Bilmiyorum ne olacak. Özlemek kelimesini çürütmekten ürküyorum ve ne zaman özledim desem, onu oluşturan harfler birer birer yıkılmaya başlıyor. Sonra durup bakıyorum yazdıklarıma. Okuyorum. Okuyorum. Büyük, kocaman bir cümle yangını başlıyor o vakit. Yazdığım her şeyin önce yavaş yavaş sonra da hızla alev aldığını görüyorum. Ben yanmıyorum.Onlar yanıyor ve nereden geldiğini bilmediğim, yalnızca hissedebildiğimi düşündüğüm bir rüzgâr, bütün gücüyle yazdıklarımı savuruyor.
Söndürülmesi zor bir yangını yazıyorum. Parmaklarım alev alıyor. Önce onlar. Çünkü ilk kavgayı onlar vermişti dünden bugüne. Bir tek onları kurtaramıyorum. Rüyalarımda aklımdan çıkmayan sözlerin hışmına uğruyorum. Bir aralık gözlerimi açıp uyanacak gibi oluyorum ama sözler peşimden geliyor. Biliyorum, kaçamayacağım. Teslim oluyorum ben de her gece bir uyku boyunca rüyalarıma.
Artık eskisi gibi birden fazla kitap okumaya başladım. Kimisi kendi otobiyografisinden bahsediyor, kimisi savaş yıllarındaki yaşamlardan, bir diğeri kötü geçen çocukluğundan, aile ilişkilerinden... Her biri farklı konularda kitaplar... Sanıyorum ki eğer bir tek konuya bağlı kalmazsam, kendimi alıkoyabilirim sabitlenmiş bazı düşüncelerimden. Avuntu sepetinden inanması zor düşler seçiyorum.
Her şey koca bir yalandan ibaret! Ya da bunu yazdığını sanarak, anlamsız bir gücün etrafında dolaşıp kendine en çıkar yolu bulmak. Kısacası kestirmeden yok saymak!
Böyle zamanlarda şairlere kan kusturuyorum. Okumaktan keyif aldığım herhangi bir şairin, hali hazırda hemen başucumda duran kitaplarından birini alıp benimle baş edebilecek şiirler arıyorum. Aynı mısraları defalarca okuyup aşındırıyorum ruhlarını. Hani insanın hep böyle anlarında ilginç tesadüfler olur ya, yüzlerce sayfa arasından işte öylesi şiirlerini çekip çıkarıyorum. Üstelik bir geçmiş ayracı da yıllanmış bir otobüs biletiyle karşıma çıkıp tüm bunların üzerine kendini eklemeyi başarıyor. Sayfaların arasında kim bilir hangi zamandan sıkışıp kalmış eski bir şehrin eskimiş bir bileti... Adını söylemekten çekiniyorum. Ardına gizlenmiş sıfatı ayırıyorum şehirden. Anlaşılmasın istiyorum. Onunla neden böylesi bir kavga verdiğimi, satıraralarıma gizlediğimi bilmiyorum. Sevdiğim her şeye karşı gizli kapaklı işler çeviriyorum kendi içimde. Düşüncelerimdeki yol uzuyor. Kalp kaslarımda kimi zaman kendini fark ettirecek derecede incelmeler oluyor. O an bugünümdeki her şey siliniyor ve ben geçmişin ara sokaklarında yürümeye başlıyorum. Tuhaf ama sokak adlarını bile hatırlıyorum. Hasan Polatkan ve Savaş Caddesi'nin kaldırımlarında yükselen sesleri, Vişnelik'e yürürken yaptığımız o bayat esprileri ve panjurlu evimin kahkahası bol hallerini bir kez daha anımsıyor, yıllar geçse de o kuvvetli bağın hâlâ aramızda olduğunu biliyorum.
Birden geceyarısını geçiyor saat. Adalar'da bir bardan çıkmışız dünya her zamanki dünya değil! Bağıra bağıra herkes o mâlum şarkıyı söylüyor kendi sarhoşluğunda: 'Birden çıktım viraneden koşa koşa indim kumsala. Acı acı sövdümmm sonra yüzümü kırbaçlayan rüzgâraaa...' Bıkmadan, usanmadan koca bir beş yıla sığan en belirgin melodi kulaklarımda.
Onur İşkembecisi'nin yolunda herkes sarmaşdolaş.
Sokaklarımız utanmadan kesişirdi sabahın erken vakitleriyle. Köfteci Ali'nin yerinde tren sesine karışan umutlarımızla sohbet ederdik. En ince ve en küçük biberlerini hep ben yerdim. Yolculuklarımızın, vakitsiz kaçışlarımızın -en çok da akşamüstleri- telaşla uğradığımız uğrak yeri; ekmekarası mutluluğumuzdu Köfteci Ali.
Zaman bitmez, gece saklanmazdı. Birkaç adım sonrasında aile çay bahçesinin kocaman çocukları oluverirdik. Bardak sesi, kaşık sesi, ikiye bölmeye çalıştığımız şekerin oyunbaz halleri katılırdı sonra aramıza. Bilseniz ne de güzeldi orada paylaştığımız o koca şehrin büyük resmi... Ama ben yine de özledim demekten ürküyorum. Harfler yıkılmasın istiyorum.
Hüzünlerimizi eve kapattığımız, arada sırada mutfağın orada bir yerde saymaktan keyif aldığımız bira şişelerinde saklardık. Onları poşete yerleştirirken çıkardığı sesler, nicedir buğulu gözlerim ve kirpiklerim arasında duruyor. Düşürmüyorum.
Sığındığımız şairlerle, akılda kalan özlü cümlelerle o eski şehrin aşığıydık. Aşıktık... Bülent Ortaçgil'in Mavi Kuşu, Fikret Kızılok'un Gönül'ü, Boğaziçi Ekspresi'nin ruhu hiçbir yere bağlı kalamayan kaçak yolcularıydık.
Otobüs biletinin çıkardığı yolculuk, bütün bir yok oluşu neredeyse devralıyor. Tanıdık tanımadık herkesin önünden geçiyorum. Hatta apartman sakinlerine yakalanacağız diye yalapşap öptüğüm sevgilimin şaşkın bakışlarına bile rastlıyorum. 'Ay Bahar' derdi bana. Ne demek istediğini, niye öyle söylediğini hâlâ bilmem. Bir defasında soracak gibi oldum, yüzüme bakışlarından ürküp konuyu olağanca serinkanlılığımla değiştirmek zorunda kalmıştım.
Ay! Bahar, bir ünlem miydi yoksa hüzün ve sevinçle karışık bir benzetme miydi hiç bilemedim.
Otobüs numaralarının kısa bir süre sonra hafızaya kazınan rakamlarını aklımın altına alıp başımı cama yaslayıp yola düşüyorum. Gözlerimi açıp kapadığımda bugünün resmi içerisinde yeniden yerimi alıyorum.
Birden geceyarısını geçiyor saat. Adalar'da bir bardan çıkmışız dünya her zamanki dünya değil! Bağıra bağıra herkes o mâlum şarkıyı söylüyor kendi sarhoşluğunda: 'Birden çıktım viraneden koşa koşa indim kumsala. Acı acı sövdümmm sonra yüzümü kırbaçlayan rüzgâraaa...' Bıkmadan, usanmadan koca bir beş yıla sığan en belirgin melodi kulaklarımda.
Onur İşkembecisi'nin yolunda herkes sarmaşdolaş.
Sokaklarımız utanmadan kesişirdi sabahın erken vakitleriyle. Köfteci Ali'nin yerinde tren sesine karışan umutlarımızla sohbet ederdik. En ince ve en küçük biberlerini hep ben yerdim. Yolculuklarımızın, vakitsiz kaçışlarımızın -en çok da akşamüstleri- telaşla uğradığımız uğrak yeri; ekmekarası mutluluğumuzdu Köfteci Ali.
Zaman bitmez, gece saklanmazdı. Birkaç adım sonrasında aile çay bahçesinin kocaman çocukları oluverirdik. Bardak sesi, kaşık sesi, ikiye bölmeye çalıştığımız şekerin oyunbaz halleri katılırdı sonra aramıza. Bilseniz ne de güzeldi orada paylaştığımız o koca şehrin büyük resmi... Ama ben yine de özledim demekten ürküyorum. Harfler yıkılmasın istiyorum.
Hüzünlerimizi eve kapattığımız, arada sırada mutfağın orada bir yerde saymaktan keyif aldığımız bira şişelerinde saklardık. Onları poşete yerleştirirken çıkardığı sesler, nicedir buğulu gözlerim ve kirpiklerim arasında duruyor. Düşürmüyorum.
Sığındığımız şairlerle, akılda kalan özlü cümlelerle o eski şehrin aşığıydık. Aşıktık... Bülent Ortaçgil'in Mavi Kuşu, Fikret Kızılok'un Gönül'ü, Boğaziçi Ekspresi'nin ruhu hiçbir yere bağlı kalamayan kaçak yolcularıydık.
Otobüs biletinin çıkardığı yolculuk, bütün bir yok oluşu neredeyse devralıyor. Tanıdık tanımadık herkesin önünden geçiyorum. Hatta apartman sakinlerine yakalanacağız diye yalapşap öptüğüm sevgilimin şaşkın bakışlarına bile rastlıyorum. 'Ay Bahar' derdi bana. Ne demek istediğini, niye öyle söylediğini hâlâ bilmem. Bir defasında soracak gibi oldum, yüzüme bakışlarından ürküp konuyu olağanca serinkanlılığımla değiştirmek zorunda kalmıştım.
Otobüs numaralarının kısa bir süre sonra hafızaya kazınan rakamlarını aklımın altına alıp başımı cama yaslayıp yola düşüyorum. Gözlerimi açıp kapadığımda bugünün resmi içerisinde yeniden yerimi alıyorum.
Otobüs bileti de ömrünü dolduruyor. Şiirle başbaşa kalıyoruz.
"...Geri çeviriyor bakışlarını ansızın
Ben köprüden geçtim gittim çoktan
Peki
Ne olup bittiydi var mı anlayan."
Edip Cansever
Harfler birer birer yıkılıyor. Kocaman bir cümle yangını başlıyor. Bir yangını yazıyorum. Parmaklarım alev alıyor. Rüyalarımda sözlerin hışmına uğruyorum.
Var mı anlayan?
("Dost, kişinin ikinci kendisidir.” Hz. Ali)
YanıtlaSil-isimsiz ve adressiz-
mutluluk bazen
koyu bir aşka düşüp, cân evinden vurulmak
ve döktüğü ateşle deryaları tutuşturmaktır
bazen mutluluk
her akşam soğuk bir yalnızlık için döndüğünde eve
sabaha demir almak için yine kendinden
usul, usul demir atıp geceye
sarılıp kendine
bir sessizliği örtüp üstüne
anne karnındaki cenin gibi büzülüp
sığındığın yatağında öylece gecelemektir
mutluluk bazen
gönlünce kederler büyütüp odanda
ve pencerende menekşeler
kar beyazı kedine dokunmak; ağlamaklı
içlendiğinde dökmek için içini
bir ezgi mırıldanıp
bitiremediğin bir şiire beste aramak
bazen açık tutup eski radyonu
eşlik etmek bir özlem şarkısına
ya da bir gurbet türküsüyle giderken uzaklara
buğu bulutları biriktirip gözlerinde
sessiz sağanaklarla, yanaklarına indirmektir
(mutluluk, soğuk ve ıssız bir saatinde Ankara garında
İstanbul ekspresiyle, hiç gelmeyecek olanın yolunu gözlemek
ve sabahı bekleyen yorgun bir banliyö treninin
son vagonunda uyuya kalıp
gün ışıdığında, ilk seferinde
buruk bir vedâya el sallamaktır)
mutluluk bazen
dünyanın öte ucu; gidemediğin yollarda
elinde bir soluk kandil, köşe bucak aradığın
bir ismi dudağında ıslatıp, anmak fısıltıyla
tuvalinde yarım bıraktığın resminden
bir hâtırasına bakmak
masanda hep hazır kâğıdına, kaleminden
bir hüznün hikâyesini damlatmaktır
(bazen mutluluk
berrak bir suya durgun gözlerle bakarken
duyduğun huzur
tarifi imkânsız bir duygudur)
mutluluk
yaşama dair
karınca kararınca direncinin
tükenmeye yüz tuttuğu yerde
içinde bir umudun filizini
sanki doğuyormuş gibi, yeniden
bin bir emek yeşertmek;
bazen, şehrin en işlek caddesinde
akşamları yürürken yapayalnız
yahut otururken deniz kenarında, bir çay bahçesinde
yüzündeki gizil kedere bakacak
gözlerindeki derin hüznü yakalayacak
hiç tanımadığın, bir içten bakışı aramaktır
ve mutluluk
önce kaybedip, yıllar sonra bulduğun
müşfik ateşler gibi, iç ısıtan
bir eski dostun gelişine için için sevinmek
en güzel gülümseyişle ona
“iyi ki varsın!” diyebilmektir..
..
nezir
Eğer yaşıyorsa okuyan, yaşamışsa kelimelerin altına gizlenen o manayı,hissetmişse esen ruzgarı bir kere porsugun yanından gecen kalabalığın içinde...
YanıtlaSilBir bilet almışsa o şehirde; büyük ikramiye çıkmamışsa çıkmamış ne olur ki güvercin izini bıraktıysa omzuna ...
Hatırlıyorsa o heyecanı hala gözünü kapadığı anda orada olabiliyorsa, bazı bazı özlüyorsa kimi kimi gülüyorsa yaptıklarına ve en önemlisi senin cümlelerinde buluyorsa kendini; kim bilir belki fersah fersah uzaktaki geçip gitmiş diye anlatılan ama bir göz kapağı karanlığında gizli kendisine duyduğu özlemi anlıyordur...