PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

16 Ocak 2010 Cumartesi

Tabi Yaa Cumartesiydi.

Terliklerimin ucundaki gölgeyle oyun oynuyorum dakikalardır. Halının yüzündeki gölgelere bakıyorum. Birdenbire! bir ses, tam da dalıp gitmişken uğuldamaya başlıyor kulaklarımda:
- Huzurumsun.

Kimi sesler geçit vermez yaşamın çetrefilli koridorlarında yürürken. Kapı sesi, su sesi, kırılan bir tabağın sesi, telefon sesi, ani bir fren sesi... Hepsi, beklenen veya beklenmeyen zamanlarda yoklar bizi. Ama bazı sesler vardır ki günün birinde kurduğunuz bir düşün hemen sonrasında, birdenbire ses verirler:

" Açıkçası biraz korkmuştum senden. Yani, ne bileyim bu kadar sıcak karşılayacağını düşünmemiştim."

Beklersiniz göz ucunuza değen bu sözlerin sahibine vereceğiniz karşılığın cevabını düşünürken. Oysa her şey o anda, kendi dilinden konuşmaya çoktan başlamıştır. Seslendirmenize gerek kalmadan, sizin yerinize olanı biteni anlatıyordur:

"Biraz müsaade edebilir misin, yani saçmalayabilirim her an. Buradasın, tam karşımda."

Gelin biraz daha dışarıdan bakalım yaşanılanlara. Küçük, sevimli bir oda. Ev düzeninde her şey yerli yerinde. Koltuklar, kanepe, kitaplık, televizyon, halı, kalemlik, defterler... İçinde mutlu ve huzurlu bir yaşamın izlerini taşıyan -elbette sessizliğin kırıldığı ve hıçkırıkların olduğu dönemleri de var- ufak bir ev burası. Otel odaları gibi her evin de kendine özel anıları vardır. Belki kalıcı misafirliklerin yeridir ev ve bir bağlanmışlığı, adanmışlığı anlatır en çok ama evler de yalnızca orada yaşayanlar için bilinenin dışında birçok anıyı hapseder kapılarının ardında. Bazı anılar hücreseldir. Hani sıradan olmayan, kendine has ve belki de hiçbir zaman eskimeyeceklerden. Bu hücrenin iki tane yapı taşı vardır. Erkek ve kadın.
Hayallere teslimiyetle başlar her şey. Akrep ve yelkovanın engelleyemediği, yine de çoğu zaman kadının iç sesiyle "biraz daha kalabilse" beklentisiyle iç geçirecek sonbahar muştusu, kış telaşı bir sevi!

Biz ne kadar da dışarıdan bakmaya çalışsak da anlatılanlara, 'yaşamak' dediğimiz o güzel mırıltı, ele verir olanları ve ufak adımlarla kapıdan içeriye, o odaya davet eder bizi. Hadi gelin oturun karşımıza sessizce ve izleyin her şeyi.

Terliklerimin ucundaydın. Hiç yapmadığım bir şekilde ikili kanepeye oturup izlemeye başladım televizyonu. Sesi kısıktı her zamanki gibi. Odanın içinde ya kendi sessizliğim, ya sevdiğim müzikler ya da çoğunlukla okuduğum kitabın sayfa hışırtıları dolu olur. Belki de ne zamandır seninle konuşmadığım için kendime böyle bir yol bulmuştum. Aslında tam olarak bunu yapmak için mi oturmuştum buraya, hatırlamıyorum. Ne fark eder ki! İşte şimdi tam burada terliklerimle oynaşırken ayak parmaklarım, aklıma geldin. Halının üzerindeki şekillerin karmakarışık olması değiştirmiyor bir şeyleri. Yani meselâ unutkanlık başlamıyor, yaşananlar ne zamandı diye aklım zorlanmıyor, üzerimizde ne vardı diye düşünmüyorum. Kendi halimde ve bütün sırasıyla o geceyi hatırlıyorum.

Beklenmeyen bir telefon sesiyle başladı her şey. Tarihi vermiştim az önce, belki sizin haberiniz yok. Kim bilir olmayacak da ama evet, bir tarih var ve ben onu az önce verdim. Gün de gelip yerleşsin o halde ve her şey bütün o silikliğinden kurtulsun. Tabi yaa cumartesiydi. Her zamanki gibi ama bu defa akşamdan geceye uzanan bir cumartesi.
Beklenmedik.
Birdenbire.
İşte bu yüzden dedim ya bazı sesler, -tıpkı o akşam olduğu gibi- aniden yoklar sizi.

Bir kadının en güzel telaşlarından birisi de sevdiği adamla buluşmadan önceki tatlı telaşıdır bana kalırsa. Telefonun ucundaki ses özel bir şeyler istemiş olabilir örneğin ya da sizin aklınıza daha önceden düşündüğünüz bir şeyi yapmak gelebilir. Yine de ilk tercihi değerlendirmek her zaman daha heyecan verici ve belki de huysuz bir kıpırdanmayı da içinde barındırdığı için, daha caziptir. Sınırlı bir zaman içerisinde birazdan yaşanacak karşılaşmaya hazırlık öyle bir hızla başlar ki siz bile çoğu zaman hangi arada onca şeyi yaptığınıza inanamazsınız. Kapı çalar:
O anı anlatmak ne kadar güç. Kapı koluna uzanan kadının parmaklarındaki aşk, gözlerindeki özlem ve bedenindeki o anlatılamaz arzuyla kapı açılır:

Biliyordum, aradan ne kadar zaman geçse de sana olan özlemimi dile getirmekte hep zorlanacaktım. Sarılmalarımızın ucundaydı aslında her şey. Sanki o an geldiğinde bildiklerim ezberimden çıkıyordu ve her defasında yeni bir heyecanla sana ait olanları dokunarak tanımaya çalışıyordum. Galiba seni taptaze tutan da buydu. Yorucu bir günün sonrasında gelmiştin. Ellerinde ve yüzünde küçücük bir çocuğun haylaz bakışlarına sinen o masum ifade vardı. Kaç defa düşlerime çağırdım o bakışları. Ter içinde uyandım yattığım geç vakit uykulardan. Ama içinde senin olduğun her geceden, sabahları hep huzurla uyandım.
Biliyor musun ellerin de en az yüzümüzdeki çizgiler kadar belirgin olan bir ifadesi vardır. Bir aklın yırtıcılığını dizginleyen, kimi zaman öfkeden kuduran, kudurtan kimi zaman da bir yaşama anlam katan, yığınla sesleniş vardır. Belki de bu yüzden onları vazgeçilmez görürüm.

Siyah topuklu ayakkabılarım, siyah ince tülden bir elbiseyle bıraktım kendimi kollarına. Sarılsam da doyacamayacağımı bilerek sıkıca çevreledim bedenini. Yüzüne dokundum, avuçlarımla sevdim seni. Orada, aklının içinde bir yerlerdeydim. Çoğu zaman nereye tam olarak düştüğümü, yerleştiğimi bilmeden. Tahminlerin de sonu yoktu. Ne kadar çabalasam da bir oradaydım, bir yoktum sanki. Bu yüzden azalan ve çoğalan dalgalar gibi karışıp duruyordu kalbim. Konuşmasam, anlatmasam, sana bir şeylerden bahsetmesem yerle bir olacaktı sanki her şey. Bazen bir dengenin hassasiyetini içimdeki çocuk mu yoksa kadın mı koruyup kollamaya çalışıyordu, anlayamıyordum. Fazladan kurulan bir cümlenin hesabını yapmak bana göre değildi. Geldiğin yer öyle güzeldi ki seni orada izlemeyi seviyordum.

Beyaz gömleğin, gri takımın ve ilerlemiş bir akşam saatine dair aceleci heyecanınla, oturduğum yerden sana bakıyordum. Tam karşımdaydın. İnanması zordu. Öğle saatlerinde gelemeyeceğini duyduğumda her zamanki gibi üzülmüş ama o duygunun esiri olmamak için olağanca hızla ondan kaçabileceğim yeni duygu hallerini aramıştım. Kolay olmuyordu. İnsan, yapabilecekleri sınırlıyken ve bunun farkındayken, elinden çok da bir şey gelmiyordu. Gönülsüz bir kabullenme, tanıdık olmayan bir geçiştirmeyle kaldığı yerden devam etmeye çalışıyordu.

Ayakkabılarımı çıkardım. Sonra zaten odadaki her şey kendi giysisini çıkardı. Bir evin bütün benliğiyle soyunmasının ne demek olduğunu ilk defa o gece anladım. Halıdaki şekiller, odanın tavanları, sağ tarafımızda duran tekli koltuk ve bedenimizde dağılan kaçamak bir aşk! Her şey yerli yerinde gibi görünse de darmadağınıktı. Çırılçıplaktı kelimeler! Kendi dilimizin dokunaklı kelimeleriyle tutunduk özlemlerimize. Öyle ya seninle koca bir hayatı özlüyorduk ayrı zamanlarımızda. Sen dinleniyordun bense dinliyordum.

Toparlanma zamanı geldiğinde hiçbir şeyin yerinden oynamasını istemeyecek kadar bencilce duyguların tam ortasında kalıyordu aklım ve bedenim. Yine de dayanmaya çalışmanın zorluğu içinde ve belki beni ben yapan o güçlü doğanın pençesinde, yavaşça kilitlerini açıyordum ellerimin. Siyah saç tellerimin kırılganlığında taşıyordum sen giderken bıraktıklarını. Omzuma yaklaştıkça başım, artan kokunla baş etmeye dayalı dakikaların mücadelesinde koca bir evin yeniden, üşümesin diye elbiselerini giymesini izliyordum sessizce. O kapıdan her çıktığında aklında ne olduğunu merak etsem de bunu da diğer söylemediklerimin arasına özenle yerleştiriyordum. Sana ait öyle çok cümlem var ki henüz fısıldamadığım. Yine de kirpiklerimin ucuna düşen ışıltının arasından anlamaya çalış sen. Ben aslında seninle her gözgöze geldiğimde, ayrı kaldığımız tüm zamanların içime bırakıp gittikleriyle sana bakıyorum. O yüzden öyle coşkulu, öyle içten ve sıcaktır göz bebeklerim seninleyken.

Terliklerimin ucundaydın. Bir aralık yerimden kalkmış ve bu eve ilk geldiğinde oturduğun yere kurulmuştum. Sonradan fark ettim bu ayrıntıyı. Bazen ne olduğuna anlam veremediğimiz davranışların gerisinde, alt bellekte kalan ince detaylar su yüzüne çıkıyordu. Oradan, senin baktığın yerden izlemeyi istedim ikimizi. Mutluydum.

Beyaz atkımı boynuma doladım, yeşilini ellerime alıp kalktım. Bir başka yerde bağdaş kurup yarım kalan kitabımın sayfalarını çevirmeye başladım. Hatırladıklarımla geçen zamanı düşünüp gülümsedim. Seninle ses olmak ve seninle huzurlu birkaç andan -koca bir hayattan belki de- bir şeyler çalmak ne güzeldi!

Birdenbire! bir ses, tam da dalıp gitmişken uğuldamaya başlıyor kulaklarımda: "Halime bak, seninle olmak için hayatımdan çalıyorum. Hayatımdan çalıp sana geliyorum." 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder