PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

8 Haziran 2010 Salı

Vazgeçip Gidiyorum

Minik bir kıvılcımdı gecenin damarlarından yayılan düş tozları. Bir sabah, ayak uçlarımda biriktirdiğim sıcaklığını alıp ayrıldım o odadan.
Gidişimin bir adı vardı ya isimlendirilmiş, şimdi ondan söz etmeye gerek bile duymuyorum...


Başkalarının pencerelerini açıyordu birkaç karaktere sığdırılmaya çalışılmış cümleler. Ufacık kutuyu boş bıraktığında bağırırcasına karşıma çıkan o cümleden, nicedir kaçar oldum. Yeni bir hayatın ilk basamaklarını koşarak çıkmaya çalışan bir ölümlünün, aynı hızda baş aşağı yuvarlanışı geliyor gözümün önüne, bakakalıyorum.. Bazen anlamsız güdülen kinlerin karşılığını pahalıya ödetiyor yaşam. Oysa akıntıya bıraktığımız bedenlerimizin "bir daha" ile başlayacak bir şansı yok! Fotoğrafların tozlu örtülerini yerinde bırakalı ve altından çıkabilecek olası görüntülere bakmayalı epey zaman geçti.. Şimdi damarlarda dolaşan ve bir sabah aniden çekilmiş kanın yerini, bambaşka kanlar alıyor..
Bu defa suskunlukların parantezi kenarlıklarla çevrilmeli ve melodisi değişmemiş bir zamansızlığın haykırışı, sonsuza kadar silinmeli.
Vazgeçiyorum…

Hep beklenmedik dakikalarda başlıyor sızılarım. Adına bir ek de benden dediğim, sinesinde yaşadıkça konaklamayı seçtiğim o küçük kızdan giderek uzaklaşıyorum. Bir akşamüstü, dolaşırken sokağın kalabalığına rağmen, fark etmeden durup da baktığım o mağazanın kalın camları arkasından gördüm onu. Öylesine küçük kolları vardı ki; bir ten ne kadar sarabilirdi ki o pembe albeniyi… Baştan aşağıya neresinden doldurabilirdi o narinliği. Mesela sever miydi o da içine girdiğinde ruhunu gülümseten kumaşları. Ya da göz ucuyla bakıp isteksizliğini anlatabilir miydi? Belki de en zor hayallerden bir tanesiydi bu. Bir yokluğa adını vermek. Henüz uyanmamışken uykusundan, bir yokluğa gülümsemeleri katmak çok ama çok zordu.

Elbette ilk, yanaklarımdaki yaşlar anladı hiç gelmeyenin gittikçe uzaklaştığını. Sonra, mağaza kapısının hemen önünde bekleyen satıcı kızın sözleri: “Ne kadar güzeller öyle değil mi? Kızınız için mi bakıyorsunuz?” O an “evet” diyebilmeyi ve hemen içeriye girip o pembe elbiseyi almayı, ne çok isterdim. Eve gittiğimde minicik bedeniyle annesini bekleyen o yavruya, tıpkı annesinin de yeni bir şey aldığında üzerine geçirmekten zevk duyduğu cicili bicili elbiseyi ona giydirip onu izlemeyi.. Öpmeyi, koklamayı… Kulağına en sevdiğim türküleri söylemeyi… O hassas tenine dokunup beni hissetmesini, ne çok isterdim…
Ne çok!

Kalın bir başlık altına, neredeyse her gün yazdığım yaşam belirtilerinin gittikçe zayıflayan kalp atışlarına, şöyle bir baktım. Saymaya kalksam, sayılamayacak kadar fazla kelime vardı. Her biri itinayla yan yana getirilmiş, bazıları canı damardan vurmuş, bazılarıysa dikenli teller gibi deriyi sıyırıp geçmiş. Kendi içinde, koca bir ömrü çevreleyecek kadar yeterli sayıda...  Yürek yansa da artık çarelerin eli ayağı kesilmiş günden, geceden. Öyle ki gecede tek dirhem su kalmamış.


Kuğu gibiydi sıyrılışı tenin. Sonra, uzun sessizlikler kolaçan etti yorganın yünden yapılmışlığını. Yaşamlarımızın sıvası dökülmüş, ıslak koridorlardaki ayak sesleri, kalın duvarların yalnızlığına gömülüp gitmişti. Boş bir çerçevenin bomboş yüzleri olarak asılı kaldık kendi çeperlerimize.
Kızgınlığımın bir adı vardı ya anlattıklarından konulmuş, onu sana vermeye, gerek bile duymuyorum…

Tüm nefes yollarını bugün, burada tıkıyorum. Pencere kenarında saklı kalmış son kırıntıları avuç içlerime doldurup gökyüzünün o tenha yanına savuruyorum. Pembe tozlarla yeniden dirilttiğim o kendine kızmışlığını, sende bırakıyorum.

Bu bir hesapsa; varın siz bunu böyle bilin; ama ben hesapsız yoluna girdim, hesapsızca da çıkıp gidiyorum!
Bu yollardan dönülmez, biliyorum…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder