PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

4 Nisan 2010 Pazar

Diğerleri ve Marilyn

Saatimi kurdum. Yatağa gidiş merasimini saymazsak uyanmama tam altı saat var. Yine de arada kaybolan zamanlar olacak, her gece olduğu gibi. Gündelik telaşların eve girdikten sonra başka bir boyuta geçmesinin nedenini bir türlü anlayamıyorum. Burası evim, telaş da neyin nesi öyle değil mi ama işte durum hiç de düşündüğünüz gibi değil. Sanki bir şeyler durmadan beni içine çekiyor. Derinlerde yitirilen, kayıp bir şeylerin varlığıyla irkiliyorum. Sonrasındaysa anlamadığım bir telaşla sağa sola koşuşturuyorum. Başım dönüyor, midem bulanıyor. Çıkarmak istiyorum onca zamandır yediğim her şeyi, olmuyor. Kapının eşiğini atlayıp banyoya gidecek halim yok. Olduğum yerde yığılıyorum. Bir rüya, tek bir doz rüya diye inlemeye başlıyorum. Sesimi duyan kimsenin olmadığını bilmeme rağmen, olur ya bir ses avutur beni diye umutlanıp son gücümü de harcıyorum. Yeter artık, bitsin bu dağınıklık!

Ne kadar zamandır bu haldeyim? Gerçeklik duygusunu yitirmiş bir insanın adımlarında dolaşırmışçasına geziniyorum ortalıkta. Kanepenin en uç noktasına kıvrılıp saçmasapan hayaller kuruyorum. Parlak gri vazonun, denizin sabah saatlerindeki görüntüsünü anımsatan kıvrımlı çizgilerinden biri olmak istiyorum. Orada, o küçük yuvarlak masanın üzerinde herhangi bir şeye yetişme telaşı olmadan yıllarca durmak, hiçbir şeye aldırmayan bir ruh dünyasının içinde yitip gitmek belki de. Eve gelip gidenlerin karşıma oturup ara sıra göz ucuyla da olsa beni izlediğini düşünüyorum. Sınırları yalnızca o küçücük yuvarlak tahta kadar olan ve biri alıp yerimi değiştirmedikçe daima orada çakılı kalacak zayıf, sessiz, muhtaç, seyirlik bir eşya.
Uykuya gitme merasiminin bu dakikalarında yinelen tanıdık senaryolarımın birinde, üzerinde iki turuncu papatyası ve içinde beyaz mumluğu olan bir inek olmak fikri aklıma gelmişti. Kahkahalarla gülmüştüm sonra kendime. Bir inek, üstelik öyle şişkince bir inek de değil. Gayet başarılı bir işçilikle, naif bir beden ölçüsünde, pembe bir elbisesi olan bir inek.

Kaybolan zamanların insana bazen ‘bu bir rüya olabilir mi acaba’ sorusuyla kalmasına sebep akıl dışı bir gerçeklik beklentisiyle yine oturuyordum kanepenin en uç köşesinde. Oturduğum yerin bir önemi var mıydı? Niye hep en uçtaydım? Bazı şeylerin sonuna bu denli yakın duruşum zaman zaman ürkütüyordu. Sınırlarını kendi elleriyle çizen biri yeterince özgür olabilir miydi? Üstelik bunların birçoğu kendi evinde çizilmiş, ana hatları hiç değişmeyen yalnızca istekleri doğrultusunda her gece bambaşka bir düzlemde yol alan sınırlarsa… İnsan yaşadığı yerde bile özgür olamayacaksa ne anlamı vardı ki yaşamanın? Ölmekten de korkuyordum. Çocukluğumun vazgeçmediğim hayali hep ‘ben küçük bir cadıyım, cadılar asla ölmez’ üzerine kuruluydu. O sıralar televizyonda izlediğim küçük sarışın düz saçlı cadıya özenirdim. Bir hareketiyle zamanı durduran ve kendine ait bir dünya kurup o dünyanın birbirine geçişli salonlarında özgürce koşan o cadının hayranıydım. Oysa ben uzun siyah ve kıvırcık saçlıydım. Daha baştan olmayacak bir hayalin peşinden koşmaya başlamıştım. Ne yalan söyleyeyim hâlâ ara sıra o küçük sarışın cadı olmayı istiyorum. Sarışın kadınları sevmesem de çocuk dünyamın tek başkahramanı oydu.

Evet, ölmekten korkuyordum ama bu hayatta yapayalnız kalıp herkesin beni terk edip gitmesinden de korkuyordum. Bu çelişkinin içinde günlerimi harcıyordum. Gündelik telaşların içinde yepyeni heyecanlar arayıp, her defasında en olmadık yerde kendi sınırlarıma çarpıyordum. Hani hep derler: “İnsan aslında kendi kendisinin en büyük engelidir”, diye. Belki de kanepenin en ucunda başlattığım bu düşünme seanslarıyla, yani uykuya gitmeden hemen önceki merasimlerimde, farkında olmadan kendime çelme takıyordum. Sonra hooopp, kanepenin en ucundaki sınırda kıskıvrak yakalanıyordum hayatıma.  Kanepe ve sınırlar…  Ülke içinde ülke…

Pembe elbiseli bir inek olmak kafama yatmıştı. Bütün işi o yeşilliğin üzerinde öylece durmaktı. Durağan bir şeylere özlem duyuyordum, bu çok açıktı. Ağzında bir tutam kopardığı otla, hemen karşısındaki pencereye iri siyah gözleriyle bakıyordu. Çiçeklerin asimetrik duruşu sanki bir makinenin dişlilerini anımsatıyordu. Aslında pekâlâ bir rüzgârgülüne de benziyordu. Hiç zorlamadım. İkisi de olabilirdi. Nasılsa benim kanlı canlı gerçekliğimde bunun pek bir önemi yoktu. Ta ki yerimden kalkıp inek olmayı aklımdan geçirdiğim hayallerle uykuya dalana kadar.

Yatak her zamanki gibi soğuktu. Uzun bir süredir, yatak için ayrı çoraplar kullanmaya başlamıştım. Bir türlü ayaklarımı ısıtamıyordum. Yorganın ayakuçlarıma denk gelen yerini hep tekme atar gibi kapatmaya çalışırdım. Küçüklükten kalma bir alışkanlık. Aslında korkunun günden güne tetiklediği bir alışkanlık desem daha doğru olacak. Tek çocuk olduğumdan daima bana özel odalarım olmuştu. Yalnız başına çalışır, odada vakit geçirir, yalnız başına uyurdum. Garip bir tesadüfle bütün yataklarım pencere kenarındaydı. Uyumadan önce kapı sıkı sıkıya kapatılacak, camdan içerisi görünmeyecek şekilde perdelerin sağı ve solu ayarlanacaktı. Ancak bu düzenek tam anlamıyla kurulmuşsa uykuya rahat bir şekilde geçebilirdim. Son aşama ise yorganın ayaklarımı tam anlamıyla kapattığından ve aradan içeriye bir şeyin girmeyeceğinden emin olduğum aşamaydı. Ayaklarım açıkta kalırsa yorganın aralık yerinden bir yılanın sinsice yatağıma kıvrılarak gireceğinden ürkerdim. O yüzden tekmeleyerek, yorganın iyice ayaklarımı kapattığından emin olana dek çırpınırdım.

Ha, perdelerin kapanmasının da elbet karşılığı vardı. Orası da açık kalırsa pencereden odamı kurtların izleyeceğini sanırdım. Bir gece ansızın uyanıp da küçük bir aralığın olduğunu gördüğümde, deli gibi korktuğumu bilirim. Öyle hafife almayın. Sekiz dokuz yaşlarımda başlayan bu paranoyalarım hali hazırda geçerliliklerini dün gibi korumaktalar ve peşimi bırakacak gibi de görünmüyorlar.

Kapıyı neden sıkı sıkı kapattığımı bilemiyorum ama muhtemelen onun da sağlam, elle tutulur bir paranoyaya karşılık geldiğini tahmin ediyorum. Henüz açıklayamadığım bir paranoya ama elbette tahminlerim yok değil. Meselâ eve hırsız girerse ve eğer kapım açıksa ilk benim odama gireceğini ve belki de beni öldüreceğini düşündüğüm için olabilir. Ne de olsa ölmekten korkuyorum. İnsanın en temel korkusu, alt belleğinde derin paranoyalar oluşturuyordu. Komik mi? Daha sizinkileri duymadım bile!

O gece gerekli hazırlıklarımı tamamladıktan sonra uyumak için gözlerimi kapamıştım. Apartman boşluğuna baktığı için arada sırada karşı binanın çok fazla kullanılmayan odalarından birinin kısa süreli aydınlatmasını saymazsak, odada en ufak bir ışığın eseri bile yoktu. İnsanın gözleri kapalıyken bile ışığa duyarlı olması oldum olası şaşırtmıştır beni. Göz kırpar ya da şimşek çakar gibi olurdu çoğu zaman. Zaten eğer öncesinde aklımı kurcalayan bir şeyler olmamışsa hemen uykuya dalardım. Ya da o pembe elbiseli inek olmak gibi acayip şeyler düşünmüşsem, işte o zaman bir de yatak içindeki merasim beklerdi beni.

Gözümü kapatır kapatmaz ineği gördüm. İki turuncu çiçek birbirlerinden farklı yönde dönüyordu. İneğin pembe elbisesi, dönüşün meydana getirdiği rüzgâr sayesinde hafif hafif havalanıyordu. Bir sıçrama… Marilyn Monroe’nun, o herkes tarafından ezbere bilinen pileli beyaz elbisesinin dalgalanışına giden bir serbest çağrışım… Çiçekler dönüyor, pembe elbiseli inek arka ayaklarıyla kıçını kapatmaya çalışıyordu. Bir Marilyn Monroe, bir inek sürekli görüntü değişiyordu.

Sonra birden o beyaz mum yanmaya başladı. Turuncu çiçekler yavaş yavaş durdu. Rüzgâr kesildi ve pembe elbiseli ineğin uçuşan elbisesi duruldu. O sırada ineğin üzerinde durduğu yeşillik, mazgala dönüştü. Marilyn, dizlerini büküp mazgalların üzerine oturdu. Ama ineğin en son sahnede kıçı açıkta kalmıştı. Tam başıyla kıçı arasında, kelebek kanatlarını anımsatan bir şey vardı. Sanki onlarla pembe elbisesinin açık kalan kısmı orta yerden kıstırılmıştı. İçimden ona seslenmek geldi: “ Hey inek kardeş, sakın öyle kıçın açıkta uyuma, bak valla pek fena rüyalar görürsün.” Umursamadı. İri siyah gözleriyle pencereye doğru bakmaya devam etti.

Marilyn gitmişti. Mazgal da yoktu. En başındaki düzeneğe geri dönmüştü her şey. Sonrasını hatırlamıyorum. Ya tüm bunlar bir rüyaydı ya da ben uykudan hemen önce bunları düşünmüştüm. Ama sabah işe gitmek için kalktığımda o pembeli elbiseli ineği karşımda görünce çok korkmuştum. Bütün gün peşimi bırakmadı. Sokaktaki herkes pembe elbise giymiş bir inekti sanki. Kâbus gibi. Durmadan arkama dönüyordum. İneğin beni takip ettiğini düşünüyor, adımlarımı hızlandırıp bir an önce otobüs durağında tanıdık birileriyle gündelik bir konuşma yapmak için sabırsızlanıyordum. Belki bir ses beni kendime getirebilirdi. Bu saçmasapan paranoyanın esiri olmaktan kurtarabilirdi. Üstelik bir de Marilyn vardı. Bütün bunların akılcı bir çözümlemesini yapmak bir yana, birine anlatmak bile yeterince ürkütücüydü.

Düşünsenize, iki turuncu çiçek tarafından pembe elbisesi rüzgârda dalgalanan bir inek… 

2 yorum:

  1. can babayı özlemek yazısındaki yorumun çekti bana sana, kelimelerindeki yalınlığı sevdim en çok ve uzun uzun anlatışını duygularını... şimdilik bu sadece bir merhaba, okumaya geleceğim en kısa zamanda.

    YanıtlaSil
  2. Evet güzel bir konuya daha deyinmişsiniz.Yanlız bir çocuk soğuk ev ve üşüyen ayaklar.Birde buna ek pembe elbisesi rüzgarda dalgalanan bir inek...Bir çocuğun hayal dünyası ve bilinç altında ki korku ve telaşı bu kadar güzel anlatılır.Ama pembe elbiseli ineklere dikkat et.Nerde ne zaman karşına çıkacakları belli olmaz.:))*****

    YanıtlaSil