PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Anafor

Baharın kapısı açıktı. Büyük ve kendini belli eden birkaç anlamın dışında, neredeyse sessiz ve kendi kabuğundaydı. Ertelenmiş mektupların, unutulmuş hatırı sayılır görüşmelerin ve tüm bunların farkında olan bilincin kırılmasıyla başladı her şey. Otobüs durağından eve dönüş yoluna girilen hızın birdenbire ivme kaybetmesi, belirli zaman aralıklarında heyecanla beklenilen ekim bozması başkaldırışın sessizliğe gömülmesi ve gün torbasının içinden, yalnızca birinin bellekten silinmesiyle de son buldu.
Kayıp defterler tarandı. Siyah uçlu kalemin alın teriyle bıraktığı izler silindi. Eşikte kalan son ayak izlerinin yerine, nemli bir ıslaklık peydah oldu.

Hafızamı zorluyorum. Rüyaların dilinde çözümlenmeye bırakılmış başlıkları yeniden gözden geçiriyorum. Bir yerde eksik kalan başlığın, belki de son bir kelimenin, atardamarlarımda yüksek çözünürlükte bir etki yaratmasını bekliyorum. Elektronik cihazların aldatıcı yakınlığından sıyrılıp kendi engellerimi kendim yaratıyorum.

Yazları bu bahçede açan çiçeklerin sayısı her zaman bellidir. Belki beş belki altı. İçlerinden birisi hepsine meydan okuyacak kadar asi ve cesaretlidir. Onun adını ben koydum. Hiçbir zaman ona verilmiş adın, ona ait olduğunu kabullenemedim. Tekti. Eşi benzeri yoktu. Yine de diğer çiçekler gibi vakti geldiğinde o da doğduğu yerde ölecekti. Baharın kapısı açıktı ve kendini saklamayan bir rüzgâr, o kapıdan hissettirmeden giriyordu. Önceleri mevsime tanık birkaç kişinin yüzünden anladım. İştahlı gözlerle kulak kabartılmış ayrıntıları dinliyorlardı. Sevecen ve arkadaş yanlısı tavırlarının ardında sakladıklarını görmezden geldim. Öyle bilmeliydiler. Hikâyemi ne denli özgürce anlatırsam o kadar yavan kalacaklardı. Onlar da tıpkı o rüzgâr gibi hissettirmeden hayatıma gireceklerdi. Oysa her şeyin farkındaydım. Çünkü o çiçeğin ve bu bahçenin adını ben koymuştum.

Kalabalıktılar. Ellerinde masalar ve sandalyelerle gelip kurulmuşlardı tam karşıma. Şehir hayatının o en güzel makyajını yapmışlardı yüzlerine. Sudan korkuyorlardı. Ben de suyu hiç eksik etmedim masada. Koca bir sürahi ve bardak aylarca o masalarda sessizce bekledi. Soru sorma zamanı değildi. Bütün soruları çantamda taşıdığım ufak bir deftere not alıyordum. Yüzlerindeki inandırıcılığın asılı kalması ve benim de biraz daha olan bitenden habersizmişim gibi onlarla birlikte oturmam gerekiyordu. Baharın kapısı hep açıktı. Belki de sırf bu yüzden konuşmamalıydım.

Birkaç ekstre, yarım bırakılmış kahve bardağı, sahnede kalp krizi geçiren solistin gece bültenlerine düşen haberi ve duş sonrası etrafa saçılmış havluların kendini kaybeden görüntüsü, gerçek hayatın hali hazırdaki izleriydi. Soluk almak için uyumuyorum. Biliyorum ki uykunun asli dilinde gözle görülür bir bozulma var.

İzin almadan dışarı çıkıyorum. Hiç kimsenin hayatına dair herhangi bir iz bulmak istemiyorum. Herkesin bahçesi kendine... Bahsedilen ormanı hiç tanımadım. Görmedim. Sevişmedim. Tanıklığım yok. Giydiğim bütün elbiseleri çıkardım. Gül kurusu, mavi, siyah, mor... Renklere dair bir hafızam kalmayana dek teker teker yok ettim.

Baharın kapısıysa hâlâ açık. Bir tek onun ruhunu silemiyorum. Bedenimde bir büyük debelenme, yerimde duramıyorum.

1 yorum:

  1. soyutlar en çok bizi zorlayanlar. ne elle tutabiliyoruz, ne dille anlatabiliyoruz kimi zaman. sadece sıkıntı, korku, acı en gerçek izleri ne yapsakta silemiyoruz.

    YanıtlaSil