PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

21 Haziran 2015 Pazar

Ama

Sağanak halinde geliyor ve sonra gidiyor. Ne dur diyebiliyorum ne de devam et. Tek yapabildiğim zamanını dolduruncaya ve gönlü geçinceye kadar beklemek… Bazen hiç ummadığım, orada bir yerde olduğunu bilmeme rağmen beni unuttuğunu düşündüğüm anlarda, öyle büyük bir şeylerin olması da gerekmiyor, yeniden içimde beliriyor ve baş edemediğim bir hızla içimden taşıp gidiyor. Onca yolu ne için geldiğini bulabilmek uğruna yırtınıyorum. Nedenler ordusunun peşine takılıyorum. Sonrası aynı. Kocaman bir durgunluk ve bomboş gözlerle etrafı seyreden gözler. Kaldığım yer belki de kalmaya meyilli olduğum yer.

İşte yine başlıyor.

Mevsim normallerinin üzerinde bir birliktelik bizimkisi. Ya çok soğuk ya da çok sıcak. Rüzgârın şiddetine bağlı olarak yer yer günbatısı veya gündoğusu. Kaynağından kaçıp kurtulmaya öylesine meraklı ki onu cezbedecek bir hikâye her zaman var.

Çok önceleri, kahramanların da bu hikâyelerde belirgin rolleri vardı ama gün geçtikçe bu hikâye, asıl kahramanını kaybetmeye başladı. İlk nerede yüzü silinmeye başladı çok iyi hatırlıyorum. Akşamdı. Sokaklar her zamanki gibi kalabalık, yoğun ama akıcıydı. Bir asansörün iniş ve çıkışına benziyordu insanların bu uzun koridordaki yürüyüşleri. Az önce çıkmıştık içkilerimizi yudumladığımız ve gereksiz sorgulamaların peşine takıldığımız bardan. Etrafımızdaki gürültü büyüdükçe karşılıklı söylenen sözlerimiz de büyüyordu. Sayfaları çevirdikçe olası sahneleri görebiliyordum. Bu huyumdan oldum olası ürkmüşümdür çünkü ne zaman olacakları henüz olmamışken görmeye başlasam gerçekleşmesi an meselesiydi. Belki de gerçekten, düşünceler eylemlerden önce koşuyordu. Ya da eylemlere varış için başlangıç noktasıydı.

Durdurulamaz bir şekilde yol alıyorduk. İşin kötü tarafı ne ben ne de o durdurmak adına bir şeyler yapıyorduk. Sanki başımıza gelecekleri önceden kabullenmiş ve çoktan boynumuzu eğmiştik.

Sonrası malûm.

Bende uzun bir sessizlik ondaysa hırçın bir dalga etrafımızda dolandı durdu. O an son bir çıkış yolu aradım kendime belki dedim gerçek olmayan duyguların yanılgısıdır aklımı çepeçevre saran. İkimizi de istemediğimiz halde yoldan çıkarıp bizi savurmaya çalışan…

Ne de olsa kalbimizdeydi bizi birbirimize bağlayan kelepçeler ve bir kelepçeden kurtulmak hiç de öyle sanıldığı gibi kolay değildi.

Aklımda tuttuğum soruyu sordum. Cevabını hiç geciktirmeden verdi ama koca bir “ama” yı da peşine takarak. Bir bağlacın, bir bağı kopartabileceğini işte o an fark ettim. Küçücük, kendi kendine bir anlamı olmayan üç harf, bir cümleden diğerine köprü kurmaya çalışırken yıkıldı her şey. İpler yavaş yavaş parçalandı ve en nihayetinde de koptu. O dakikadan sonra söyleyebileceğim herhangi bir kızgınlık cümlesi yoktu. Çaresiz, yanı başında göz kapaklarımı aşıp yanaklarıma tutunmaya çalışan gözyaşlarıyla yürüdüm.

Sessizliğin kahredici şiddetini, dudaklarımın içe doğru kıvrılan sızısında hissedebiliyordum. Yol boyunca nelerden bahsetti, bir türlü anlayamadığım öfkesini nelere ve kimlere kustu hatırlamıyorum.

Sonrası malûm.

Kelepçeler koptu. O sağanak yağmur durdu. Mevsim başlangıcı yerini, yazın kavurucu sıcaklarına bıraktı. Denizin gürültüsü, dalgaların durgun sohbeti, kitapların sayfaları arasına sıkışan kum tanecikleriyle geçip gitti.

Ne dur diyebildim ne de devam et. Tek yapabildiğim kalbini saran karanlığın, bana bıraktığı korkuların dinmesini ve zamanın tacizinden kurtuluncaya kadar beklemek oldu.

Yine de bazen içimde bir yerde, kendi kendini hapsettiğine inandığım anlarda, oracıkta bir yerde beliriveriyor. Beni saran duygunun adını bilmiyorum. Hiçbir yerde, konuştuğum hiç kimsede bulamadım. Ne pişmanlık ne hüzün ne acı ne korku ne yalnızlık ne de… Sadece karşı koyamadığım bir hızla içimden, içimi delip gidiyor.

Belki de bir “ah”ın gölgesidir bu. Her düşündüğünde, iğnelerini her batırdığında hissettiğim… Mevsimlerin hali umurumda değil diyeceğim “ama”…



16 Ocak 2015'te http://egoistokur.com/burcu-yildizer-ama/ sitede yayımlanmıştır.

21 Mayıs 2015 Perşembe

Çöl


“Bir insan kendini herhangi bir tutkuya ne kadar kaptırırsa, kendi başına kişisel niteliği olmayan olaylar ona o ölçüde acı vermeye başlar.” Cesare Pavese


Onu ilk defa salıncakların yanındaki kum havuzunun kenarında, ince uzun parmaklarıyla kumları avuçlayıp avuçlayıp bacaklarından aşağıya dökerken görmüştüm. Omuzlarından aşağıya kıvrılan saçları rüzgârda tıpkı bir yılan gibi askılı bluzunun boş bulduğu yerlerinden içine doğru sokuluyordu. Kimsesizliği tuhaf bir şekilde hoşuma gitmişti. Oraya her ne nedenle geldiyse uzaktan da olsa o nedenin bir parçası olmayı istiyordum. Onun bilmediği bir neden. Aradığı, adını koyamadığı ama içinde onunla olmayı başarmış bir neden. İlkbahar henüz bitmişti.

Bir süre elimdeki kitabın sayfalarını boş boş çevirmekle yetinmiş, parmaklarımın ucuna değen saman kâğıdının kokusunu içime çekmiş ve kıpırdamadan o parmakların arasından süzüldüğümü düşünmüştüm. Sayfalar geçiyor, kitap bitiyor ve ben yeniden başa dönüyordum. Onu izlediğimi anlamasını istemedim. Oysa sırtından başka hiçbir ayrıntısını göremiyordum. Gözleri yoktu. Dudakları yoktu. Beni fark edebilmesi için arkasına bakması yeterliydi. Ama o öylesine uzaklaşmıştı ki oturduğu yerden geri dönebilmesi sanki bir mucizeye bağlı gibiydi. Oracıkta bir yerde kıvrılıp uyumayı istediğimi anımsıyorum. Saat ilerliyor, güneş yavaş yavaş parkı terk ediyordu. Öylesine sakin ve ritmik hareketlerle kuma dokunuyordu ki bir süre sonra dalıp gitmişim.

Kendime geldiğimde hava çoktan kararmıştı. Parkın köşe başlarına kurulmuş sokak lambaları titrek ışıklar saçıyordu her yana ve o hâlâ orada, kum havuzunun içinde oturuyordu. Üstelik bedenin duruşunda da hiçbir değişiklik yoktu. Bu kadar zaman nasıl hareketsiz öyle kalabilmişti? Sanki yüz yıllardır oradaymışçasına sabitti. Ayağa kalktım. Birkaç adımda yanında olabilirdim. Onu ilk gördüğüm andan beri izlediğimi, kum taneciklerini kaç saniyede avuçlarının arasına alıp bıraktığını, muhtemel düşüncelerini daha doğrusu aklından geçenlerin kendimce neler olabileceğini hayal ettiğimi ona söyleyebilirdim. O da önce, rüzgârda uçuşan ve yüzünün her yanını ele geçirmiş saçlarını eliyle boynunun diğer tarafına dolayıp bana bakar ve…

Yerime geri oturdum. İçimde hem onun yanında olmak isteği hem de bu kusursuz yalnızlığı doyasıya izlemek vardı. Bir rüzgârın eskittiği herhangi bir akşamüstü uygunsuzluğu gibiydik. Aramızdaki uzunluk belki birkaç adımdan ibaretti ama ruhlarımız arasında mesafe yoktu. Ona baktıkça beynimin içinde yer etmiş yüzlerce görüntü, ses, kalbimi kemiren sessizlik duruluyordu. Sanki dudaklarını kımıldatmadan bana bir şeyler söylüyor ve belki de “Dur!” diyordu. Yalnızca dur.

Gözlerimi kapattım. Nasıl olsa vücudunun bana dönük olan ayrıntılarının hepsini biliyordum. Kalkıp gitmesini, varlığımdan rahatsız olmasını, bana dair ufacık bir ses bile duymasını istemedim. Dokunduğum her şey günün birinde yitip gitmemiş miydi? Ben bu düşün sürgününde yapayalnız, birçoğu cevaplanmamış soruyla baş başa kalmamış mıydım? O artık benim için dokunmayı arzulasam da dokunmadığım bir gerçek, yalnızca oturduğum yer kadar yaşayabileceğim bir hayaldi. Ve benim bunu yıkmaya hiç niyetim yoktu.
Parmaklarını kum havuzuna her daldırışında yeryüzünden metrelerce aşağıya inmiş, açtığı minik çukurlardan içeri süzülmüştüm. Sayısız kum taneciklerinin arasında yol alıyordum. Onun duygularının küçük odacıklarında bir dolup bir boşalıyordum. Sımsıcak ve paramparçaydım. Sanki zamanın bir anına onunla birlikte makas atmıştık. Her şey bizden ibaret bir görüntünün içinde olup bitiyordu. Fotoğrafımız çok önceden çekilmişti. İkimiz de duruyorduk. Yaşama dair yüzyüze kaldığım ne kadar hesap varsa hepsi onun ellerinin eşelediği yer kadar benimle birlikte durmuştu. Sadece o ve ben. Bizi birbirimizden ayıracak tek bir şey vardı. Beni yeniden okuduğum kitapların sayfalarına döndürecek, günlük rutinlerimin arasında kaybolmamı sağlayacak tek bir şey.

Düzenli aralıkla tenime değiyordu. Aldığım her nefeste kum tanecikleri bütün gözeneklerimden içeri giriyor, boşlukta kalmış her yanımı ince ince dolduruyordu. Şu biçimsiz dünyanın bir sonu yokmuş gibi. Her defasında yeniden sürgün veren dallar gibi…
Boynunu buradan rahatça görebiliyordum. Siyah saçlarının uçlara doğru kıvrımlaşan tellerini, sağ omuzunun üzerindeki beni, bluzunun açık bir yarayı kapatmak istermiş gibi nefes alıp veren yerlerini, soluğunu… Şehirden, insanlardan, katlanmak için yarı ömür harcadığım türlü düzenbazlıklardan kurtulmuş, onun olmuştum. Kendimi kapadığım odalardan, içlerinden geçip giderken tahammül edemediğim binlerce yüzden çok uzaktaydım. Yeniden bedenimin içinde bir ruha sahip olduğumun farkına varmıştım. Öylesine büyük bir hınçla doluydum ki hayata bıraktığım yerden devam edebileceğim sadece uzak bir ihtimaldi. Terimdeki kokular hiç yok olmamıştı. Tenimdeki izler kapanmamıştı. Beynimdeki sorular ben sordukça daha da cevapsız hale gelmişti. Yıllarca bir tek anın hesabını tutmuştum. Fakat şimdi ufacık bir kum tanesinin peşine takılmış, buraya kadar gelmiştim. Onun burada oluşunun benimse onun kollarının arasında, boynunda, göğsünde olmak isteyişimin mutlaka bir nedeni olmalıydı.

Hâlâ neden beni görmüyordu? Oysa ben onun için buradaydım. Uzun yıllardan sonra ilk defa bir kadının sıcaklığını duyuyordum. Birbirimize dayanabilir, bizi bu hayattan uzaklaştıran nedenlere karşı durabilirdik. Geldiğimden beri yalnızca ellerini hareket ettiriyordu. Sanki bedeninin geri kalanı yoktu. Varlığı onu rahatsız ediyor gibiydi.

Dur demişti. Dayanamadım. Boynundaki iki belirgin çizginin tam orta yerine bir öpücük kondurdum. Kımıldamadı. Sonra bir daha. Bir daha. Tepkisizliği canımı yaktı. Parmak uçlarına değersem gittiği yerden onu geri getirebileceğimi düşündüm. Olmadı. Birkaç defa seslenmeye çalıştım. Kum tanecikleri nefesimi tıkadı. Öksürdüm, tükürdüm geçmedi. Yukarı çıkmak için çırpındım. Bana mısın demedi. Avuçladıkça salladım, geri düştüm. Üzerime boşalttığı kumlardan sıyrılmak istedim, yapamadım. Ona ulaşamıyordum. Aklımı yitirecekken gözleri açtım. Orada, kum havuzunun hemen kenarında oturduğunu gördüm. Elleri akordeon çalarcasına bir sağa bir sola yaylanıyor, kumlar parmaklarının arasından dökülüyor ve ben…

Ne yaparsam yapayım o nedenin bir parçası olamayacağımı çok sonra fark ettim. O, kum havuzunun oradan kalkmadıkça ona ulaşamayacağımı, yanında yer alamayacağımı, derdini, onu oraya getirip oturtan nedenleri bilmeden kendimi fark ettiremeyeceğimi acı da olsa anlamıştım. Kendi çölünü, bu kalabalık şehrin herhangi bir köşesinde kurmuştu. Belki de yaralarını böyle sarıyordu. Böyle mücadele etme yolu bulmuştu. Daha kendim bile geçmişin bana bıraktığı yaralardan kurtulamamışken başka birinin içinde bir “neden” olmayı nasıl isteyebilirdim ki? Üstelik bunun için hiçbir şey yapmamışken… Kendi çölümü kurmalıydım.
Onu ilk ve son defa, salıncakların yanındaki kum havuzunun kenarında, ince uzun parmaklarıyla kumları avuçlayıp avuçlayıp bacaklarından aşağıya dökerken görmüştüm. Kimsesizliği tuhaf bir şekilde canımı yakmıştı.



01.10.2014 tarihinde http://egoistokur.com/kendi-columu-kurmaliydim-yaralarimi-boyle-saracaktim/ sitesinde yayımlanmıştır.