“Sen en güzel baharda düşersin dudaklarıma…”
Bir şehrin seslenişi en çok ne zaman belirginleşir bilir misiniz? Hani bir yerlerde, eksik yanlarınızdan kalan bir parçanızın olduğunu ve o parçanın her ne olursa olsun yaşamınızdaki eksikliğini, yalnızca ve yalnızca uzaktaki varlığıyla doldurabildiğinizi bildiğiniz zamanlarda.
“Böyle olur zaten…
Tanıdık şeylere rastlarsın bir dönem…
İyice akar içinden…
Sen akarsın...
Seninle bir şey gider ama en sonunda şanslıysan yola devam eder ve büyürsün…”
Büyüdük mü yoksa büyürken bizden gidenlerle birlikte, azaldık mı? Zaman ne de çok şeyin arkasında duruyor. Geçip giden onca yoksulluğa, kayıp anıların varlığına, gök gürültüsüyle uyandığımız sabahlara, sevgilinin koynunda, o uyurken aklımızdan geçenlerle, yalnızlıklarla, doyurulmayan en vahşi yanlarımızla, mevsimlerin içerisinde eriyip giden insanlarla, karşılaşmaktan ölesiye korktuğumuz ve bu korkuyla yüzleşmek istemediğimiz anlardaki, ufak tefek çocuksu davranışlarımızın yol açabileceği sonuçlarla, yaşam olduğu gibi devam ediyor.
Büyüyoruz, evet. Tam da gitti dediklerimizin çatısı altında, bir daha olmaz, yapılmaz sandıklarımızın kapı arkası beklemelerinde, büyüyoruz. Neleri değişken yanlarımıza katıyoruz, kimlerle değişiyoruz. Bilerek ya da bilmeden ruhumuzu ortaya seriyoruz.
“An gelir, düşersin bir beyaz kar tanesi gibi kollarımdan aşağıya.
Şehir, bizimle dans eder gece boyunca.
Her türlü sorgudan uzak, yalnızca ikimizin gözlerinde salınırken müzik, yol alırız günden geceden…”
Geceler… Koyu bir görüntünün içerisinde sıyrılmaya çalıştığımız ve düşün sepetimize kattıklarımızla daima yanı başımızda bizimle yürüyen geceler. Hatıralarımız da olmasa, elde avuçta ne kalırdı ki! Yaşanmış acı tatlı ne varsa, orada bir yerdeler işte. Önemli olan devraldıklarımızla birlikte kalındığı yerden devam edebilmekte.
Geçmiş bir tür çelişki kimimize göre; kimimize göreyse farkındalığı kamçılayan güçlü bir deneyim geçidi. Bu deneyimden alınan nasip her neyse iyice sırtlanabilmeli. Omuzlarda bir yük gibi değil de onurlu bir edinim olarak onu taşıyabilmeli.
Nelerden geçiyoruz şu kısacık ömrümüzde bir düşünsenize? Kendi kalbimize ortak ettiklerimiz, kalbimizden isteksizce çıkardıklarımız, kalbinden çıkarıldığımız ve bir dönem aynı yaşamın ortak soluma alanlarını paylaştıklarımızla, üzerinde yürüdüğümüz yol, gün geçtikçe uzakta kalıyor. İzler bırakıyoruz geride. Belli belirsiz, belki de bir yerlerde daima varolacak derin izler. Mühürlü sözcükler söylüyoruz her defasında. Kelimelerden inşa ediyoruz koca bir yaşamı. Bir sonrakine atfetmeyeceğimiz, sadece o anın güzelliğini dudaklarımıza yerleştirdiğimiz, sayısız öbekleşmiş cümle biriktiriyoruz. Her defasında büyük harflerle bir şeyler ekiyoruz kendimizden. Çığlıklarımızın sessiz adı oluyorlar ve sonra da kendi yalnızlıklarında eriyip kayboluyorlar.
Sonra gittin. Acımasızlığı öğretecek kadar yol aldın hayatımdan. Bir yerlerde kendinden kalanları toplamakla uğraşacak kadar istekli görünmüyordun ama biliyordum ki inatçıydın. Er geç gidişimin cezasını bana kesecek bir yol bulacaktın… Önce sessizliği seçecek, ardından birdenbire hayatımın orta yerinde belirmeye başlayacaktın. Az az... Öyle beni korkutacak kadar hızlı olmayacaktı hiçbir şey. Senin zamanı kontrol eden sabrındı; benimse bu kontrolsüzlüğe karşı koyamayan tek duygum, geçmişten gelen bir umuttu…”
Bir şehrin seslenişi en çok ne zaman dile düşer, dillenir bilir misiniz? Uzaklarda bir yerde, size ait olduğunu düşündüğünüz birinin ya da herhangi bir şeyin varlığını özlemle sarmaya başladığınız anda… İşte tam o anda :
Şehir, göz kırpar.
Şehir, olmak istediğinizin yerine geçmek için can çekişir.
Şehir, karmaşıklığınız içerisinde size bir düzen bulmaya çalışır.
İçinizden kaç kişi terk edip gidebilmeyi istemiştir. Var ettiklerinizin yerini koca bir hiç sardığında, onunla baş edemeyecek kadar güçsüz düştüğünüzde, her ne olursa olsun gitmek daha kolay gelir. Duygularımızın çoğu kendi içerisinde büyük çelişkilerle örülüdür. En muhteşem sözcükleri, en sevdiğiniz insandan duymak bile bazen yerli yersizmiş gibi gelir insana. Alışkanlıkların düzeni bozan zamanla olan ilişkisi, bir zamanların altın düşüncelerini yerle bir eder. Her şeyin olağanca hızıyla tanıdık gelmeye başladığı yerde, siz tanınmayanı, bilinmeyeni bulabilmek adına türlü kaçışlarda bulunursunuz. Olağan tepkilerinizin yerini, aksi istikamette giden bir otomobil alır. Önceleri hoş görüyle karşıladığınız, bütün içtenliğinizle kabul ettiğiniz ya da ne bileyim, alttan alabilmeyi başarabildiğiniz şeyler artık eskisi gibi değildir. Tepkilerinizin derecesi çok daha fazla, çekilmezliğinizin bedeli ağırdır.
Kelime olarak alışkanlıkla, bir ömür boyu mutlu mesut olabilmek kolay değil! Bildiklerinizin önemi ve değeri, zamanla ölçülebilir nitelikte. Çünkü bazen bildiklerinizin aslında bilmedikleriniz olduğunu anlamanız mümkün. Bu noktada, kendi içinizde başlayan çelişkiler silsilesi yavaş yavaş günlük yaşamınızdaki ilişkilerinize ve davranış şekillerinize yansıyor. Üstelik bundan kaçabilmeniz de çok mümkün değil.
İnsan, kendi kendisinin lâbirentidir. Her lâbirentin bir çıkış yolu olacak diye bir kaide de yoktur. Bazen öyle bir an gelir ki çıkış yolunu, eğer varsa, kendi irademizle bile yok edebiliyoruz. Çıkmazlarımızın derecesi ne denli yüksekse, etrafımızda olup bitenleri algılama seviyemiz de o denli alçak(!)
“Yaz sonuydu; hiçbir değerlendirmeye sokmamıştım ve hiçbir karşılaştırmaya. Ardında bıraktığın birkaç önemsiz parçayla, usulca sokuluvermiştin adımlarımın arasına. Ortak noktaların birleştirici gücü yanıltmıştı içimdeki açlığı. Doyumsuz yanlarımı törpülemeyi başaramadığım bir vakitte, iki kişilik masum bir yürüyüşün, birkaç aya sığabilecek kadar yavan kahramanı olmayı seçmiştim. Çocukken anlatılan masalların daha gerçek olduğunu, senin anlattığın masalın içinde uyandığımda anladım. Büyüdükçe, yol haritasında değişen gizli anlamların, saklandıkları yerden acımasızca çıkıverdiğine şahit oldum. Birlikte atılan her adımın, aynı orantıda birbirinden ayrılabileceğini, bir gün uyandığında, koca bir sessizliği yalnız başına paylaşmak zorunda kalmanın, kendini anlatan gürültüsünde fark ettim. Burada ayrılmıştık! Sen, fark etmeyi göz ardı ettiklerinle direniyordun; bense fark ettiklerim karşısında direniyordum.”
Bir şehrin seslenişi en çok ne zaman belirginleşir bilir misiniz? İçinizdeki sessizliklerin anlamlarını dillendirme cesaretini bulabildiğinizde. İşte o zaman çıkıp yürümeye başlarsınız. Tanıdık dost sohbetlerinden ayrı kaldığınız vakitlerin acısını çıkarmak için heyecandan yerinizde duramazsınız. Şehrin anlattıklarından nasıl olur da bu kadar uzakta kalabildiğinize şaşar, bir parça sıcak poğaçanın boğazınızdan geçmesiyle kendinize gelirsiniz. Hiç beklemediğiniz bir anda imdadınıza yetişen küçük şeylerin varlığıyla bir kez daha karşılaşırsınız. İşte o gün, yepyeni bir gündür sizin için! Kim bilir belki de o gün bahardır…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder