PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

6 Şubat 2010 Cumartesi

Kader Bazılarına Kötü Davranır: " Head In The Clouds" Filmine Dair...

"34 yaşını gördüm."

Bu cümleyle başlıyor “Head in the clouds”
Filmi izlemeye başladığımda bu sahnenin geçtiği yere geldiğimde, ister istemez filmi durdurup düşünmeye başladım. Otuz dört yaşına geldiğinde ölümün o sıcak yanıyla karşılaşacak olduğunu, yüzünde donuk bir ifadeye sahip falcı tarafından söylenmesiyle hayatına devam edebilmenin nasıl bir şey olacağını. İnsan ya normal karakterinin dışına çıkar her anı yaşayabilmek uğruna ya da zamanın akışına kendini ve getireceklerini fütursuzca bırakır heralde. Çok az kişi bunu düşünmeden hayatına kaldığı yerden devam edebilir. Hele ki bunu söylediği kişi henüz on küsürlü yaşlarında bir çocuksa…
Bu filmi nasıl gözden kaçırdığımı bilmiyorum. Zaten belleğimden yitip giden zamanların çoğunda geride bıraktığım ve benden habersizce bir yerlerde izlenmeyi ve okunmayı bekleyen öyle çok şey var ki. Bunu hatırlamak bile can sıkıcı. Yine de geriye dönüp hali hazırda beni bekleyen bir şeylerin olması hoşuma gidiyor. Zamanla bağdaşmayan durumların olması sevindirici.

Film, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda geçiyor. Olaylar, Guy’ın (Stuart Townsend),  Cambridge’deki okul odasında ders çalıştığı sırada odasından içeriye birdenbire giren Gilda ile tanışmasıyla başlıyor. Gilda Bessé (Charlize Theron), aynı kolejde okuyan erkek arkadaşının yatakhanesinden kaçarken Guy’ın odasında gizlenir ve geceyi onunla birlikte geçirir. Gilda’nın Cambridge’teki ünü henüz birinci sınıf öğrencisi olan Guy tarafından da bilinmektedir. Onun odasında olduğuna inanamaz. Etkilenmiştir. Ertesi sabah Guy, Gilda’yı erkek kılığında kolejden çıkarır. Böylece Gilda, yakalanmaktan kılpayı kurtulmuştur. Ancak onun kurtuluşu Guy için duygusal anlamda hayatını büyük ölçüde etkileyecek bir bağlılığa çoktan dönüşmüştür bile.

Gilda’nın kimseyi umursamayan ve büyük bir haz alarak yaşadığı farklı hayat tarzı, Guy’ın benimsediği hayattan oldukça uzaktır. Fakat bu durum yıllar sonra Guy ve Gilda’nın yollarını Paris’te kesişmesine engel olmayacaktır. 


Filmin bu bölümünde, İspanya’daki iç savaştan kaçarak Paris’e sığınan Mia (Penélope Cruz)’da filme dâhil olur ve Guy’ın Paris’e gelişiyle üçü birlikte aynı daireyi paylaşmaya başlarlar. İlk başlarda Gilda’nın erkeklerle olan ilişkisini kaldıramayan Guy bir gece orayı terk eder ama Gilda’nın onu geri getirmesiyle olaylar kaldığı yerden devam eder. Bu defa Gilda ve Guy, Gilda’nın hayatında başka erkekler olmadan birliktedirler. Guy politikayla, dünya olaylarıyla yakından ilgilenmektedir. Gilda ise bu dünyada kendinden başkasını önemsemeyen, bütün dünyayı kendi ekseninden değerlendiren bir kadındır. Bu durum ilişkilerinin önündeki en büyük engel olacaktır. Çünkü o dönemde İspanya'da milliyetçiler ile cumhuriyetçiler arasında gerçekleşen ve İspanya'da büyük yıkıma yol açan bir iç savaş hüküm sürmektedir ve film sonrasında, Guy ve Mia’nın faşistlere karşı savaşmak üzere Paris’i terketmeye karar vermesiyle başka bir boyuta taşınır. Gilda ise, en iyi iki dostunun kendisine ihanet ettiğini düşünmektedir. İkisinin gidişini kabullenemez. Onlardan gelen mektupların hiçbirini açmaz. Aylar sonra, İspanya’daki iç savaş kaybedilir ve Mia’nın ölümünden sonra Guy, tekrar Paris’e gelir. Ancak Gilda onunla görüşmeyi kabul etmeyecektir. Guy üzgün bir şekilde Londra’ya geri döner.

Bu sırada, Almanlar Paris’i işgal etmeye devam etmektedir. Aradan geçen birkaç yıl sonrasında Guy, İngiliz gizli istihbarat teşkilatının üyesi olarak Fransa’ya gönderilir. Paris’e gizlice gelen Guy, Gilda’yı burada bir Alman Nazi subayıyla birlikte görür ve onu yaşanan onca olaya duyarsız olmakla suçlar. Ancak yine de onu düşünmekten kendini alamaz. Filmin sonlarına doğru aslında Gilda’nın ülkesi için bilgi sızdırmak amacıyla Nazi Subayı ile birlikte olduğunu öğreniriz. Hatta bir sahnede Guy’ın hayatını kurtardığına da şahit oluruz. Fakat kaldığı dairenin çevresinde yaşayan insanlar, eve girip çıkan Nazi Subayından dolayı onun bir vatan haini olduğunu düşünmektedirler. Bu, Gilda’nın öldürülüşü filmde gösterilmese de otuz dört yaşındaki ölümünü hazırlayacaktır. Guy, Gilda’yı kurtarmak için acele etmektedir ancak başarılı olamaz. Geldiğinde daireyi darmadağınık bir halde ve Gilda’nın son cümlelerini yazdığı bir kâğıdı okumaya başlamasıyla film biter.

Filmdeki bazı sahnelerde, Gilda’nın kendi hayatıyla neden bu denli ilgili olup başkalarını önemsemediğini anlamak zor değil. Anne, baba ve çocuk ilişkisinin sorunlu geliştiği bir ailede yetişmişliğin verdiği iç küskünlük onu dışarıya karşı kendinden başkasını düşünmeyen, erkeklerle vakit geçirip onların duygularını umursamayan bir kadına dönüştürmüştür. Belki de küçük bir kız çocuğuyken o falcı kadının daha filmin başında ona söylediği “otuz dört yaşını” gördüm cümlesi, bütün bunlarla birleşince Gilda’nın böyle bir karakter yaratmasındaki en büyük etkendir. Ama özellikle babasıyla yedikleri bir yemek sırasında: “ Bana bu kadar yüzeysel genler verdiğin için sana kırgınım baba” cümlesi aslında Gilda’nın kendi yaşadıklarını hiç sorgulamıyormuş gibi görünen davranışlarından biraz da olsa seyirciyi uzaklaştırmakta ve nedenlerinin ne olabileceğini düşünmeye sevketmektedir.

Filmi izlerken özellikle bazı sahnelerde, bir amaç uğruna yaşamanın ne kadar tutkulu bir şey olduğunu düşündüm. Bu belki bir ülke uğruna, bir sevgili ya da başka herhangi bir şey uğruna olabilir. Bir dönem yaşantımızda değer verdiğimiz fakat sonrasında beklenmedik bir anda/şekilde kaybettiğimiz şeylerin içimizde bıraktığı izler, hiç de öyle yadırganacak kadar önemsiz değil. Bazen inanç zafiyeti geçiriyoruz. Geçmişle gelen her şey tecrübe adını almayabiliyor. Çünkü bu da diğer birçok şey de olduğu gibi algı süzgecimizde nasıl yer aldığıyla doğru orantılı olarak, yaşantılarımızı etkiliyor. Birkaç kez kırılan güven, tutulmayan sözlerin fazlalılığı, söylenenler yalanların artık incitici boyuta taşınmış olması, zamanla eskiyecek biri haline dönüşebilme olasılığı gibi nedenlerden dolayı, bugünün tadı kaçmaya başlıyor. Böyle anlarda yaşantımızda her ne varsa, anlamsız bir soru yağmuruna tutuyor ve belki de hiç olmayan şeylerin kendimizce varlık kazandırılmasına neden oluyoruz.

Charlize Theron bu filmde bana göre gerçekten başarılı bir oyunculuk sergilemiş. Film iki saat sürüyor belki ama içinizde bıraktığı etkiyi, düşüncelerinizde açtığı parantezi, iki saatin sonrasında kapatamıyorsunuz. Belki de Gilda’nın o yemek sırasında babasına söylediği gibi: “Kader bazılarına kötü davranır, hepsi bu.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder