PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

12 Şubat 2010 Cuma

Tangonun Konuşan Üç Yüzü: Kadın, Erkek ve Müzik

“Kayıp sokaklarda tutuşur elleri kadın ve erkeğin… Bir vuruş uzaklığında kalır dokuların yanışı. Müziğin terli bedeninde bir şarkı daha kalmak ister ten. Geçmiş, perdelerin arkasından seslenir umarsızca… Kaçışı yoktur. İsyanı yoklar bakışların göğse değdiği yeri ve bir kapı aralanır kendiliğinden, gecenin lacivert sessizliğinde. Anlam, giderayak kaybolur dans eden bacakların uzanışında.”

Bir resim vardı geceye çalan sert, kendinden emin ve bir o kadar güçlü duruşunun ardında. Yaşını almamış, çocuksu, haşere sevecenliğinde gece, ayakuçlarında dans ediyordu. İstanbul henüz bırakmamıştı bir sonraki güne kendini. Yalnızdı. Hani çoğul ama bir o kadar tekil yalnızlıklardan. Yavaşça ilerlemesine, herhangi bir kadının ruhuna dokunmasına an kalmıştı. Yakıcılığında saklı olan, onları her adımda kendine bağlı kılmayı başaran giz buradaydı. Kim bilir kaç sessizliğin adı olmuştu fark etmeden ve belki de fark ederken göz ardı edebilmeyi başarırken. Öylesine hüzünlü ve öylesine duygusuzdu. Buydu çekiciliğini her geçen gün perçinleyen ve buydu kadını tek başına çıldırtmasına yeterli olan.

“Arsız gecelerde kavuşur tutkunun tende damgalandığı dudaklar. Ortaklığın heyecanı, ritimlerdir.. Önce kadın çekingenliğinden savrulup bırakır kendini. Sonra erkek devralır avuç içinin sıcaklığıyla kadını. Müzik yükselir. Doruklarda bir adımla başlar her şey. Ne geçmiş ne gelecek. An soluklanır geçişlerde ve bir kapı kapanır iki tenin birbirine değdiği yerde…”

Hissederken, hissedilmek ve akıp giden bir ırmağın kollarına kendini umarsızca teslim etmekti kadının beklediği. Beklentilerini dizginleyemediği bir anda gelecekti. Biliyordu.  İstanbul’u çalacaktı o vakit. İstanbul, kendini unutacaktı. Kadın kendini kaybedecekti. Çıkmaz sokaklarda dolaşırken müziği duymayacak, bütün bir tarihi unutacak ve pistin gövdesinde ikilikten çıkıp tek olacaktı. Kaç arsız geceyi bir kenara itip koşa koşa o salona kendini sorgusuzca bırakıvermişti. Aklında, geride bıraktıkları olmaksızın usul usul perdelerin arasından geçiyordu. Loş ışıkların altında, kimi kendini unutmuş bakışların gözlerine yansıyan anlamsızlığında yürüyordu. Kadınlığına rağmen korkularını da adım attığı her an hissedebiliyordu. Oysa kimsenin haberi yoktu olan bitenden. Âşık olduğu adamın varlığından, kendilerine ait olan gece yarısı birlikteliklerinden başka, hiçbir çoklu gecenin bir bildiği yoktu. Kolay değildi var olanı yokmuş gibi taşımak ve onunla bütünleşmeyi becerebilmek. Kadın, aşkın yeri geldiğinde tevazu sahibi olduğunu öğreniyordu.  Kavramlar arasındaki kargaşanın an gelip de içinde karmaşaya dönüşeceğini bilmeden.

“ Sana nelerden geçtiğimi anlatmamı bekleme benden. Yalnızca al kollarımı ve götür bacaklarımı zamanın gittiği yere. İhanetin sözcüklerini söylemene gerek yok. Tanrı’nın küçük ve anlamlı izleri var gözlerimde. Dinlememe gerek kalmadan duyarım ben seslendiremediklerini. Sen yalnızca bırak kendini seni benden alıkoyanlara inat. Biraz da cesaret değil midir müziğin içindeki? Biraz da onurlu durmak değil midir başımın düştüğü yerde dengemi bozmadan beni taşıyabilmek, aşkı var edebilmek?”

Resmin içindeki adam, gecenin ilerleyen saatlerinde bedenini kaplayan ceketini bir kenara bırakmış ve siyah bir bulut gibi yayılmaya başlamıştı pistin ortasında. Gözlerinde tuttuğu aynaya yansıyan gerçeklik, korkutuyordu çoğu zaman. Oysa öylesine sıcak ve alımlıydı ki! Hangi geçitlerden geçmişti ki böylesine değişken bir pusulada seyredebilmesini başarabiliyordu. Kadın, belki biraz meraktan belki biraz da yalnızlığından susuyordu. Sustukça duyulmayan kelimeler çıkıyordu gözlerinden. Sessiz bir alış verişti onlarınki. Kimse diğerine dokunmuyordu. Dokunmak, sanki keşfedilmemiş yeni bir yer gibiydi.
Adam, gecenin kaç es verdiğine aldırmadan devam ediyordu. Yola çıktıklarında vakit, normal seyrini tamamlamıştı. Derinlerde, kadının bile ulaşabilmekte zorlandığı yerde öylesine bir fırtına kopmuştu ki geçmişin bugünde varolan izleri, canını yakıyordu. Durmadan, yazılamamış bir geleceğin flu görüntüleri içerisinde kaybolmak, yoruyordu. Ele geçirilmemiş bir tarihin, gittikçe düşüncelerini bedeninden ayıran sessizlikle karşısına çıkışı ve tenlerin her şeye rağmen vazgeçilmez bütünlüğü, çetrefilli bir figürde hem birbirini tamamlanmak hem de kaybolmak gibiydi. Bir yandan akıp giderken her şey diğer yandan her şey duruyordu. Adam, gözlerini ayırmıyordu yaşamından bir an olsun. Mücadelesi, karanlıkları, gölgede kalan yanları, bir türlü açılamayan içsel cümleleri daima yüzündeydi. Böylesine güçlü bir maskenin yükü altında nasıl olup da geri kalan yanlarını taşıyabiliyordu? İşte kadın, bunu anlamakta gün geçtikçe zorlanmaya başlamıştı.

“ Oysa daha çok kalmalıydım dizlerinin dibinde. Masallarımı duymalıydın. Sana anlatacaklarımı bilmeden gitmek isteyişin neden? Daha kokumu tam tanıyamadan, ellerini kaçırmak isteyişin niye? Bak, benim de geçmişim tüm çıplaklığıyla ve canımı acıtan bütün fotoğraflarıyla orada öylece duruyor. Hiçbirini çıkarmadım, hiçbirinin üzerini ustalıkla örtmedim. Yalnızca ilk geldikleri yere, yani kalbimin en huzurlu köşesine bıraktım ve oradan ayrıldım.
Hiçbir şey kolay olmadı. Hala gözlerim uzun uzun dalar uzaklara. Bilmezler anlamayanlar, kısa zamanlar içerisinde gittiğim yerleri. Görmezler yüzümdeki suskunluğun izlerini.”

Gece yarısını geride bırakmışlardı. Son danslar yapılıyordu. Bedenlerin anlatmaya çalıştığı birbirinden farklıydı. Kimi, gecenin bir sonraki dakikalarının hesabını yaparken, kimi de anın olması gereken huzurunu yaşamaya çalışıyordu.  Dansın çekiciliğini körükleyen ve iki cinsin duygularını böylesine harekete geçiren neydi? Neydi sevgiyi bir kenara iten ve sevgisiz bir döngüde yalnızca göstermelik duyguları yaşatmayı başarabilen? Koşulsuz bir paylaşım olmalıydı yansımalardan öte. Gerçeklik öylece ortada dururken, alıp şöyle koynuna sokup sarıp sarmalamak varken, duyguları alt üst eden bu gürültünün adı neydi? Hani bazen olur ya anlatmak istersiniz, fark edilmeyi bekleyen ufak bir ayrıntı gibi durur önünüzde her şey. Ya sınırsızlığı seçip kendinizi teslim etmelisinizdir ya da sınırlı bir döngünün kuru ve soğuk ayazında saçmalar durursunuz. Belirsizlikle işle(n)meye başlar hayat. Ne gidebilirsiniz ne de kalabilirsiniz. İçten içe sizi yoklayan karmaşık duyguların kucağında savrulmaya başlarsınız. Hiçbir şey en başındaki gibi net ve keskin değildir. Olan olmuş ancak nasıl olduğunu bilebilecek kadar zamanınız olmamıştır.

“ Bir sonbahar hüznü nasıl yayılırsa damarlara, sen de aynı hızla yayılmıştın gövdemin belli belirsiz bir an içinde, zamandan uzaklaşmaya çalıştığı bir sürüklenişte. Henüz kapanmamış kaç yaram varsa hepsinin üzerini çizmeye başlamış, tek darbede yok edememiş olsam da en azından denemeye çalışmıştım. Aylarca, benimle birlikte nefes alan her yerde, tek bir duanın karşıma durmaksızın çıkan yankısında yıkılanları onarmaya çabalamış, yarım kalmışlığımdan kimsenin haberi olmadan yola devam etmiş, sessizlik ve yokluk ikileminde kalakalmıştım.
Sonbahar esip geçti; ilkbaharımı da yanımdan alarak. Geçip giden yalnızca bir mevsim miydi yoksa mevsimin içerisinde yitirdiklerim miydi? Şimdi kalanlarla gidenler aynı sessizlikte yokluyor. Hiç bilemedim asıl varlığınızın nerede beklediğini. Hiç göstermediniz ki!!”

Pusulada sür git bir yaşam konaklar başınızı yastığa değdiğiniz yerde. Yalnızlığınız yatağınızın bir ucunda, diğer ucundaysa geçmişten devşirip bugüne taşıdığınız, size ait ve en çok sizin anlayabileceğiniz kadar anlamlı, ruhunuzun eksik notaları durur. Sabahın erken saatlerinde zorunlu bir toparlanmaya denk düşse de bazı şeyler akşam olduğunda, uykuya yakın olduğunuz bir anda, hepsi yeniden beliriverir. Her şey yerli yerindedir. Kaybolmasını ümit ettiğiniz ya da kaybolması için dualar ettiğiniz birçok şey, yeniden, tıpkı bir yargıç gibi dikiliverir başucunuzda.
İnsan en çok da kendi yalnızlığından kaçamaz ve bir yalnızlık asla bir diğeriyle yok olmaz.

“Durmadan içime doğru yağan sözlerin ardında saklanmış gerçekleri aramaya çalışarak, günlerce cevapsız bir sürü sorunun içinde boğulmak gibiydi seninle yaşamak. Yaşadığının farkına varamamak. El birliğiyle kaybedilmiş günlerin sonrasında, neyle uğraştığımın geçen her saniyede acıtarak bir şeyleri bana anlatıyor olması ne tuhaf öyle değil mi? Kalıntıların üzerinde yürüyor olmanın en ilginç yanı nedir biliyor musun? Üzerine her bastığın parçanın, ayak bileğinde ufacık da olsa bir dengesizliğe yol açıp, bedeninin sanki ansızın seni taşıyamayacak kadar güçsüz olabileceğini anlayabilmendir. İşte o an fark edersin ki yaşam bastığın her yeri bütünüyle iyi kavrayabilmeni gerektirecek kadar kısa ama her anına vakıf olamayacağın kadar da uzundur.”

Sen de kendi yalnızlığından sıyrılıp yanı başımda konaklayabileceğin sıcaklığa yaklaşmadın. Belki de bu yüzden kısaydı. Daha müziği duyamadan bırakıp gitmiştin beni. Müzik önemliydi.  Bir diğer bedeniydi tangonun, aramızdaki dansın ama sen ne beni ne onu ne de kendini duymak istemiştin. Tek başına bir farkındalığın, bir ilişkideki anlamsızlığı ne kadar belirginse, yaşananlar da bir o kadar belirsizdi. 

“Ruhun kayıp bir melodisi belki de tango... Azgın dalgaların içinde kaybolup sonra birdenbire lodosun dağıttığı saçların ıslak yalnızlığıyla kalakalmak... Alnına değen bir diğer ruhun girdaplarıyla başa çıkmaya çalışmak… Yorulduğunda bir ırmak gibi yatağının içinde usulca akıvermek rotası belirsiz yolculuklara... Gülümseyebilmek, onca adımdan sonra... Yaşayabilmek, görünen ve görünmeyen hırsların deviniminde... Ve tutunabilmek yaşama hep bırakıldığı yerden… 
İnatla…
Sevgiyle...
Coşkuyla...”






1 yorum:

  1. Üslup ağır olsa da verilen emek için teşekkür etmek gerekli.
    Saygılar,
    Aylin Hafızoğlu

    YanıtlaSil