Nasıl başlıyordu…
Biraz çocukça ve belki biraz da şirinlik parfümünden sıkılmış bir tutam kokuyla. Oysa senin kokunu bilmiyorum ben ama havada asılı kalmış iç huzurunun ta kendisiysen, demek ki ten bir yerde kendini hapsolduğu yerden çıkarıp başka tenlerde vücut bulabiliyordur…
Korkma… sana bilmediğin masallar anlatmayacağım ama bildiğin masallara da yer yok burada… Ben hep resmin olmayan tarafında oldum. Bu yüzden içten içe dökülür ya benliğim…Seni de nasıl dökebilirim diye düşünmeden kaleme alıyorum, belki de ilk defa doğaçlama bir sirkülasyona tabi tutuluyor aslında konuşmayı beceremeyen düşlerim.. Eski dünyaların kara kaplı sayfalarında neler yazarmış acaba? Ya da sonrasını düşünmeye fırsat bile bulunamamış aşkların uyku sonrası mahmurluğunda kimler saklanırmış.. Binlerce çocuktan biri olabilir miyiz acaba?
Ateşi al eline…
Sonra kapaklarını kapat içmekten zevk aldığın içkilerin…
Kollarını koy göz kapaklarıma ve geceye uzan…
---
“ Önce boy veriyorsun. Çok derinse girmiyorsun. Başlarda biraz soğuk ama insan yaşadıkça alışıyor.”
Ayakkabılarını çıkardı. İçeriden gelen müziğin, daha damarlarından yayılmasına izin vermeden, banyonun soğuk taşları arasına doğru usulca yol aldı. Suskundu. Bakışlarındaki o huzurlu salınış, koca bir ayrılığın resmini çizemeyecek kadar bitap düşmüştü. Geceleri uykulardan düşmek, sessizce bir sigarayı pencere kenarında ağır ve tortulaşmış düşüncelerle içmek ve başını ellerinin arasına alıp ara sıra da olsa bölünmüş bir geçmişin ayrıntılarında gezmek, belki de bir yol ayrımının ondaki en belirgin noktalarıydı.
“ Sonra sırtüstü yatarsın. Gözlerini kaparsın… Yavaş yavaş bir şey göğsüne baskı uygulamaya başlar ama kalkamazsın. Daha ne kadar devam edecek diye merak edersin. Gitgide nefes alamamaya başlarsın. Bacakların uyuşur. Bir anıyı oynatmaya başlar beynin. Bir anda fırlarsın yataktan…ve alkollü…”
Banyo… Acaba sırılsıklam olmuş benliğini daha ne kadar ıslatabilirdi ki! Bir damla sonra birkaç damla daha ve sonra ard arda gelen damlalar…
Kuşatılmışlıklar…
Tortularına saklamaya çalışılmış ama bir türlü saklanmayı bile becerememiş aşklar…
Hayır!
Dejavularda tutmayacağım seyir defterlerini ruhun. Kuşatılmış ve benliğin koridorlarından alıkoyulmuş her şey uzak durmalı. Bir damla daha! Hadi… Tek bir damla daha…
Sular…
Gitmeyin. Kesilmeyin. Savurmayın
“ Şimdi öyle deyince uyumuş olabileceğinin yüksek ihtimali geldi aklıma. Evet, gözlerinden huzurun, dinlenilmişliğin okunduğu… Hayat garip! Gemiler falan…”
Banyonun soğuk taşlarına atılan bir adımla başladı ıslak adımların dansı… Yürüyorsun. İçindekileri kim bilir nereye sakladın? Kısa bir arınma anı sırasında, neleri geride bırakmaya çalıştın, bilemiyorum. Bazen baharların neden bu kadar geç geldiğini düşünüyorum. Tomurcuklanmaya yüz tutacak ağaçların, neden vaktinden önce çiçek açmaya çalışıp sonra mevsimi geldiğinde, kuru bir görüntüye kendilerini teslim ettiğini… Yüreğime alıp saklamaya çalışırken koca bir ömrü, niye böyle apansız çekip gittiğini? Terk edilenle, terk edenin arasındaki köprüyü kuran bağların, niye böylesine nefretle birbirinden koparıldığını. Bazen, anlamaya çalıştığım şeylerin neden gitgide daha da anlamsızlaştığını ve benden uzaklaştığını düşünüyorum…
Bu “bazenlerin” daralan sokaklar gibi önüme bağdaş kurmasını sevmiyorum!
Serde sereserpe olmak vardı hani…!
“ Zamanla acıya dirençli hale gelirken sertleşmese bari içim… Kırılgan halimi seviyorum…”
Bu farklı bir tonlama. Masalsı korkuların olmadığı, iki noktalı yaşamların güvertede saklanmaya çalışmadığı ve gerdan kıran nazlı bir kızın, yer almadığı bir tonlama… Başlangıçlarını unutuyor bazen yüksek dozda verilmiş isyanlar. Oysa ne çok dayanmıştık uykularda seninle, tanımadan, dokunmadan, koklamadan…
Yaşam, meçhul sorguların yol ayrımında gözlerini üzerimize doğru savururken; hepimiz fişleniyoruz cümlelerin girdabında…
Ve asıl işte şimdi gidiyoruz…
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder