“Öptüğüm herkese yalnızlık bulaştı…”
Bileklerim boş kalmalıydı gecenin ilerleyen saatlerinde. Hiçbir ağırlık, sözlerin yerini tutmamalıydı.
Dudakların ilk nereden başlamalıydı ve bu yalnızlık nerede son bulmalıydı?
Ve gece…
Düğüm düğüm dilimin ucunda uykuna kayan, gece..
Yazgısı çoktandır davetkâr duran bir ölümün kollarından bakıyordu oysa sevişmelerimiz. O dağınık yatak, aslında hep yan yanaydı adının geçtiği dizelerde.
Bazen, ince bir kum tanesi bile saklar ayak izlerini..
Saklandığım yerden yakalandım …
Yalın ayak dolaşmışlığım, omzumdan gece rüzgarıyla ıslak kumlara usulca düşen saçlarım ve bir kış durağının senin hiç bilmediğin sinsi tutkusu.. Parmaklarımın ucundaki ritm sana teslim ediyor kendini işte.. Her notasında içimin ürperişini, kadınlığımın havadaki en ufak zerreciğe kendini ustaca bırakışını ve henüz gözlerini geceye teslim eden senin aslında hiç bilmediğim ama bir şekilde hissettiğim tenini, omzuma yasladığımı görebiliyorum…
Yalnızlık bulaşıcıysa eğer sen sadece dudaklarıma dokun. Hüznün doruklarında seyrederken bakışlarım, kendi çemberinde boğ(ul)an dumanların arasında kaybolma yeter…
Bir nefes içine, bir nefes içime ve bir nefes de şarabın kekremsi çekiciliğine bırak…
Müzik yavaş yavaş başlamalı. Yükselecek sandığımız yerde, birden kesilmeli. Sonra yeniden yavaşlamalı.
Sonrasını küçük izlerle bulmalıyız. Bu defa gizlemiyorum kelimeleri lunaparkta.
Gece ilerliyor…
Küfür gibi geliyor beklemek içindeki dalgayı durduramayınca. Yastıktan düşen hırçınlığın dudaklardaki karşılığı yalnızlık değil! Ben bıraktığın yalnızlıkların toplamıyım, belki de ondan korkmuyorum. Hem, bu ilk değil ki seni bırakışım; odamın perdelerini uzun konuşmalardan sonra tenime örtüşüm… Hatırladıklarından çok fazla şey bıraktın gecelerime. Pencereler değildir her zaman dolunayın kangren bakışlarını toplayan ve sen, bir çöl iklimi kadar sıcaksın oysa.
Kırmızı olsun… Cam kenarlarında izim kalmalı. Çıkıp gittikten sonra ben, bir gece, yalnızken, yeniden dokundurduğunda dudaklarını, beni aramalısın…
İlk temas…
Geçirgenliğin usulca omuzlarımdan aşağıya düştüğü an…
Ellerinin tuttuğu yerde bırakmalısın tüm şiirleri, her şeyi terk etmelisin yarınsız gibiymişçesine…
İki elinle yanaklarımdan tutunduğun anda beklemelisin…İkimizden bir denge çıkmaz, sen de biliyorsun…
Benzer acılarımız var parçalanmış ellerimizin boşluklarında…sen sadece yukarıdan aşağıya vuruyorsun; bense yan yana dokuyorum…
İşte sırf bu yüzden, yalnızlığı çoğullaştıramazsın…
İçimdeki yalnızlığın henüz dizeler uyurken yazılmamışlığını anlatamazsın sen bana!!!
Hem yalnızlık kaç parçadır ki, tenimizden ayrılan ve bilir misin, küçük, masum bir öpücük yırtamaz görünmeyeni…
Geceye tılsım yağmalı, coğrafyan yeminlerini dışlamalı, ağır ağır düşmeli teninden akan damlalar… Birkaç soluksuz an devredebilir misin bakışlarıma, söyle? Tarihini tasarladığın ölümlerin sessiz sularımdaki loşluğunu, keskin bir bıçak darbesiyle tarif edebilir misin? Belki de bu yüzden yorgun olmayacak dudaklarım sana geldiğinde ve hikayemin tadında yalnızca mayhoş bir tebessüm düşürecek yorgunluğuna. Yola çıktığımda sisli bir İstanbul sabahında, koynunda burkulmuş yüreğinin sancısını ötekiler gibi tutamayacaksın!!
Gecenin tüm ayrıntılarını, harflerdeki şarap kokusuna devredecek ve o yalnızlık nişanını her seferinde değiştirebileceğim bir yerde saklayarak uzaklaşacağım…
Sen sadece saçlarımı topla avuçlarında. Yalnızlığın gövdesi kırılgandır…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder