Bilirsiniz, bazı sözcükler tılsımlıdır. Hele ki o sözcükler kendi içerisinde duru, halden anlayan, hali anlatır cümlelere dönüşmüşse tılsım giderek büyür ve sizi de o dünyanın içerisine ansızın çekiverir. Alır demiyorum. Çeker! Hem de öyle bir hızla çekiliverirsiniz ki siz yavaşlamaya çalıştıkça cümleler sanki birlik olmuşçasına o tılsımlı dünyada, ruhunuzla birlikte sizi ele geçirir. Üstelik bu, hiç de kurtulmak isteyeceğiniz cinsten bir durum değildir. Duygularınız havaya kalkar ve teslim olursunuz.
Ben çok teslim olduğumu bilirim. Bazı kitaplar tıpkı başka bir hayattan seslenir gibi gelir. Elbette siz de geçmiş olabilirsiniz aynı hayatın bir köşesinden. Sebepleriniz aynıdır. Aynı oyunlarda yaralanmış, bir dönem çok yakın olduğunuz arkadaşlarınızı kaybetmiş, sevdiğiniz adama/kadına aşkınızı söylemekten korkmuş ya da delikanlı gibi karşısına çıkıp içinizde ne var ne yoksa dökmüşsünüzdür. Tılsım bunun neresinde diyeceksiniz? İşte tam da bu noktada o ele avucuna sığmayan doğallıktan, yalınlıktan bahsetmek gerek. Süslemelerden uzak, okuyucusuyla bir çay bahçesinde oturuyormuşçasına sohbet ederek meramını anlatan, sizi kendi hikâyelerinin baş misafiri haline getiren, hiç bitmese sohbet hep uzasa dediğiniz bir doğallıktan söz ediyorum. Böyle olunca, bir kitaptaki cümlelerin o tılsımlı dünyasını görmeniz içten bile değil.
Mahir Ünsal Eriş de ilk öykü kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ile bizi öyle bir dünyanın içerisine çekiyor ki duygularınız hızla akıp giderken siz inadına yavaşlamak için çaba sarf ediyorsunuz. Tıpkı sokakta en sevdiğinizin oyunu doya doya oynarken gaipten gelmesini umduğunuz annenizin 'Hadi eve gel artık çocuğum!' seslenişindeki gerçekliği göz ardı etmeye çalışmak gibi... Biraz daha zamanın olsa da oyunumu devam ettirebilsem, eve biraz geç girebilsem hayıflanışıyla kalakalıyorsunuz.
Kitabı mümkün olabilecek en uzun zamana yaymayı, buram buram Erdek ve Bandırma kokan sokakları kâh mutlu kâh hüzünlü kâh yaramaz adımlarla arşınlamak istiyorsunuz. İşin tılsımlı yanı da bu. Teker teker Eriş'in öykülerinde bahsettiği arkadaşlarından biri oluyorsunuz. Gazozla aspirin içen Serkan, kara kaşlı kara gözlü Gülderen, biten bir aşkın ardından yalvar yakar medet bekleyen adam, Fidan ve daha niceleri... Cinsiyetten bağımsız hepsiyle sarsılmaz bir bağ kurmanızı sağlıyor kitap.
Çocukluğun en savruk zamanlarının içerisinden, olgunluğun en şaşalı dönemiyle geçer gibi garip bir hüzün bulaşıyor içinize. Ama kitaptaki öykülerin belki de en güzel tarafı, birçok yerde oldukça komik ayrıntıların da olması. Yani birden öyküde bahsi geçenleri, içi tebessüm dolu yeşil bir denizin içinde ekinlere sırt üstü uzanarak: "Babam mı döver, Tommiks mi?" diye sorular sormaya başlarken ya da en olmadık zamanda, Rönasans resimlerindeki iblislere gönderme yaparak, sevgilisinin gerdanına kusarken bulabiliyorsunuz. Duyguların bu iç içeliği sayesindeyse kitap için "hüzünlü" demek haksızlık olurdu.
Mahir Ünsal Eriş bu insanları ve onların başlarından geçen bütün bu olayları, herkesin başına gelebilecek kadar sıradanlıkta anlatarak, tam da yazının girişinde bahsettiğim gibi, okuyucusunun ansızın kahramanlarının “doğal” hayatlarına tanık olmasını sağlıyor. Hepimiz bu yaşanmışlıklardan en az bir benzerini görmüş ya da duymuş olabiliriz.
Kitapta bir yerde: "Bu sene bir tuhaflaştı havalar, sohbetine malzeme verecek kadar tuhaf şeyler oluyordu havalarda." diyor Mahil Ünsal Eriş. Ben de diyorum ki bu sene bir güzelleşti öyküler. Hani, "İçime bir ad koyacak olsam Leyla derim, öyle güzelim."
Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde…
/ Yazar: Mahir Ünsal Eriş / İletişim Yayınları / Editör: Levent Cantek / Temmuz 2012 / 152 Sayfa
Not: Bu yazı 25.02.2013 tarihinde "Egoist Okur'da" yayımlanmıştır.
http://egoistokur.com/bangir-bangir-ferdi-caliyor-evde/
25 Nisan 2013 Perşembe
18 Nisan 2013 Perşembe
Çok Önceden
Bazı hikâyeler anlatılmak için öyle yüksek sesle bağırırlar ki sırf onları susturmak için yazarsınız.
Stephen KingSürekli yağmur yağıyor. Pencereyi ne zaman açsam içeriye kurşun gibi bir sessizlik doluyor. Yine de pencereyi kapatmayı hiç istemiyorum. Ardından ne geleceğini bilmediğim bir yolculuğa çıktım. Canım hep yandı. Belki de bu denli acıya hazır bütün bu bekleyişler. Ama işte yağmur yağıyor ve ben bunca sessizlik içinde, çığırından çıkmış bir gecenin etrafa dolan bakışlarında seni bulup çıkartıyorum. Hayatsın. Bir damar nasıl ki can verir ağaca ve bir kan nasıl ki yaşam için çırpınır bedenler içinde, işte sen de benim damarımsın. Bazen çıldırasıya büyüyor. Genişledikçe içimde bir yangın; görsen bütün evi yutacak gibi oluyorum. Eşyalar darmadağın. Adını koyamadığım, daha önce hiç karşılaşmadığım bir şenlik alayı kasıp kavuruyor gövdemi. Gövdemde bir mum. Yanacaksın diyor savrula savrula. Aklım sanki evvelde takılmış ahirde oyalanıyor. Bir yanım hep o evde.
Ekim başlangıçlarını severdik. Yılın bu zamanları eylüle göre serin olurdu. Umurumuzda olmazdı. Kış mevsimi başlayana kadar sahil boyunca yaptığımız uzun yürüyüşlerimiz devam ederdi. Daha üşümeden koşmaya başlardık. En önce senin nefesin kesilirdi. Soğuk kumlara bırakırdın yorgun bacaklarını. Arkamdan söylendiğini, "İkimiz de çok içiyoruz sigarayı, nasıl oluyor da benim nefesim senden önce kesiliyor?" dediğini duyardım. Yine de seni geride bırakıp var gücümle koşmak hoşuma giderdi. Belki de seni yalnızca o anlar içinde bırakabildiğim, kopmayı başarabildiğim için durmazdım. Kendinle mücadele etmeni sağlayabildiğim tek şey, bu aciz koşuydu. İntikam sessiz alınırdı ve aşkı kabulleniş, o intikamı göz göre göre kendi ellerinle öldürmek demekti.
Evden koşa koşa kumsala indiğimiz, ayakkabılarımızı bile giymeye fırsat bulamadığımız zamanların birinde: "Biliyor musun benim hiç oyuncak arabam olmadı." demiştin. Soluk soluğa peşinden seni yakalamaya çalışırken bu cümle nereden aklına gelmişti kim bilir? "Hadi kasabaya gidip sana oyuncaklar alalım o halde." diye arkandan bağırmıştım da cevap bile vermeden koşmaya devam etmiştin. Beni geçmene izin vermiştim. Öyle ya, sen zaten hep en olmadık zamanların adamıydın. Kavga ettiğimiz zamanlarda bile durup alakasız bir şeyler söylemeye bayılırdın. Sinirlenirdim. Ben sinirlendikçe kahkahalarla bana gülerdin. Dudaklarım ele verirdi küskünlüğümü. Hiç konuşmak istemezdim böyle anlarda seninle ama sen ne yapıp edip alırdın gönlümü. Gönlüm zaten gönüllü bir tutsaktı senin sözlerine, bilirdim.
Bir defasında, yine beni böyle zıvanadan çıkardığın bir gecede, neden sürekli aynı şeyi yaptığını sormuştum sana. Şaşkınlığımı, yüzümde biriken o çocuksu kadınlığımı sevdiğini söylemiştin. Söylendiği an içinde kendimi iyi hissetmemi sağlayacak her şeyi bilirdin. Oysa aradan belli bir zaman geçtikten sonra yine aynı huzursuzlukla başbaşa kalırdım. Aklımı sürekli meşgul eden hallerin vardı. Bilmediğim bir eksiklik, seninle bir bütün olmamızı engelleyen kayıp duygular beni, sana karşı hep çıkmazda bırakıyordu. Yüzüm, yaşadığın şehir kadar tanıdıktı bedenine. Ne kadar saklamaya çalışsam da seni ikna etmek için çabalasam da bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydın. Yine de beni kendi halime bırakıp katlanmakta zorlandığım sessizliğinin içinde bir yerde yürümeye devam ederdin. Bense bir başıma, sen ve sensizlik arasındaki masalda avunmaya çalışırdım. Kaç defa alıp başımı gitmeyi düşündüm. Çaresizliğim engel oldu. Kadere inanmazdım ama aramızdaki uçurum günden güne büyümeye başladıkça yazgı denilen şeyin peşimde dolaşan, bana ait olmayan ama bana sırnaşan kötü bir gölge olduğuna inanmaya başladım.
Birkaç ay daha aynı evi paylaştık seninle. Sonra bir gün ansızın gitmek istediğini söyledin. Sürekli somurtmamdan, söylediğin her söze bir anlam çıkarmamdan, seni sık boğaz etmemden bıktığını, daha fazla beni alttan alamayacağını, ayrılmamızın ikimiz için de en doğru karar olduğunu bir bir yüzüme vurdun. O gürültünün içinde sığınabileceğim bir yer yoktu. Ben de en iyi bildiğim şeyi yapmakta gecikmedim ve sustum. Bir dağ nasıl susarsa öyle. Parçalarım ufala ufalana aşağılara doğru yuvarlanıyordu. İçimde öfkeden büyüyen bir kelime ordusu vardı. Çok istedim senin gibi apansızca içimde birikenleri suratına vurup defolup gitmeyi. Yapamadım. Kendi çaresizliğimde, kollarım kendime dönük, bıraktığın acıları etraftan toplayıp bir bedenin içinde iki kalp vuruşuyla kalakaldım. İşte o zaman, gidebilmenin aslında ne kadar da kolay bir şey olduğunu umarsızca bana gösterdiğin o an daha iyi anladım çaresizliğin ne demek olduğunu. Kendi ellerimle kendime kazdığım mezarın içinde oturup bizi izledim.
Aradan yıllar geçti. Senden sonra birkaç defa kumsaldaki eve gittim. O hiç sahip olamadığını söylediğin oyuncak arabalardan bir torba dolusu alıp o cümleyi bana söylediğin yere bıratım. Ayak izlerimiz sanki o koştuğumuz kumların üzerinde hâlâ duruyordu. Geçmişi sıfırlamak diye bir duygu yanılsamasına kapılırım umuduyla sahil boyunca dolaştım. Oysa geçmiş, her defasında ayak bileklerimden sıkı sıkı tutuyordu. Seninle birlikte geçirdiğimizin zamanlardan eser yoktu ama o günleri var etmek için benimle savaşan kırık bir kalp, kumların üzerinde benimle yürüyordu. Bir zamanlar kırık dökük de olsa nefes alabildiğim o yerden bir daha dönmemek üzere uzaklaştım.
Neyi bulmaya gitmiştim? Ne beklemiştim? Her şey değişmişti. Evin rengi, kasabanın kokusu, denizin sesi... Değişmeyen bir tek bendim.
Bir yanım hep o evde. Çok önceden çekip gitmeliydim.
Şimdi Sen Kim Bilir Nerelerdesin?
Ne zaman istediysem o zaman
yürüdü ayaklarımda dünya. Deli bir huzursuzluk hali bendeki. Dudak kenarlarımda kısa kısa gülümsemeler.
Sigaram hep biraz alıngan. Küçük ayrıntıların, büyük bekleyişlerine özlem
duyuyor ellerim. Ne yana baksam, hiçbir şey açık seçik görünmüyor. Durmadan
uğurluyorum. Sonu gelmeyecekmiş gibi hatırlıyorum. Bir şeyler vardı. Kaç gece
oldu unuttum. Yirmi, on, on dokuz, seksen... Sıralamanın ne önemi var ki? Akşam
oluyordu. Her zamanki gibi aynı yerde onu bekliyordum ama o yoktu. Sonra ben
unuttum. O da unuttu.
Dokunduğum her bedenin yitirilişe
adım adım yaklaşmasındaki bu benzeyiş, gökyüzünü anlatan masallar kadar çirkin.
Haksızlık etmek istemem. Sadece bir zamanlar ne de ihtişamlı kanmışım demekten kendimi
alıkoyamıyorum. Bağışlayacaksanız,
sizler bağışlayın beni ama yaşanmadıktan sonra hangi masal güzel ki? O
yüzden, güzel kaybedişlerim var benim. Uğruna kadehler dolusu denizleri
devirdiğim rüyalarım. Yok, hayır, pencerelerin bir suçu yok. Onlar yalnızca bu
anlatışta bir mizansenin suç ortakları. Nefes almak uğruna açıp boğularak
kapattığım bir dünyanın mandalları. Korkmayın, biraz topukları kırılsa da
rüyalarımın elbet onlar da doğrulacak bu bahar akşamını karşıladığım yerde. Yol
bunun için değil midir? Ben de düştüm yola. Ardımda rüzgâr gibi geçen günlerin
sıcak soluğuyla.
Şu sancı geçmedi gitti bir türlü.
Böyle büyük bir sevdanın, tanıdığım hiç kimseye gölgesi düşmeden hemen yanı
başımdan geçip gitmesinin üstesinden nasıl geleceğimi bilmiyorum. Belki zaman,
şimdi değildi. Hani hep geç kalır ya birileri bir diğerine. O da böyle bir son
sözün görkemine aldanmıştı belki de. Sağ elinde onlarca isyanın izi, içinde
kimselerin çözemediği bir gürültüyle gelip girdi dünyama. Sonra alabildiğine
büyük bir uğultu bıraktı ayak bileklerime. İşte ben o an durdum. Yürüyemedim.
Kendimden geçtim. Zaman da değildi belki tüm bunlara ortaklık eden; önce
korkunç bir sessizlik baş gösterdi. Evin odalarındaki şenlik alayında nereye
kaçacağımı bilemedim. Ardından İstanbul dönmeye başladı. Ben soyundum. Kapıyı,
birbirine karışmış seslerimizin üzerine kilitleyip kaçtım.
Beyoğlu'nun arka sokaklarından
kalabalığa karışmadan Karaköy'e indim. Kısmet diye bir şey varsa şayet benim
masa yine bomboştu. Galata akşama hazırlanıyordu. Işıkları bir bir yanmaya,
müdavimleri kim bilir kaçıncı buluşmanın son dönemecine girmek için kapılarını
çalmaya başlıyordu.
Bu salaş meyhanenin en anlamlı
yerinde ben oturuyordum. Mezeler tamdı. Kavunu sevmezdim ama kavun kokusunu
severdim. Rasim Amca bilirdi neleri sevdiğimi, sormasına lüzum yoktu. Gülerdi
böyle dediğimde bana. Gülüşünü izlerdim. Zaten bu mevsimde kavun da olmazdı.
Ama ben yine de söylerdim. "Deli kız." derdi. Sanki ben herkes için
hep biraz deliydim.
Önceleri, üniversitedeyken, sek
içerdim rakıyı. Sonra ne olduysa kimin oyununa geldiysem bir daha tövbe
koyamadım ağzıma susuz. Aslında nedenini biliyorum da varsın küller yerinde
ağırlansın.
En kuytuda, tahta masanın
kenarındaki büyük çatlakla, bir küçük rakı şişenin koynunda gelen geceyi
selamlamaya hazırlanıyordum. Onca yokluğun, bu küçük ayaklara çörekleneceğini
nereden bilebilirdim ki?
Taş plak henüz suskundu. Bir
sigara yaktım. Bazen, içtiğim ilk sigaranın dumanının nereye uçup gittiğini
düşünürüm. Hele ki böylesine yalnız ve aklım karmakarışıkken. Sanki o da alıp
başını gitmeye meraklıymış gibi gelir bana. O yüzden, bilinmezliğe kaçıp
gitmesin diye olabildiğince içime çekerim. İsterim ki usulca içime uzansın.
İyice sokulsun. İçimde dağılsın ve orada öylece kalakalsın.
Bu gece, yıldızlar çıt
çıkarmıyordu. Rakı bardağımı elime alıp deniz kenarına yürüdüm. Denizin sohbeti hep uzun olurdu. Günlerce
susmadan konuşsanız sanki derinliklerinde sizi misafir edecek koca koca odaları
vardı da usanmadan dinlerdi. Üzüldüğüm, kendimi hırpaladığım onca gece, kendi
kavlince konuşurdu. Bilirdim, ne zaman dalgalansa bana kızmaya başlardı. Bir
başıma kalmama hiç izin vermezdi. Bazen o kızardı, ben susardım. Sanki hiç
tüketilmeyen bir aşkımız vardı. Hatıralarımın en sulu yandaşıydı.
Kısacık sürmüştü. O beni
uyarmıştı ama ben dinlememiştim. Gidişine alışırım sanmıştım. Tanıdığım ve
artık iyiden iyiye ezbere bildiğim çığlıklar duyuyordum. Nerede, kim varsa işte
hepsi birer birer gelip kuruluyordu etrafıma. Birkaç yudumda beyaza bulanan bir
sarhoşlukta kırıp dökmediğim ne varsa onlara da dokunmuştum. Kısacık bir an
karşıma dikildin. Sana baktım. İstanbul'a nasıl sokulduysam sana da öyle
sokulmuştum. Sokak sokak, cadde cadde geçivermiştim teninden. Sabah akşam
bekledim seni. Vurgun bir tek denizde olmuyordu.
Dalmışım. Rasim Amca'nın omuzuma
dokunmasıyla irkildim. "Kavun yok mu?" diye sordum. Gülmedi. Kaş göz
işaretiyle masana geç artık dedi. Eteğimi silkeleyip kalktım. Eteğimde
sabahlara kadar birbirimize karıştırdığımız gecelerin hiç geçmeyen kokusu.
Belki dedim içimden, olur ya, şu rüzgâr taşır sana içine hapsettiğim kokuyla
anlatamadıklarımı. Şimdi sen kim bilir nerelerdesin? Söylesene, biri olmadık
yerde niye gider?
Ben sigaramı kim bilir kaçıncı
defa yakarken ve yine de o bu duruma alınırken, yıldızlar göz kırpıyordu.
Masaya yaklaştıkça taş plaktan bir cümle dudaklarımın kenarından rakı bardağına
damla damla düşüverdi: “Ölmek istedim bir türlü ölmedim.”
Not:14 Mart 2013 tarihinde Büyükkeyif'te yayımlanmıştır.
Yazının linki: http://buyukkeyif.com/simdi-sen-kim-bilir-nerelerdesin/3356
Etiketler:
Büyükkeyif,
deniz,
İstanbul,
rakı,
Zeki Müren
4 Nisan 2013 Perşembe
Varoluş Portreleri
Burada
öylece durmuş onu izliyorum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Gideli neredeyse
üç ay oluyor ve üç aydır her gün, aynı yere gelip oturuyor. Gündüzleri sürekli
uyuyordu. Çocuğumuz doğduktan hemen sonra başladı bu alışkanlığı. Belki daha
önceleri de vardı ama ben fark etmemiştim. Ne de olsa ikimiz de çalışıyor,
birbirimizi çok geç saatlerde görebiliyorduk. Yavrucak zırıl zırıl ağlardı
saatlerce. O çığlıkları nasıl olur da duymaz bir de anne olacak? Kaç defa
onunla konuşmaya çalıştım, beni anlamadı. Ya da anlamak istemedi. Varsa yoksa
durmadan aynı cümleyi mırıldanıyordu: “Ben buraya ait değilim.” Oysa kendi
isteğiyle çıkıp gelmişti. Beni seviyor sanmıştım. Hiç düşünmeden evlenmiştik.
Ailesiyle arası çocukluğundan beri iyi olmamıştı. Arkadaşlığımız boyunca evde
bitmek bilmeyen kavgalardan, annesinin onu hırpalayışından ve “Sen ne biçim bir
çocuksun?” diye onu hor görmesinden bahsederdi. İçim burkulurdu o bunları
anlatırken. Seviyordum. Canı sıkılsa, üzülse içim parçalanırdı. Böyle olacağını
bilsem onu karı diye alır mıydım? Hata bende. Sorgusuz sualsiz o hayattan,
benim hayatıma girmesine ben izin verdim.
Buraya
değilse nereye aitti? Söylemezdi. Kavga etmek isterdim. Konuşsun da
içindekileri döküp anlatsın diye. Susup kalırdı. Şimdi de o bankın üzerinde,
tıpkı evde oturduğu zamanlardaki gibi kaskatı kesilmiş bir şekilde oturuyor.
Kucağında yavrumuz, aramızda tel örgüler ve hiçbir zaman açıklığa kavuşmamış
bir hikâyeyle… Lanet olsun. Geçemiyorum da buradan o tarafa. Hem geçsem ne olacak
ki? Çıldıracağım.
Korkuyorum.
Her sabah buraya gelip uzaktan uzağa onu izlemekten yoruldum. Bütün hayatımızı
mahvetti. Bir sabah ansızın gidiverdi. Ne çok aradım. Ne istediğini
anlayabilmek her zaman zor olmuştu. İki yıldır evliydik. İlk zamanlar ne kadar
da güzeldi her şey. Kendi ailesinden, orada yaşadığı kötü günlerden paçayı
kurtarınca, öyle derdi, okuluna daha çok zaman ayırmıştı. Resim yapardı.
Neredeyse bütün zamanını kadın portrelerine harcardı. İyiydi de. Resim
öğretmeni olmayı istememişti. Üniversiteden mezun olduktan sonra bir yıl
dayanabilmişti öğretmenliğe. “Orada, o okulda ben olamıyorum bir türlü. Yeteneğimi
köreltecek çocuklar.” diyordu. Hiç anlamıyordum. Çocuklara resim yapmayı
öğretmekle yetenek denilen şey nasıl oluyordu da körelebiliyordu? Sanırım ilk o
zamanlar başladı aramızdaki anlam savaşları.
Onlarca
kadın portresi yaptı okuldan ayrıldıktan sonra. Evin bütün odalarında,
yüzlerinde acınası bakışlarıyla bakan kadınlar düşünün. Kimisi boşluğa bakar
gibi koridorun bir başında duruyor diğeri içeri az sonra kimin gireceğini merak
ediyormuş gibi etrafı kolaçan ediyor, bir diğeriyse onları köşeden onları
izliyordu. Hepsinin bir adı ve durması gereken yerleri vardı. Hepsi birilerini
bekliyordu ve tablonun içinden herhangi birinin yerini değiştirmek yasaktı.
Bunu bir gece, ışığı açmak için durmadan elimi çarptığım tablolardan birini
koridora koymaya yeltenirken oldukça açık bir şekilde ifade etmişti. “O kadınlar orada duracak. Bir daha
dokunmayacaksın hiçbirine. Onlar da benim gibi buraya ait değiller ama birgün
gelecek ve gerçek yerlerini nasılsa bulacaklar.”
İşte o
gece, gün geçtikçe kendi dünyasının içinde yerleşmeye ve bu kayboluşun içinde
bir yerlerde, varoluşunu aramaya başladığının farkına vardım.
Bir hâl
vardı ya onda, çözmek neredeyse imkânsızdı. Birkaç defa psikoloğa gitmesi için
onunla konuşmaya çalıştım. Nafile. İnadı inattı. Ama seviyordum onu. İnsan
sevince anlamadığı şeyleri bile birgün anlaşılabilir kılabileceğini, aradaki
sevginin bütün bu zor zamanların atlatılması için yeterli olduğunu düşünüyordu.
İnanmayın buna. Ben inandım bakın neler oldu. Uzunca bir süre daha kendini
arayan kadın portreleri yapmaya devam etti. Varoluş portreleri. Bu adı
vermiştim. Ta ki evin içinde onları koyabileceği, asabileceği yer kalmayana
kadar.
Bir sabah
uyandığımda onu evde bulamadım. Gitmişti. Üstelik çocuğumuzu da yanına almıştı.
Hemen polise haber vermedim. Ne kadar uzağa gidebilirdi ki? Dışarı bile ben
olmadan çıkamazdı. İnsan yabancısı bir karım vardı. Ürkekti. Onu anlayamazdım
ama tanırdım. Anlamak ve tanımak ne kadar da farklı şeyler... Sonra onu, bizim
evin hemen ilerisindeki parkta buldum. O gün bugündür her sabah buraya gelir.
Tanımadığı kadınlarla birlikte saatlerce kaskatı kesilmiş gibi sessizce oturur.
Yüzünde hep belli belirsiz bir gülümsemesi olur. İyice bakarsanız siz de fark
edebilirsiniz. Şimdi, ben de onunla birlikte buraya geliyorum. Anlamsızca.
Kayboldum.
O hiç değilse nerede durmak istediğini seçebilecek kadar kendinde. Yani
sanırım. Yanındaki insanları tanımıyorum. Belki onlar da onun gibi evini,
çocuklarını, okullarını terk etmişlerdir. Ama o kendisi karar verdi. Hem
durmadan demiyor muydu: “Ben buraya ait değilim.” diye. Belki de size, bana
anlamsız görünen bu yokluk, onun için bir var olma yoluydu. Ya ben ne yapayım?
Burada tek başınayım. İnsanın bir evinin olması yeterli değil. Yerinin yurdunun
orayla sınırlı olması da önemli değil. Eğer kendini kaybetmişsen ve bununla
başa çıkabilecek bir gücün artık yoksa nereye gitsen orası sana kaybolduğunu
anlatır. Burası bana bunu hatırlatıyor.
Elimden
hiçbir şey gelmiyor. Konuşmuyor. Geceleri sadece uyuyor. Çocuk ağlıyor. Varoluş
portreleri üzerime üzerime geliyor. Bense bir gece uykumun en tenha yerinde tel
örgülerden geçip onları öldürdüğümü hayal edip diri kalmaya ve alışmaya
çalışıyorum. Bu anlamsız hayal belki de benim varoluşumdur. Olabilir mi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)