PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

22 Ekim 2013 Salı

Gölgelerin Uğultusu

Suların toprağa döküldüğü bir geceyarısıydı. Birkaç parça elbiseyi gönülsüzce valize yerleştirdim. Şehir sancılıydı. Köşe başları her zamankinden biraz daha fazla kalabalıktı. Gelip geçen herkes yağmur sanki ölüm getiriyormuş gibi kaçışıyordu. Birkaç defa omuzumdan vuruldum. Ama dönüp de ses edecek, bir şeyler söyleyecek dermanım yoktu. Saatlerdir o sokak senin bu cadde benim dolaşıyor, Sinan'ın giderken ardında bıraktığı sözleri hazmetmeye çalışıyordum. Kalbimin bağları çözülmüştü. Aklım, hali hazırda olanlara gülüyordu. Belki de delirmenin katsayısı gülmekle çarpılıyordu. 
Deliriyor muydum? Böyle bir şey olabilir, insan kendi kendine delirdiğinin farkına varabilir miydi? 
Bir tek yangın yerinin adresi farklıydı, orası da sular altında kalmak üzereydi. Alıp başımı gitmek istedim. 

Otobüs garına gidip ani bir kararla Ayvalık'a bilet aldım. İki kişilik. Biri kendim, diğeri de gereksiz konuşma teşebbüsünde bulunabilecek herhangi birinden kurtulmak için. İstanbul'da kaldığım her dakika bana onu hatırlatıyordu. Sanki ruhum yaptığımız sohbetlerin, içtiğimiz kahvelerin, darma duman olmuş yolların arasında bulmaya çalıştığımız o yerlerin zabıt kâtibiydi. 
Pazar günlerinden, pazartesinin bir bölümünden ve hiç unutamayacağım o cumartesi günlerinden kaçmaya çalıştıkça sanki haftanın yedi gününden geriye kalanlar aradan çekiliyor ve ben yalnızca o üç günle haftaları, ayları bitiriyordum. Unutmanın, olup biteni hatırlamamanın bir iksiri olsaydı onu ilk ben içerdim.

Otobüsün kalkmasına az bir zaman vardı. Sigaramı yakmış ilk nefesi içime çekiyorken birden Leyla bitiverdi karşımda. Ben daha ne olduğunu anlamaya çalışırken o muhtemelen yirminci cümlesini çoktan kurmuştu. Nasıl oldu da soluğu otobüs garında aldığımı bildiğinden bahsetmeyeceğim. Henüz ben bile o aklın bunca çene düşüklüğüne nasıl yettiğini çözemedim.

Bıdır Leyla. Böyle derim ben ona. Şu hayatta en iyi yapabildiği şey konuşmaktır. Sırf çenesinden kurtulmak için kaç defa yanında uyuyakaldığımı bilirim. İyidir iyi olmasına da ne bileyim işte bazen yıldırır. 
Bazı insanlar iyilik kumkumasıdır. Gerçekten iyilik yapmak için varı yoğu ortalığa dökerler. Sanki bu hayat onları acıtmaz, kendi dertlerinden tüyüp başkalarına derman olmaya çalışırlar. Belki de böyle mutlu oluyorlar. Kim bilir. 
Leyla da bu sınıfın en başarılı örneklerindendir. Komik kızdır. Aramız sanıldığının aksine, gayet de iyidir. Can dostum, neden olmasın ki? Kaçmak nafile. 

"Bakıyorum da sen iyiden iyiye boşladın beni. Bensiz gidebileceğini düşünmedin değil mi? Elin adamına verdiğin değeri bir ben göremedim. Ee nereye gidiyoruz?"
-Ayvalık
"Aman, zaten sormam kabahat. Ne zaman bir şey olsa soluğu orada alıyorsun."
-Susacak mısın?

Gülüştük. Leyla'yla gergin konuşmak neredeyse imkânsızdır. Ne söylediğinden çok, neleri anlayabildiğini bilince sıkıysa kız, bozmaya çalış ya da bağır. Olmuyor. Olmaz. 

Hiç susmadı. Yıllardır susmamıştı. Mola yeri de dahil olmak üzere Ayvalık'a gidene kadar bana, son yaşadığım hezimetin faturalarını ağır ağır kesmişti. Büyük büyük harflerle, dolgun dudaklarıyla üzerine basa basa söylediği: "Çok aptalsın kızım." cümlesi neredeyse her nefes alışında hazırda bekliyordu. Yol boyunca o kendi bildiğini okudu ben de ondan arta kalan zamanlarda yol kenarlarındaki direkleri saydım. 

Otel odasına girer girmez Leyla kendini yatağa bıraktı. Uzandığı yerden yağan yağmura bakıp: "Bu havada hayatta beni dışarı çıkaramazsın bunu bilesin." diye söyleniyordu. Bense ağaçların arasından kumsala bakıp geride bırakmaya çalıştığım adamı, Sinan'ı düşünüyordum.

Bir defasında: "Sıkıştık bu şehirde. Bir yerlere mi gitsek?" demiştim. Uzun uzun bakmıştı gözlerime. Sanki içinde kabaran bir hüzün vardı da onu bir tek ben göremiyordum. 
"Kalkıp kaçarız ne olacak, altı üstü ömrümüzden sayılı günler çalmışız ne fark eder?" gibisinden cümleler kurmuştu. Şaşkın şaşkın onu izlemiştim. Çünkü kılını kıpırdatmayacağını, beni türlü hayallerle kandırıp önünde sonunda karabasanlarla dolu bu şehirde çakılıp kalacağını iyi biliyordum. Varsa yoksa bitmeyen iş yoğunluğu ve o yoğunluğun arasında zorla aldığım bir dirhem sevgisi vardı.

Cümleleri hep özenliydi. O kış günü, onunla ilk defa karşılaştığımız o yerde de öyle itinalı kurmuştu ki cümlelerini sanki önümde heybetli bir dağ yükseliyor sanmıştım. Meğer ince ince sızılar, zehirli sözlermiş yükselen. Tabii her kadın gibi ben de o inceliklere aldandım. Ara sokaklarda vuruldum. 
İnanmıştım. 
Kar bile yağmıyordu şehre ama suya, ateşe, rüzgâra hasret kalbim hepsini bir anda kucaklamıştı. İnsan kendi başına göz göre göre yağmayan karı bile yağdırır şu ahir ömründe. Ölümüm yanılgılar yüzünden olacak.

Leyla'ya baktım. Yatağın bir köşesine kıvrılmış öylece uyuyakalmıştı. Bir iki defa seslensem de duymadı. Kapıyı çekip çıktım.

Ayvalık baharda ayrı güzel oluyordu. Güneş sessizce dokunup kaçarken tatlı bir serinlik tenimi sımsıkı sarıyordu. Kumsala indim. Tahtaları çıkmış iskelede yürüdüm. Paslanmış demirler arasından parlayan deniz suyunu izledim. Bazen yani böyle ne yapacağımı ya da ne olacağını bilmediğim durumlarda gözlerimi sabit bir noktaya dikip bakmayı seviyordum. O an kimse baktığım şeyle aramıza giremezdi. Öylesine kaskatı kesilirdi ki düşüncelerim, saatlerce en ufak bir duygu kırıntısına rastlamadan geçip giderdi saatler. Bu da bir çeşit kendini kandırmanın mantığa bürünmüş hali değil miydi? Hem, bir kaçış hikâyesiyle her şeyin düzeldiğini kim görmüş ki? 

Otele dönmeden önce Mesut'a uğrayıp iki Ayvalık Tostu yaptırdım. Biri domatessiz. Sulanmış tostu sevmiyordum. Leyla da sevmiyordu. Sırf sinir olsun diye onunkini domatesli yaptırdım. Belki de biraz tartışırsam, içimde kalanları ona kusabilirsem rahatlarım diye düşündüm. Oysa Leyla ile tartışılmayacağını elbette ki çok iyi biliyordum.

Yavaş yavaş yürüyordum. Bir an durdum. İçimden deli gibi Sinan'ı aramak geliyordu. Elimi hırkamın cebine soktum. Sonra diğerine. Sonra yine aynı tarafa. Telefonum yoktu. İskelede düşürmüş olmalıydım. Telaşla kumsala doğru inerken Leyla'nın arkamdan bağırışını duydum.
"Ohoo, sen de ne aptalsın be kızım. Ben de o göz var mı? Bırakır mıyım onun yanına. Sen daha aramaya devam et. Anca bulursun."
-Sende mi?
"Eh, sayılır."
-O da ne demek? Sen de mi değil mi? Nerede?
"Yanımda değil demek. Sanırım otel odasında unuttum."
-Ah be Leyla!
"O ahın asıl sahibi ben değilim ya hadi bu seferlik benim olsun. Tost mu aldın?"
-Evet ama...
"Versene."

Leyla bir hışımla elimden tostu kaptığı gibi hızlıca yemeye koyuldu. Açlıktan ya da benim içine domates koydurmakla ne yapmaya çalıştığımın farkına vardığından olacak, gıkını bile çıkarmadan tostu bir güzel yedi. Sinirimden açlığımı bile unutmuştum.

Odaya girdiğimde telefonu yatağın altında buldum. İki cevapsız arama, üç tane de mesaj vardı. Arayanlardan biri Leyla diğeri de bankaydı. Mesajlardan da nasibimi alacağım belliydi. Banka, banka...
Sinan!

"Müsait misin sana geleceğim."

Cümleyi baştan aşağıya defalarca okudum. Hayır müsait değilim Sinan. Şu an senden nefret ettiğim ve bir daha seni görmek istemediğim için kilometrelerce uzaktayım. Uzağındayım. Ve inan, bir adım bile yakınına gelmeye halim yok. Gelmeyeceğim, demek istesem de tabii ki diyemedim. Yüzüne söyleyemeyeceklerimizi söyleyip rahatlayacağımızı bildiklerimizi havaya kusmak diye bir şey varsa bunu biz kadınlar iyi beceriyorduk. Hava, aşk acısından ölmüyordu.

Üçüncü günün sonunda dayanamamıştım. "Ayvalık'tayım." diye sade bir mesaj attım. Kapıları ardına kadar açmıştım. Leyla o bildik cümleleri savurup duruyordu. Kalbimde ne onu ne de kendimi savunacak bir şey kalmıştı. Hep sustum. Suskunluğuma da saydırdı. Nihayet: " Kalk gidiyoruz İstanbul'a. Burada böyle aylak aylak duracağımıza bari dönelim, sen de biraz daha nasibini al elin adamından. Acı mıknatısı var sende ben anladım. İlla yapıştıracaksın onu oraya. Akıllanmayacaksın değil mi?"

Ah Leyla dedim, alt kat üst kata yenilmeye her daim hazır. 
Duymadı.

Dönüş yolunda neredeyse hiç konuşmadı Leyla. Uyudu. Ara sıra gözlerini açıp bana bakıyordu. Hiçbir şey demeden geri kapatıyordu. Sadece mola verdiğimiz yerde sigara içerken: "Bize hava değişimi yaşattırdığın ve bu değişimden zerre faydalanmadığın için teşekkür ederim." dedi. 
Ben onun gevezeliğe alışkındım oysa. 

Gece yarısı İstanbul'a geldiğimizde yağmur onu bıraktığım yerden devam ediyordu.  Sanki zamanı burada durdurmuş, Ayvalık'a gitmiştim. Değişen hiçbir şey yoktu. Ortada, ne olduğu belli olmayan bin otuz beş kilometrelik kocaman bir boşluk vardı.

Leyla o gece bana gelmedi. Israr etmedim. Ayrılırken otobüste baktığı gibi gözlerime baktı ve gitti.

Eve geldiğim zaman valizleri boşaltmadan yatağa yattım. Telefonu elime aldım. Hiçbir şey yoktu. Sinan yoktu.

Akşamlar, akşamlar geçip gitti. Severken her şey geçip gidiyor önünden, göremiyorsun. Yaşamak dediğin kendi karmaşasından sıyrılıp elini kolunu bağlıyor. Kendiliğinden akıp olmadık sebeplerden son buluyor. Sonra sahipsiz bir yığın hatırayla baş başa kalıyorsun. Bir süre en seçkin küfürlerle ortalığı velveleye veriyor, bütün ince sızılarının baş sorumlusunu kendin ilan ediyorsun. O kısacık, uykuyla uyanıklık arasında geçirilen zamanların bizden başka şahidi yok! 

Sonra an geliyor,  güzelliklerin de içten pazarlıklı, sonraki adımları kollayan bir tarafının olduğunu  hayatının en paha biçilmez saatlerini onunla yaşadığını sandığın güneşli bir cumartesi gününde anlıyor insan. 
Aşk, acemi bir gölge misali ayaklarının ucuna takılıp seninle uzun uzun yürüyor. 
Ben hâlâ her adımımda o gölgelerin uğultularını duyarım.

Sinan bir daha hiç gelmedi. Aramadı, sormadı. Ben sordum. İnatla... Arada sırada ufak tefek gündelik mesajlarla beni geçiştirdi. 

Hiç bu kadar "İyiyim." dememiştim.






3 Ekim 2013 Perşembe

Öylesine Güzel

Aralıksız esiyor. Öfkesi büyük. Belki biraz yağmur yağsa kısacık, acısı dinecek. Toprak karşılayacak hepsini, yükü hafifleyecek. Ama yağmıyor. Kupkuru yaz sıcağında tek beden öylece duruyor. 

Balkondaki iki üç sandalyeden biriyim. Birinde o oturuyor diğerinde ben. Ara sıra yer değiştiriyoruz. Ayaklarını uzatıyor, bana yer kalmıyor. Olsun. Yanındayım. Terk etmiyorum. Geceden başka izleyenimiz, görenimiz yok. Baş başayız. Birazdan konuşmaya başlayacak.

Bal gibi de hatırlıyorum. Geçen bahardı. Baharlar ne de çabuk geçiyor değil mi? El değmemiş bir hüzün daima saklı kalıyor. Usulca sokuluyorsun zamanın koynuna. Hep medet, hep medet. Sanki zaman, beyaz atlı prensmiş gibi! O da öylesine bir bahardı işte. Nereden çıkıp geleceğini bilmediklerinden. Öylesine dediysem öyle kolay kolay yenilip yutulabilir olduğundan değil. Şöyle yaya yaya bastıra bastıra söyleyin de bakın o zaman neler oluyor. 

Pencere pervazlarına dayanmaktan yorgun düşen bünyem, birdenbire kendini salıvermişti. İçindeki seslerin dışarıya taşındığı, türlü türlü sözlerin verilip boş vaatlerin dizlerinin dibinden ayrılma vaktinin geldiği anlardan birinde karşıma dikilmişti. Koskoca şehir, gittikçe kalabalıklaşan meydan, bir filmi durdurur gibi duruvermişti. O eskimiş hırkanın kokusu hâlâ burnumda. Uzun uzun sarılmıştım. Sanki onun kokusu üzerinde değildi. Ona ait bir şeyler vardı üzerinde evet, ama onun değildi. Bulana kadar kollarımda ne kadar kuvvet varsa harcamıştım. Sonra film ansızın kaldığı yerden devam etti. Yürüdük. İkimizin de nereye gittiğinden en ufak bir haberi yoktu. Biliyordum. Çünkü ben ne zaman adımları takip edebilecek kadar yavaşlasam kalbim hızlanıyordu. Belki de bu yüzden kalbim onun kalbine dayandı.

Tahta bir masamız oldu. O konuştu ben dinledim. O sustu ben zaten susuyordum. Görseniz, kelimeleri ziyan etmek istemeyeceğiniz kadar güzel anlatır. Bir yerden anlattıklarına dahil olmayı ister hatta o farkında olmadan kendinizi öznenin yerine koyarsınız. O bahar akşamında İstanbul yüklem, ben de özneydim işte.

Birazdan konuşmaya başlayacak. İyice içini doldurdu. Yıldızları, bir yanıp bir sönen apartman ışıklarını, evlerin açılıp kapanan pencerelerini, akşamın geceye dönüşünü ve bir kez daha sabahlayacak olmanın getirdiği o buruk yalnızlığı geride bırakacak. Bir tek anıları ve kalp evinin bütün odalarında saklı tuttuğu o iki heceyi yanında tutacak. Kelimeler birer birer içlerini dökerken akıp giden cümlelerin içinde tıpkı eskisi gibi tutunmaya çalışacak. O değil miydi ki "Bütün günaydınları benim olsun." diyen? Teninde dört mevsimin terini onunla bekleyen... Gözlerinin dağarcığında ondan kalacak heyecanlarla bütün bedeni titreyen... 

Orada saatlerce oturup ne düşündüğümü bilmeden ona baktım. Yüzünde sarı bir gölge, ellerinde çatlamış acılar vardı. Donup kalmıştım. İlk hangi cümlesinden sonra içimde akıp giden bir şeyleri durduğumu hatırlamıyorum ama o an, karşı karşıya oturduğumuz masadan kalkıp yanına sokulmayı ne çok istediğimi çok iyi hatırlıyorum. Bundan hiçbir zaman haberi olmadı. Hiç söylemedim. Yan yana geldiğimiz ve uykuya birlikte daldığımız günlerde bile bahsetmedim. Çünkü insan bir defa dinlemeye başladı mı konuşmayı unutuyordu. Sevincini paylaşırken dünya da nasibini alsın istiyordu da üzüldüğü zaman içindeki her cebe dolan kırılganlıklarını söyleyemiyordu. 

Gece olmuştu. Kalktık. Yol boyunca o kapkara gölgelerin içinde bir çıkış aradım. O hırka hep karşıma çıktı. Ne kadar dokunsam da asıl ona dokunamayacaktım. İzin vermeyecekti. Aralıksız anlatacaktı. Nefesinin kesildiği yerde benim nefesimden alıp beni soluksuz bırakacaktı. Unuttuğu bir şeyler vardı. Belki de bir yerlerde bıraktığı bir şeyler... Dönüp dolaşıp o eksikliklere çarpacaktım. Belki istemeyecekti tüm bunların olmasını belki farkında değildi. 

Birbiriyle çakışan daracık sokaklardan geçtik. Başımı kaldırıp yukarı baktım. Bir kuble gökyüzü görünüyordu. Yıldızlar yoktu. Gitmesin, benimle kalsın istedim. İçimden. Dışımda bir büyük sessizlik. Bir emaneti teslim eder gibi bıraktım onu orada. O gün bugündür içimde kimi zaman ufak tefek kimi zaman da bir boşluğu doyuracak kadar büyük kırılganlıklarımla hâlâ susuyorum. Oysa bahar öylesine güzeldi ki!