Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde kasababıb birinde, uzunca bir sokakta bir dükkân varmış. Işığı sabahlara kadar yanan bu dükkânda, babası her türlü taştan değişik eşyalar yapan bir kız yaşarmış. İsmi Canım olan kız, eski kitapları onarırmış. Çocukların dedelerinin sandıklarından bulduğu çok eski kitaplar gelirmiş. Kimisinin ciltleri parçalanmış, kimisinin cümleleri okunmaz halde olurmuş. Gelen her kitabı büyük bir titizlikle ve derdinin küçüklüğüne büyüklüğüne bakmadan onarır, hepsine canı gibi bakarmış.Üstelik bu iş ona hiçbir aile ferdinden yadigâr da değilmiş. Daha ufacıkken babasının çalıştığı yerde kitaplardan yapılmış bir oyun bahçesi içinde babasını izlerken tanışmış onlarla. Uykusunu da yemeğini de babasının onu severken harcadığı zamanı da hep kitapların yanı başında geçirirmiş.
Gel zaman git zaman Canım yavaş yavaş okumaya başladığında, babasına ait olan kitaplardan bazılarının yıprandığını, neredeyse okunamayacak hale gelecek kadar kötü durumda olduklarını fark etmiş. Böyle böyle onları onarmanın yollarını türlü zorluklarla buluvermiş. Öyle ki Canım'ın parmakları birer sihirli el gibi dokunur olmuş kitaplara. Dışarıdan rahat gözüken bu iş, oldukça zahmetliymiş.
Canım, kitapların ruhları olduğunu iyi bilirmiş. Babasının taşları işlerken gösterdiği ustalık ve dikkat sayesinde çok şey öğrenmiş. Çoğu kez babası: "Taşlar, kendi içinde rengârenk dünyalar taşır kızım, o yüzden önce o dünyayı ve renkleri iyi bilmek gerekir. Sen onları ne kadar iyi anlarsan, onlar da sana kendilerini bütün çıplaklığıyla anlatırlar. Böylece senin de o dünyada bir yerin olur." dermiş.
Böyle böyle Canım da kendini, tıpkı babasının taşlara adadığı gibi eski kitaplara adamış. O yüzden mümkün olduğunca onları incitmeden yaparmış işini. Önce gelen kitapların bütün hatlarını tanımakla başlarmış işe. Usulca gezdirirmiş parmaklarını üzerlerinde. Her sayfayı, her harfi, kelimeyi adım adım izlermiş. Bazen gecelerce yatağının içerisinde onarmak için üzerinde çalıştığı kitaplarla uyurmuş.
Kitapları onarırken babası da kimi zaman Canım'ın yanına gelir, ona türlü türlü hikâyeler anlatırmış kitaplarla ilgili. Babasının anlattığı hikâyeler sayesinde işinde çok yol katetmiş. İşini bitirdikten sonra özel lacivert kadife keselere koyar sonra da sahibinin gelip kitabını almasını beklermiş.
Gel zaman git zaman Canım yavaş yavaş okumaya başladığında, babasına ait olan kitaplardan bazılarının yıprandığını, neredeyse okunamayacak hale gelecek kadar kötü durumda olduklarını fark etmiş. Böyle böyle onları onarmanın yollarını türlü zorluklarla buluvermiş. Öyle ki Canım'ın parmakları birer sihirli el gibi dokunur olmuş kitaplara. Dışarıdan rahat gözüken bu iş, oldukça zahmetliymiş.
Canım, kitapların ruhları olduğunu iyi bilirmiş. Babasının taşları işlerken gösterdiği ustalık ve dikkat sayesinde çok şey öğrenmiş. Çoğu kez babası: "Taşlar, kendi içinde rengârenk dünyalar taşır kızım, o yüzden önce o dünyayı ve renkleri iyi bilmek gerekir. Sen onları ne kadar iyi anlarsan, onlar da sana kendilerini bütün çıplaklığıyla anlatırlar. Böylece senin de o dünyada bir yerin olur." dermiş.
Böyle böyle Canım da kendini, tıpkı babasının taşlara adadığı gibi eski kitaplara adamış. O yüzden mümkün olduğunca onları incitmeden yaparmış işini. Önce gelen kitapların bütün hatlarını tanımakla başlarmış işe. Usulca gezdirirmiş parmaklarını üzerlerinde. Her sayfayı, her harfi, kelimeyi adım adım izlermiş. Bazen gecelerce yatağının içerisinde onarmak için üzerinde çalıştığı kitaplarla uyurmuş.
Kitapları onarırken babası da kimi zaman Canım'ın yanına gelir, ona türlü türlü hikâyeler anlatırmış kitaplarla ilgili. Babasının anlattığı hikâyeler sayesinde işinde çok yol katetmiş. İşini bitirdikten sonra özel lacivert kadife keselere koyar sonra da sahibinin gelip kitabını almasını beklermiş.
Bir gün sokakta, atının sırtında koca bir heybe taşıyan bir atlı belirmiş. Pencerenin kenarında oturmuş gelen kitaplardan birini onarırken kapısı çalınmış Canım'ın.
Atlı şöyle demiş:
“Adınızı duydum sizin yedi cihanda. Onarabilirseniz bu kitabı, dileyin benden ne dilerseniz. Ben uzaktaki bir kralın özel elçisiyim.” Şaşırmış Canım. "Demek bir krallıktan geliyorsunuz. Kim bilir ne kadar çok kitabınız vardır. Hepsini teker teker incelemek, görmek isterdim." Elçi cevapsız öylece bakıvermiş Canım'ın gözlerine.
“Yarın tekrar gelebilir misiniz buraya? Ne yapabileceğimi ancak o zaman söyleyebilirim size.Uzun bir işi var gibi görünüyor. Ağır yaralanmış.”
“Peki demiş atlı, ne zaman isterseniz.”
“Yarın tekrar gelebilir misiniz buraya? Ne yapabileceğimi ancak o zaman söyleyebilirim size.Uzun bir işi var gibi görünüyor. Ağır yaralanmış.”
“Peki demiş atlı, ne zaman isterseniz.”
O gece Canım, heybenin içinden çıkan sandığı açmış. Kilitli değilmiş. İçinden o kadar da yıpranmış gözükmeyen bir kitap çıkmış. Yeşil bir mürekkeple ve el yazısı ile yazılmış. Yazılara baktığında anlayamamış orada neler yazdığını. Harfleri tanıyabiliyormuş ama kelimeler… Kelimeler hiç de tanıdık gelmiyormuş. Acaba ters mi bakıyorum diye düşünmüş bir an. Böyle birkaç saat geçmiş. Tam dolunay batarken, sabah yaklaşırken, horozlar ötmeden önce yorgun gözlerle dışarı bakarken Canım, o an anlamış durumu. Nasıl anlamış dersiniz? Çünkü tam o sırada, alacakaranlıkta, sayfalardan birini tam çevirirken parmağının ucunda, yeşil bir şey dikkatini çekmiş. Parmağını kırmızı gözlerine yaklaştırdığında, harflerden birinin öldüğünü anlamış. Sonra sayfalara ve harflere dikkatle baktığında, parmaklarını harfler üzerinde gezdirdiğinde, sayfadaki harflerin parmaklarının rüzgârıyla hafifçe oynadığını görmüş.“Çok ilginç, çok ilginç” demiş kendi kendine ve sonra, uyuyakalmış köşesinde. Öğle vakti yaklaştığında, (bu arada, canım üç gündür uyumamış. O an çözümünü de bulmuş sorunun) sokakta atlının takırtılarını duymuş. Kapı çalmış. Kapıya gitmiş. Kapıyı açmış.
Atlıya demiş ki:
“ Evet, sorunu buldum, kralınıza söyleyebilirsiniz.”
Atlı şaşırmış. “Bunu bana da bahşedebilir misiniz?” demiş atlı. “Peki”, demiş Canım. “Kralınıza söyleyin, bu kitap sihirli bir kitap; ama yine de yapabileceğim bir şey var benim. O harfler, bir hikâye yazılması için birini beklemekte sadece.” Atlı, tamamen anlamaz gözlerle bakıyormuş ama Canım, atlının itiraz etmesine izin vermeden içeri gitmiş. Birkaç dakika geçmiş ve elinde bir parşömenle geri dönmüş. Uzaktan yeşil gözüken bir parşömen. Parşömenin üzerinde, aynı harfler diziliymiş. “Bakın” demiş atlıya. Parşömeni atlıya vermiş. Atlı, yüzündeki atkıyı sıyırmış daha iyi görebilmek için. Parşömende şu yazıyormuş:
"Beklemeli, beklemeli, o uyumalı ve harfler öykü olmalı"
Atlı tabii ki bir şey anlamamış bundan da lâkin o an Canım: “Açıklamama izin verin, bu dediğim gibi sihirli bir kitap. Babam bahşetmişti bana böyle bir kitabın varlığından. Eğer biri bu kitabı başının altına koyup uyursa, bu harfler bir öykü oluşturacak. Benim anladığım bu demiş Canım, gülümseyerek. Bir ay, ya da iki hafta sonra tekrar gelin. Kitabı size geri vereceğim. Siz de bunu kralınıza geri vereceksiniz ve o bunu çok sevecek, demiş. O akşam, atlı için de uykusuz bir gece olmuş. Bacakları çok ağrımış. Bir an önce şehrine geri dönmek istermiş. “Peki” demiş atlı, bu sayfayı geri götürebilir miyim? “Hayır” demiş, Canım. O sayfa da burada kalmalı. Atlı ‘tamam’ diyerek oradan uzaklaşmış.
Henüz öğle vaktiymiş. Dışarıda, sokağın çocukları oyunlar oynamaya başlamış. Satıcılar her zamanki gibi bağıra çağıra ortalıkta dolaşıyormuş. Canım kitabı almış, odasına gitmiş. Pijamalarını giymiş ve kitabı yastığının altına koyup iki hafta sonra uyanmak üzere gözlerini kapatmış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder