PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

9 Şubat 2010 Salı

"Yirmi" Numaralı Peron

Merdivenleri yavaşça çıktı. Çıt çıksa, bırakıp kendini metrelerce boşluğa düşecek kadar yılgınlık, bacaklarında hazır bekliyordu. ‘Ölüm’ dedi, “Ölüm, yalnızlığın çalılıkları arasından gizlice beni takip ediyor.” Korkunun bir süre damarlarında dolaştığını hissetti. Oysa kaç defa aynı yaşamsal tanışıklığın yamacında solumuştu günlerini. Ölüm güzeldi. Ölüm, soru sorulmayı gerektirmeyecek kadar ondan, onun içindi. Ama artık daha fazla baş edecek gücü kalmamıştı. Doğduğu günden bu yana kara bir yazgı gibi ardındaydı. Her yenilgi sonrası, avuçlarında saklı duran aynadan yansıyan, onun varlığıydı. Bir gün terk edip gidecekti elbet buralardan ve yine bir gün, kapıyı çalmasına fırsat bile olmadan, o karanlık yolda sessizce ilerleyecekti. Ölüm için kapıda kimin beklediğinin bir önemi yoktu. Hiçbir zaman olmayacaktı da! O sadece gelir, alır ve giderdi.

Ahşap kapının yarı açık tek başınalığına yaklaştığı zaman, saat epeyce ilerlemişti. Sanki zeminle ikinci kat arasındaki uzaklık, ona koskoca bir an gibi gelmişti. Her zamanki yerine geçti. Gazetesini sıkıştırdığı cebinden çıkardı ve son altı aydır okuduğu haberi bir kez daha okumaya başladı.

“ İkinci katta yaşadığı taciz sonrasında baygın ve her yerinden darbe almış bir şekilde bulunan Ş.B, kaldırıldığı hastanede dört saat süren bir yaşam mücadelesinden sonra hayatını kaybetti. Yapılan soruşturmada genç kızın İstanbul’a kısa bir süre önce geldiği ve sevgilisi F.Y ile aynı evi paylaştığı öğrenildi. Kat sakinlerinin verdiği ifadeye göre, olay gününün gecesinde saatlerce süren bir tartışmanın olduğu ve genç kızın sürekli olarak çığlıklarının duyulduğu biliniyor. Ayrıca otopsi raporunda Ş.B’nin kollarında ve bacaklarında saptanan morluklar da genç kızın şiddete maruz bırakıldığını da ortaya çıkardı. Polis, Ş.B’nin ölümüne sebep olduğu düşünülen F.Y’yi bulmak için tüm kentte harekete geçti.”

Soğukkanlıydı. Yüzündeki o çelik ifade yerli yerindeydi. Bir kez daha gözlerinde oluşmaya başlayan gözyaşlarını yok etmeyi başararak, gazetesini katlayıp altı aydır üzerinden çıkarmadığı ceketinin cebine yerleştirip oturduğu yerden kalktı ve yürümeye devam etti. Geçmişini kaybettirecek izler sürüyordu. Bir tek kendisinin haberdar olduğu görüntüler saklıydı gözlerinde. Dolaşırken, uyurken, dalıp giderken, hep aynı bakışlar. Yalvararak ayak uçlarına kapanan kadının, aşk ve şaşkınlık dolu sözleri. “Neden?” diye, durdurak tanımadan haykırışı ve onun yalnızca duvarları yumruklayan çaresizliği. "Biliyordum" deyişindeki tuhaf ama aslında gerçek olmayan geçersizlik. Tüm bunlar birer birer belleğindeki o kutuda yer almıştı. Keşke o kapının zili o gece çalmasaydı diye ne çok söylenmişti kendi kendine. Yirmi gün süren sessizliğin anahtarını hiç çevirmemiş olmayı ve o kapıdan, evinin dağınıklığına tek tanık olan kadının minik adımlarını sürüyerek girmemiş olmasını, ne kadar çok dilemişti. Uykuya mahkum olan gazeteler aynı yerinde kalabilirdi. Çikolata için yapılan tatlı koşuşturmalar bir daha yapılmayabilirdi. Banyo sonrası buğulanan cama ilk kim yazı yazacak kavgası olmayabilirdi. Çıplak ve ıslak ayaklarla koltukların üzerinde iz bırakma yarışı geçmişte kalabilirdi. Yeter ki o gece, o kapıdan bir daha girmeseydi.

Günlerdir uyumamıştı. Tek yaptığı şey uzun uzun yürümek ve gazetesini ilk bulduğu yerde çıkarıp okumak oluyordu. Sanki okumak, kendisine yapılan en ağır işkenceydi. Satır aralarına ondan başka kimse bu denli inemeyecek, haberin gerçek ayrıntılarını, izini kaybettirmeyi başardığı müddetçe kimse öğrenemeyecekti. Biraz daha yürüdü. Geçmişle gelecek arasındaki geçimsizlikten şikâyet etmiyordu belki bedeni ama ruhunun her köşesinde, ağır yanık kokusu vardı. Yaşadıklarının düzenli tekrarlarını yapıyor ve aslında yaşıyor olmanın getirdiği bıkkınlık, zaman zaman düşünceleri arasına sıkışıyordu. Bir zamanlar kendinden vazgeçebilecek kadar sevdiğini söylediği kadının teninden, kokusundan böylesine uzakta, toprağın altında bir yerde olması onu kahrediyordu. Artık yapabileceği bir şey yoktu. Bunu her şeye, tüm yaşadıklarına rağmen çok iyi biliyordu. Bir gece, ansızın başlayan tartışmanın kalıntılarını sevgilisi ölümle ödemiş o ise ölümden de beter bir sorgulama sürecinin izleriyle -üstelik bir başına- hâlâ ödemeye devam ediyordu. Yaşadıkça hatırlayacağı bir geçmişin yükü omuzlarına, hayata yalnız bırakılmak için doğurulmuş bir çocuğun, yıllar sonra bir sorudaki serzenişi kadar ağır gelmeye başlamıştı.

Koşuyordu. Çocuktu ve aşkın kanatları henüz yeni yeni çıkmaya başlamıştı yüreğinde. Düşten bahçelerin içerisinde siyah beyaz karelerle anlatılan yazgı, önemsiz bir ayrıntı gibi orada asılı kalan bir elbise –ki önemi bir zaman sonra görülecekti- gerçeğin ve gerçekliğin betimlenişi, hâlâ dün gibi parmaklarında, kulaklarında ve ona ilk defa anlattığı yerde, yani kalbinde, sapasağlam duruyordu.


Elini yavaşça boşluğa uzattı. Adımlarını kendine çevirdi ve gazetesini o hep koyduğu yerden çıkarıp şehrin en işlek yerlerinden biri olan otogarda, 20 numaralı peronun önünde bir yere boylu boyunca uzandı. Birazdan otobüs gelecek ve sevdiği kadın, basamakları daha inmeden, yüzündeki biriktirdiği o çocuksu tebessümle, gözleriyle ona sarılacaktı. Olanları ise ondan başka hiç kimse, hiçbir zaman bilemeyecekti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder