürüyeyim de sonra eve giderim diyenler etrafı sarmış olur. Bu gece eve geç gidecektim.


Etrafı kayıtsız gözlerle izlerken geçen aydan beri buranın müdavimi olduğunu düşündüğüm adamı aramaya koyuldum. Kalabalıktı. Her zamanki gibi keşke buralarda bir yerde olsa da çaktırmadan göz ucuyla onu izlesem hem bir meşgale bulurum hem de kendimce olmayacak hayaller kurarım diye düşünüyordum. 

Tostun kenarlarını ufak ısırıklarla yemeye koyuldum. Bir yandan da yeni gelenlere bakıyor, oturanlar arasından seçmeye çalışıyordum. Anlaşılan bugün gelmemişti. Ne yalan söyleyeyim, üzülmüştüm. İnsan sahip olduğu bazı alışkanlıklarından mahrum kalınca çok sevdiği birinden ayrılmış gibi hissediyordu. Onu tanımıyordum ama öyle çok rastlaşmıştık ki istemeden onu sahiplenmiştim. Benimdi. Oysa düşününce ne akıl almaz bir duygu. İnsan sahiplenmekten korkarım. Çünkü henüz yitirme duygusuyla barışamadım ben. Sevmek sahiplenmek midir? Bunu da hiç bilemedim.

Bu kadar kuytuda oturmak iyi bir fikir değildi. Ama en çok da bu büyük şemsiyenin yanındaki yeri seviyordum. Ağacın dallarının beni koruduğunu düşünüp mutlu oluyordum. Sanki bir şey olsa beni kollarımdan tutacak ve yanına alacakmış gibi hissediyordum. Bana burada, onun kanatları altında hiçbir şey olmayacakmış gibi... Yalnızlık böyle korunaksız ve bencil bir duygu.

Çayımdan son yudumu alırken bu küçük mekânın tek bildiğim çalışanı Mehmet de yavaş yavaş bana doğru yürüyordu. Yirmi beş yaşında, bebek yüzlü ve değme artistlere taş çıkartacak kadar yakışıklı çocuktur Mehmet. Kaç defa liseli kızların onun hakkındaki dedikodularını dinlemiş, birbirilerine onunla birlikte olma hayallerini anlattıklarını duymuşumdur. Çay bahçelerinin en güzel yanı da budur. Herkesle içiçesinizdir ve bir konuya müdahil olmanız öyle zor değildir. Kitap okuyorsanız bile onların sohbetiyle birlikte okur, arada bir duraklamak zorunda kalır, tekrar kaldığınız yerden kafanızda onların cümleleriyle devam edersiniz. Samimidir ve öyle şekilci yerlerin ağır züppe havası yoktur. 

Karar vermiştim. Mehmet'ten çay isterken o adamı soracaktım. Ne de olsa ondan daha iyi bilecek kimse olamazdı. Hoş, olsa bile...
"Abla çay alırsın değil mi?" 
" Sen bana orta şekerli bir kahve yapıp getirsen Mehmet, biliyorsun çayla aram pek yoktur. Ama istersen çay da olur. Seni mi kıracağım."
" Yok abla öyle değil. Çay taze yeni demlendi diye ben şey etmiştim."
"Olur olur. Ama açı..."
"Açık ve limonlu abla, biliyorum."
"Hay yaşayasın."
"Ee abla biliyorum artık seni. "


Unutmadan, çay bahçelerinin en güzel yanlarından birisi de müdavi olan müşterilerini iyi tanımalarıdır. Şeker ona göre konur, çayın açık mı demli olacağını söylemenize lüzûm yoktur.  Kimi zaman da yanınıza gelmeden, gözlerinizle ne istediğinizi anlayabilecek kadar da iyi bilirler. 

"Mehmet sana bir şey soracağım. Hani benim de sıklıkla geldiğim bazı günlerde buraya gelen bir adam oluyordu. Şimdi diyeceksin buraya bir sürü adam geliyor. Haklısın. Lacivert kadife ceketi var. Simsiyah saçları. Boyu da işte benden biraz uzundur sanırım. Bir de yanından hiç ayırmadığı siyah renkli küçük bir defteri... Bildin mi?"

Kısa bir süre düşündü. Elinde çay bardaklarından bir tepe, başımda dikilmiş şaşkın gözlerle bana bakıyordu. Hatta öyle bir bakıyordu ki soruyu sorduğuma soracağıma bin pişman oldum. Dudaklarını içine kıvırdı, bir iki sızlandı. Ne diyeceğini bilemeden arkasını dönüp gidiyordu ki: "Abla, o abi var ya..." dediği anda arka masadan bir el usulca belime dokundu. Bense Mehmet'le o el arasında bir yerde kaybettim bakışlarımı. "Abi" dedi Mehmet bir kez daha. El belimden ayrıldı, lacivert bir gölge yanı başımda dağ gibi yükseldi. "Abla, abi geldi." Dedi gülümseyerek Mehmet. Oysa oturmadan önce arka masalara şöyle bir göz gezdirmiştim. Yoktu. Dalgınlığıma gelmiş olsa gerek dedim içimden o nasıl davranacağımı bilemediğim saniyeler içinde. Utandım. Ağzımdan tek bir kelime çıkmadı. Nasıl çıksın ki? Rezil rüsva olmuştum. Bir de utanmadan adamı tarif ederken "Boyu da benden biraz uzundur sanırım." derken gevrek gevrek gülmüştüm. 

Mehmet tabanları yağlayıp gitti. Giderken yüzünün kenarında hiç de emanet olmayan bir sırıtışla. Ona da rezil olmuştum. Sanki tüm çay bahçesi bana gülüyordu. O kocaman kuru gürültü şen kahkahalara dönüşmüş gibiydi. Lacivert gölge giderek küçüldü: "Aslında boyum sizden epey uzun." diyerek yanıma oturdu. Dudak kenarlarındaki gülümseme sanki tüm bedenine yayılmıştı. Simsiyah saçlarıyla, yakından görünce farkına vardığım bal rengi gözleriyle bana gülüyordu. Bir süre ikimiz de sustuk. O elindeki siyah defterin sayfalarını karıştırıyor bense bacaklarıma koyduğum el çantamın askısını kıvıra kıvıra içinde bulunduğum durumdan kurtulmanın yollarını arıyordum. Sessizliği bozan yine o oldu.
"Ne ilginç değil mi?" diye sordu. Konuşursam bir şeyleri yine devireceğimden ölesiye korkuyordum. İçimdeki heyecana teslim olmuş, o uzun suskunluklarımdan birisiyle başbaşa kalmıştım. "Ya, öyle." diyebildim. "İşin aslı ben de sizi bekliyordum. Hatta siz gelmeden az önce hesabı istemiştim. Ama işte şans. Demek ki bazen tesadüf diye düşündüğümüz anlar gerçeğin ta kendisi. Aslında tuhaf. Yani evet, birine anlatıldığında bile anlamsız bir heyecandan başka bir şey değil. "


Neyden bahsettiğini, ne anlatmaya çalıştığını anlamamıştım. Başımı sağa eğip evet der gibi kaldım. Ne kadar yalnız olduğumun, oracıkta öyle dururken ve hiç tanımadığım bir adam yanı başımda bir şeyler gevelerken, üstelik söylediği şeylerin de hiçbir önemi yokken, bir defa daha farkına vardım. 
Birinin gelip hayatınızda bir ses olması, hatta oyun bahçenizdeki herhangi bir oyuncağın birdenbire canlanıp sizinle konuşması yeterliydi hayata tutunabilmek için. Ne söylediği, ilgi alanınızdaki şeylerden bahsedip bahsetmediği, elleri, yüzü önemli değildi. Varlık duygusu böyle bir şeydi. Onca kalabalıklar arasında yaşadığımız, yaşatılan yokluk duygusundan ötedeydi. İnsan, yıllar içerisinde yaşadığı her türlü ilişki çemberinde varlık ve yokluk kavramlarıyla öyle büyük sınavlar veriyordu ki zamanla yanındakilerin "seni seviyorum" demesine karşı duyarsızlaşıyordu. Çünkü sevmek sözle olan bir eylem değildi. İçinde yaşamadığın bir zamanın öznesi olamadıktan sonra 'sözde gözdesi' olmuşsun ne çıkar? Böyle böyle sessizlik çukurunda debelenmeye başarsın. Sustukça, günü gelip duruldukça yavaş yavaş yitip gidersin. "Neden sessizsin, konuşmuyorsun?" diye sormaya başlarlar. Diyemezsin ki hergün bir parça daha alışıyorum yalnız bırakılmışlığıma...


"Saat dokuzda vapurum kalkacak. Daha fazla oturmak isterdim ama yarın sabah İstanbul'u terk ediyorum. Sizden küçük bir ricam olacak." dedi ve elindeki küçük siyah defteri önüme uzattı. Aklımdan yine daracık zamanlara sığdırılamayacak kadar çok düşünce geçti. Bu defterin ne işe yaradığını ta ilk zamanlardan beri merak ediyordum. Daima yanında olurdu ve yeri de hiç değişmezdi. Üstelik deftere bir şey yazdığını bile hiç görmemiştim. Oturduğu masanın en ucunda sanki birazdan yerinden kalkıp gidecekmiş gibi duran birine benziyordu. Kalbimin o değişken akışı yeniden belirmeye, ansızın bir bardaktan ötekine aktarılmaya çalışılan bir sıvı gibi akmaya başlamış; içimdeki hayat ha boşaldı ha boşalacaktı. Oracıkta, uçsuz bucaksızmış gibi görünen küçük siyah defterin olanca görkemiyle bir krallığı takdim ettiği yerde, başımı öne eğip sessizce: "Elbette." diyebildim.
"Anlat bana o yalnızlığı, içinde yitip giden çırpınışları." dedi kalemi ceketinin sol cebinden çıkarıp küçük siyah defterinin ilk sayfasını açıp elime uzatırken.


Yutkundum. Bir atın şahlanışı gibi yükseldi içimdeki nehir. Defter bomboştu. Gelenlerin uzaklığına mı gidenlerin umarsamazlığına mı yoksa bu dünyanın çarkındaki haksızlıklara mı bir laf etseydim, bilemedim. Anlatmak kolaydı da anlamak zordu. Uçurumlar, gölge insanların şehrinde çok derindi. Gözlerim gittikçe buğulanmış camlarda bırakılmış parmak izlerinden geriye kalan su damlaları gibi irtifa kaybediyordu. Doğa yalnızlığımı kuşatıyordu. Kapılarınızdan bir daha geçmem dediğim adamlar, yüksek sesli kahkahalarıyla bana gülüyordu. Sesim, düşlerim, yıldızlar, gökyüzü hepsi bir makamda birleşmiş yazmam için aynı mısrayı fısıldıyordu ellerime:

"Kısaca söyleyeyim anlamak yordu beni."*















*Edip Cansever'in - Bir Ölü Dalga adlı şiirinden alıntılanmıştır.