PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

22 Nisan 2010 Perşembe

Peki Ya Sizin İstanbul'unuz Nasıl?

III Numaralı Ubor Metenga Buluşması'nda Murat Gülsoy, Yekta Kopan ve Ayfer Tunç bu defa, Füruzan’ın Ah Güzel İstanbul’unu konuştular. Bu da diğer iki buluşma gibi oldukça keyifli ve zamanın nasıl geçtiğini anlamanın zor olduğu bir buluşmaydı. 

Yaklaşık olarak 01:15 saat süren bu paylaşımı bütünüyle birebir aktarmak istemedim. Hem okuyanlar için Ubor Metenga Buluşmalarının nasıl geçtiğini anlatmak hem de yazarlarımızın öyküyü inceleyiş biçimlerini kısa da olsa paylaşmayı daha uygun gördüm. Çünkü yerinde izlemek ve dinlemek elbette daha yararlı ve keyifli olacaktır. 


Belki de bu buluşmaların en güzel yanlarından birisi de ele alınan öyküleri incelerken yazarların kendi aralarında -kimi zaman öyküden bağımsız- kurdukları diyalogun dinleyiciyi sıkmaktan çok öte, sevimli, tatlı şakalaşmalarla oldukça keyifli bir oturuma dönüşmesidir. Onlar Füruzan'ın Ah Güzel İstanbul'unu anlattılar, peki ya sizin İstanbul'nuz nasıl?

19 Nisan 2010 tarihinde İKSV Salon'da gerçekleşen bu buluşmayı yazarlarımızın birebir cümleleriyle size bir nebze de olsa yaşatmaya çalışacağım. Ancak dediğim gibi gelin, görün ve siz de bu buluşmayla güzel, sıcak  bir edebiyat sohbetine ortak olun.


Anlatıma geçmeden önce Ubor Metenga Buluşması'nın hemen ertesi günü gelen sevindirici bir haber de oldu. Yekta Kopan'ın "Bir de Baktım Yoksun" adlı kitabı YUNUS NADİ ÖYKÜ ÖDÜLÜ'nü aldı. Bu fırsatla kendisini birkez daha tebrik ediyorum. Dilerim kurşunkaleminden sayfalara dökülen kelimelerin, okuma yolculuğumuzu daima aydınlatır. 




Buluşma, Füruzan ve Ömer Kavur’un bu öyküden birlikte senaryolaştırdıkları, başrollerini Kadir İnanır ve Müjde Ar’ın paylaştığı, aynı zamanda Altın Portakal film festivalinde de 2.lik almış 1981 tarihli filmden kısa bir kesitle başladı.  

Y.K:

Ah Güzel İstanbul 1981 tarihli bir film ama öykü, Eylül 1971’de Yeni Dergi’nin 84. Sayısında yayınlanmış ve derginin giriş yazısında Mehmed Fuat : “Füruzan’ın Ah Güzel İstanbul’u için ağustos ayı içerisinde tamamladığı, yankılar uyandıracağını tahmin ettiğim bir hikâye” demiştir.

Füruzan’ın bütün bir edebiyatında aslında merkeze aldığı ve söz konusu ettiği 12 Mart 1971 dönemidir. Çünkü tam da 12 Mart’ın hemen üstünde ağustos ayı içinde, o dönemlerde yazdığı bir öyküdür.
Bu öyküde, Füruzan’ın genel izleklerinin birçoğunu; ezilmişlerin, kenardakilerin hikâyesini ve onların dünyasını özellikle imgeler üzerinden ve o imgeleri kapsayan hikâyeciliğini arada bir filme de gönderme yaparak konuşacağız.

AT:  ( Kısa bir özet )

Füruzan’ın Ah Güzel İstanbul öyküsü aslında filmden görülen kısacık parçadan da anlaşılacağı gibi bir genelev kadının hikâyesi ama filmdeki en büyük farklardan birtanesi, onun için filmi ayrı tutmak lazım. Öykü üzerinden konuşmak daha doğru olacaktır. Çünkü bu bir Zürafa Sokağı fahişesinin hikâyesi. Yani bu filmden gördüğümüz kadarıyla kalitesiz bir randevu evine dönüştürülmüş ancak bildiğimiz, meşhur bu bir zamanlar edebiyatımızda çok yer tutan, Abanoz ve Zürafa Sokak genelevlerinden birinde çalışan bir kadının hikâyesidir. Aslında bir hiç dünya üzerine kurulu bir öykü.

Özetlemek gerekirse; Sarı Kamil genelev seferlerinin birisinde Cevahir’le tanışır ve ona bir ev açar. Birlikte yaşamaya başlarlar. Biz hikâyeye Cevahir’in kısa bir iç ve dış dünyasının, yaşadığı ortamın tanıtımından sonra gireriz ve asıl merkezde Cevahir vardır. Cevahir bize, Sarı Kâmil’le birlikte kurduğu hayatın ayrıntılarından başlayarak geriye giderek, geriye doğru bir zaman dilimi içerisinde genelev hayatını, ondan sonra kendi çocukluğunu oraya dönüşünü vs anlatır. Tekrar aynı yere döndüğümüzde biz Cevahir’i bir ümitsizlik bir kırgınlık bir boşluk içinde olduğunu görürüz. Çünkü Sarı Kâmil ona nikâh vaat etmiştir. Ama 2 seneyi geçmiş ve hala ortada bir nikâh yoktur. Sarı Kamil’in çok ciddi ekonomik sorunları vardır ve bunları pek aşamamıştır. Anladığımız kadarıyla normal bir çift gibi yaşamalarını sağlayacak bir iletişimleri yoktur. Dolayısıyla öykü Cevahir’in umutsuzluğuyla ve o iki senedir birlikte yaşadığı ve çok özendiği evinin kapısını kilitleyip İstanbul’a gelmesi ve Galata köprüsünden kendisini atmasıyla sona erer.

Y.K: 

Öykü Cevahir’in bu durumunu ya da kaderini, Sarı Kamil’in kırık dökük, yarım yamalak belki fazlasıyla erkek merkezli, kendisinin de değiştiremeyeceği genel izlerini taşırken; yine sinemadan şöyle bir noktayı da söylemek lazım.

Ah Güzel İstanbul adını aslında biz sinemada ilk kez, 1966 tarihli bir Atıf Yılmaz filminde duyuyoruz.  Senaryosunu Safa Önal’la Ayşe Şasa’nın birlikte yazdığı, biraz pigmalyondan esinlenmiş ama daha buralı hale getirilmiş, başrollerinde de Sadri Alışık ve Ayla Algan’ın oynadığı bir filmdir bu.
Orada da düşmüş, eski bir İstanbulluyu, artık eskiden kendisinin sahip olduğu konağın müştemilatında yaşayan alkolik sokak fotoğrafçısının, şarkıcı olma umuduyla İstanbul’a gelmiş sokak kızıyla yaşadığı –ki biraz pigmalyonvari ama daha fazla komedi dram arasında gidip gelen hikâyesine tanık oluruz.  Füruzan, 66’dan sonra sanki( bilmiyorum böyle bir çıkışı var mıydı Füruzan’ın) yeni kurgulu, bu yeni kenardakilerin hikâyesiyle pek de o kadar sevimli, pek de o kadar umutkâr olmayacağını söyleyen bu yeni hikâyesinin, sanki o filmin Ah güzel İstanbul’una, pek de öyle Ah güzel İstanbul olmadığına dair bir gönderme gibi de düşünebiliriz.

M.G:

Evet Cevahir’in hikâyesi dedik ama girişinde, daha doğrusu öykünün genel kurgusunda böyle bir, nereye gideceğimizi başlangıçta çok da kestiremediğimiz bir akışla aslında giriyor öyküye yazar ve o şekilde de gidiyor.  Birazcık bu bence öykünün ruhuna da uymuş. Çünkü izlediğimiz zaman hakikaten bizde kalan çok büyük bir hüzün, büyük bir ümitsizlik, çıkışsızlık kenardaki insan hikâyesi gibi olsa da kolaylıkla insanların varoluşsal sorunlarıyla özdeşleşebiliyoruz. Çünkü onları çok iyi canlandırıyor zihninde.  O nedenle Sarı Kâmil ve onun muaviniyle yola çıkışıyla başlıyor. Sonra anlıyoruz ki aslında bu rastlantısal bir giriş de değilmiş. Yola çıkış aslında son yola çıkış ve o yolun bir daha da dönüşü olmayacak. Ama neden olmayacak? Belki de bizde bambaşka bir çözümü var ama burada başka çözümleri ima ediliyor.

Öykü biraz da onun karakterleri nasıl canlandırdığını görmek için çok uzun kendilerini anlattıkları diyaloglarla, yani artık onlara diyalog mu denir yoksa tiyatroda çıkıp kendini tanıttığı bir monolog mu denir bilemiyorum- yazılmıştır. Zaten Füruzan’ın tiyatro bağlantısı da konuşulmaya değerdir. Çünkü bir dönem oyunculuğu da denemiş bir yazardır. Meselâ burada Sarı Kâmil’in Erdoğan’la bir diyalogu var:

“ - Ne demek, bugüne bugün 34 atız. Yani İstanbulluyuz… İstanbullu ne demek bilirsin. Hele Mardin ilinde. Herbir şey demektir. Bunlar hanım evladı yerine alır bizi. Bizim Galata yöresinde ne fedai uçurmuşluğumuzu, ne el ayak öptürmüşlüğümüzü bilmezler. İstanbul şehrinde birine küfür mü edeceksin, beddua mı edeceksin, şoför parçası, imansız, Allah seni uzun yol sürücüsü yapsın demenin yettiğini bilmezler. Ne de olsa taşranın yabanları koca kamyonu yürütmenin bir ustalık,  bir hüner olduğunu bilirler.”

Sarı Kâmil, kendini bir yandan anlatan İstanbullu bir karakter ama İstanbul dışına sürgün bir karakter diyebiliriz. Yani aynen Cevahir gibi- belki Füruzan’ın birçok öyküsünde olduğu gibi-  o göçen, yer değiştiren, gittiği yere bir türlü adapte olamayan, oraya kök salamayan karakterlerinden bir tanesidir de aynı zamanda.

Bir yandan da karakterlere eşit mesafedeyizdir. Yani hikâyeleri çok fazla melodrama yakın olabilecekken, bizi o melodramın tuzağına düşürmeyen, onlara hep bir objektif mesafede tutmaya çalışan bir üslubu vardır. Bence bu çok önemli ayırt edici özelliğidir bana kalırsa. Yani biz Sarı Kamil’i tanıdıktan sonra birdenbire o zayıf, ince muavin adayına, Erdoğan’a geçiyoruz. Ki zaten Erdoğan’a yönelik konuşuyor. Ama burada biraz tekniğini incelemek açısından şunu da söylemekte yarar var. Orada bu çocuğun onun yanına nasıl verildiğini bir anda bir flashback tekniğiyle -ki aslında o dönemde çok da sık kullanılan bir teknik değil- yapıyor. Hatta Füruzan’ın bunu kullanmasını eleştirmenler  “böyle bir özelliği var, geri dönüşleri kullanıyor” diye o dönemde not etmişlerdir.

Çünkü biz kamyonun içinde İstanbul’dan yola çıkarken Sarı Kâmil’in yanındaki Erdoğan’ın aslında annesi tarafından Sarı Kâmil’e nasıl emanet edildiği ve onunla ilgili bir sahneye geri dönüyoruz. Hatta orada da kalmayıp kamyonun patronundan nasıl aldığına geri dönüyoruz. Ve işte orada: “ Kâmil oğlum büyük para bağladım bu işe. Kollayacaksın beni.” diye başlayan patronun tiradı vardır.  Bu bölümde Man, yeni alınmış kamyon hakkında küçük güzel ayrıntılar vardır. 

Sarı Kâmil patronuna: “Adını ne yazıyorlar bizim MAN’ın?” diye sormuştu.
“Açılın Yolların Kartalına diye yazdırdık. Ön motor kafesine de dağdan inen kartal resmi çizdiler.”

“İyi ya,” demişti Sarı Kâmil gene hep şişelere bakarak, “madem uzun yol kamyonudur; bir de ‘ Ömür Biter Yol Bitmez’ yazalım.”

Şimdi bu yaşayan gündelik hayatımızın, taşımacılıktaki kamyonların resimlerle, desenlerle hatta daha eski modellerde başka şekillerde kaplandığını görüyoruz. Aslında bunun geleneğinde eski at arabalarının süslenmesine kadar giden bir şey var. Yani o atla, at arabasıyla yolcusunun, sürücüsüyle kurduğu ilişkiyi artık kamyon şoförü, kamyonuyla kurmaktadır. Çünkü o bir taşıyıcı ve beraber onun üzerinde gidip gelmektedirler.

A.T:

Aynı zamanda ekmek parası, ekmek teknesidir de. Zaten konulan isimlerin birçoğuna baktığımızda uğura, berekete, kısmete yönelik isimlerdir. Bütün her türlü römorköre, ekstra taşıyıcıya, kamyonlara, minibüslere, otomobillere çeşitli adlar verilmiştir. Ama 80’lerden sonra giderek değişime uğramış ve gündelik hayatın bir resmi olarak karşımıza çıkmaya başlamıştır. Asıl önemli olansa kültür tarihi farklılıklarına tanık oluşumuzdur.

M.G:

Füruzan’ın burada özellikle yaptığı bir şey var. Antropolojik bir dil kullanıyor. Sanki biz burada bir grup insanın gündelik yaşamını, onlarla derinlemesine söyleşi yapmışız ve kaydetmişiz. Şimdi evet, Kamil’in hayatını tanıyoruz. Daha sonra geneleve girildiği zaman Cevahir ve oradaki diğer kadınların hayatını da tanıyacağız ve zaten oralara geldiğimizde de üslup o şekilde devam ediyor.

Y.K:

Bu antropolojik dil meselesi önemli. Füruzan kendisi de kimi söyleşilerinde bahsetmiştir. Öyküden önce resim sanatıyla çok ilgilendiğini, zaten daha sonra sahne sanatlarına yöneldiği dönemde de konuyu hep buraya getirmiş bir yazar ve resmetmek konusunda da mahir bir kalem. Bazen çok nesnel resmediyor bazen de bizi o karakterle aynı çizginin üzerine alıyor. O karakterin duygusunu hissetmemize izin veriyor ama birebir empati kurarak bu karaktermiş gibi hissetmemize çok izin vermeyecek kadar hızlı bir şekilde, resmin diğer bir tarafına özellikle imgeler aracılığıyla geçiyor. Yine flashback tekniğini hissettirmeden yumuşak geçişlerle kullanması ve bir de birçok öyküsünde olduğu gibi bu öyküde de beş duyuya doğrudan hitap edebilme yeteneği açısından, aslında ders niteliğinde bir metin. Gerçekten renkler, kokular, dokular bütün bunlardan kimi zaman imgelerle kimi zamansa görüntülerle geçebiliyoruz.

M.G:

Resimle ilgili bir örnek verirsek; Mardin’e giriş bölümü Füruzan’ın resmetme, gözde canlandırma konusunda ne kadar usta olduğunu gösteriyor.

Mardin’in ovasına vardığımızda ne şehir beklersin görünecek, ne dam, ne ağaç… Sanırsın ki kıyamete dek sürecek bir yolun hep başındasın. Tekerler dönüyor da koca Man yürümüyor. Hep tıpı tıpınadır yol. Neresini noktalasak şu yerin dersin. Vay anasını, bir suyu çekik kuyu belirir. Nereden bildim susuz olduğunu? Yahu kuyu dediğinin şunun şurasında yanında yöresinde iki tutam çimen yeşerir. Ora kuyularında arama öyle şey. Kovaları çekmelik direkleriyle toz toprak içinde salınıp durur. Bozkırın rüzgârı da toprağın yüzünü yalar geçer alttan alttan. Toz döne döne yerle bir yayılır ovada. Saatlerce sonra Mazı Dağı’nı gördüğünde, hah dersin yahu, yol yaparmışız desene. Ve birden dik yamaçlarda apak Mardin’i görürsün. Mardin taştan şehirdir. Dar sokaklarında serinliğin kol gezdiği, bahçeleri ağaçsız, ağaçsız olmanın yaraştığı bir şehirdir Mardin. Bizim MAN tek sesle yönelir bozkırda. Ama Mardin’i gördüğünde gürülder. Allah hakkı için aynen göreceksin sen de bu aslanın Mardin’e girerken gürüldemesini. Serinde gireriz. Güneş bir mızrak boyu çıktığında sıcak bastırır. Öylesine sıcağın tarifi yoktur. Boynundan ter tane tane durmadan içine süzülür. Toprak altlarından yansır güneş. Ne yana baksan güneş hep. “Ah canım İstanbul gibisi var mıdır?” dersin. Şöyle yürekten. Ama buralar da bir içine işler ki insanın. Haddine düşmez unutmak.

Y.K:

Tam da resmettiği yerden itibaren öykü aslında ikinci evreye geçiyor. Buraya kadar biz, Sarı Kâmil merkezindeyiz. Sarı Kâmil’in Kocamustafapaşa’dakilerle ilişkisi, patronuyla ilişkisi, uzun yolla ilişkisi, MAN’ ı ile ilişkisini görmekteyiz. Örneğin:


“Uzun yol arabalarında İstanbul’a varıp işsiz dinlenme günlerinde lokumuna, gazozuna tavla oynarken bile arkadaşlarından daha yukarıda oturuyormuşçasına bir tavır içinde olurdu.” gibi bütün, hem onu resmeden hem duygularını anlatan bir yerdeyizdir.  Resmin üstünde onun psikolojisine girmemizi sağlayan, burada çok önemli bir noktada “ Erdoğan Sarı Kâmil ustasının coşku dolu anlatışını saygılı dinliyordu.” İle başlayan cümlesiyle biz, Erdoğan eksenine geçiyoruz.  Erdoğan’ın Kocamustafapaşa’daki varoluş çabalarını, on beş yaşındaki bir delikanlının yine kenarda kendini var etme, Kumkapı’ya kaçıp arkadaşlarıyla sahilde güneşlenmesi gibi olaylara tanık oluyoruz.

Bütün bunları gördükten sonra, aslında bir şekilde yırtabilme ihtimali hâlâ olan, masumiyet yüzü olabilecek, -yani o Sarı Kâmil gibi ya da Kocamustafapaşa’dan veya kenardan çıkacak diğer insanlar gibi- o büyük çarkın içerisinde yok olmayacak Erdoğan’ın, masumiyetle gerçek ve vahşi hayatın arasındaki o karakterin ağzından ilk kez öykü boyunca duymadığımız bir ismi duyuyoruz.  Asıl ondan sonra uzunca bir süreden sonra,  merkez karakterimize öykünün kalbine gidiyoruz. Cevahir.



Buraya kadar Sarı Kâmil'i, Erdoğan'ı, MAN'ı, Mardin'i çeşitli anlatımlarla tanıma fırsatını buluyoruz. Bundan sonra sevgili Yekta Kopan'ın da dediği gibi öykünün merkez karakterine, Cevahir'e, yani bir anlamda kalbine giriş yapıyoruz. En keyifli yerinde kestiğimin farkındayım. Merak edenler Füruzan'ın AH GÜZEL İSTANBUL adlı öyküsünü okusun. 

Girişte de söylediğim gibi Ubor Metenga Buluşma'larını yerinde izlemek, yazarların öyküyü ele alış şekillerini dinlemek daha anlamlı olacaktır. Hatta belki edebiyattan ve kitaplardan hoşlanmayanlar için de bu dünyaya anlamlı bir giriş yapmalarını sağlayacak, bir ilk adım bile olabilir. Ne dersiniz?

Bir dahaki buluşma 31 Mayıs 2010 tarihinde yine İKSV Salon'da saat 20:00'da. Bu defa hem söyledikleriyle hem de söyleyiş biçimiyle edebiyatımızda çok önemli bir yazar olan Oğuz Atay'ın Beyaz Mantolu Adam adlı öyküsünü konuşacaklar. Çoğumuz Oğuz Atay'ı modern şehir yaşamı içinde bireyin yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşlarını, tutunamayan bireylerin iç dünyasını anlattığı TUTUNAMAYANLAR adlı romanıyla tanıyoruz. Gelin bir de bu öyküsüyle onu tanıyalım. Hatta dilerseniz öyküden kısacık bir bölümü de buluşma öncesinde yazarlarımızın affına sığınarak alıntılayayım:

"...
Hafif bir rüzgâr çıktı; iriyarı, esmer ve görünüşü taşralı satıcısının elbiselerini belli belirsiz havalandırdı. Yalnız beyaz manto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış olmalıydı. Bir süre durdular mantoyla karşılıklı. Onu seyreden satıcı, sessizliği bozdu sonunda: "Ne o? Satın mı alacaksın?" Karşılık vermedi. Gülümseyerek yere tükürdü satıcı; yüzünde yarı kurnaz, yarı ilgisiz bir ifade vardı. Önce satıcıya, sonra tekrar mantoya baktı; elini cebine soktu."


Gelmek isteyenler mutlaka pazarlama@iksv.org adresine kayıt yaptırmayı unutmasınlar. Görüşmek üzere.

Unutmadan Can Yayınları'na ve Hare'ye de teşekkürler. 






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder