PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

27 Mayıs 2010 Perşembe

Asansör

Köhne ve duvarları neredeyse çatlamaya yüz tutmuş otel odasının bir köşesinde dizlerini karnına çekmiş, öylece yerde oturuyordu. Işıkları yaktım. Odanın penceresi yoktu. Sadece ufacık, havalandırma için yapılmış o da muhtemelen ara boşluğa bakan bir pencere vardı. Zifiri karanlıkta neredeyse hiçbir şey gözükmüyordu. Parçalanmış tahta sandalyelere basmamak için güçlükle ilerledim. Yüzü, bütün o bildiğim yüzlerden biraz daha solgun, terli ve ürkekti. Korkunun izleri bakışlarına yansımıştı. Elimi uzattım. Tutmak isteyeceğinden emin değildim. Ne de olsa birbirini ilk defa gören iki insanın yabancılığını her ikimiz de taşıyorduk. Birkaç defa apartman girişinden asansöre doğru yürürken karşılaşsak da nedense o hep beni görünce merdivenlerden çıkmayı tercih etmişti. Asansöre iki kişi binememe fobisi vardı belki de.
Böylesine bir yalnızlık içinde nasıl yaşadığını düşündüm hep. Kendi kabuğuna çekilmiş bir salyangoz gibiydi. Tesadüfen, pencereden sokağı izlediğimde birkaç defa daha onu gördüm. Fazla değil en fazla iki saatliğine bir yere gidiyor ve geri dönüyordu. Sonraki zamanlarda ise hiç görmedim.  Zaten onu bu otel odasına kadar gecenin bir yarısında takip etmemin nedeni de aylardan sonra ilk defa açılan kapı sesini duyup neredeyse hiç dışarı çıkmadığını düşündüğüm bu tuhaf kadının, ne yaptığını merak ediyor olmamdı.

Bir süre ne yapacağını bilmez bir halde sokak sokak yürüdü. Saate hiç bakmamıştım ama uzunca bir zaman peşinden gittim. Hatta vazgeçmeyi bile düşündüm. Öyle ya ne işim vardı. Kimdi, ne yapardı, adı neydi hakkında hiçbir şey bilmediğim bir kadının arkasından apar topar kendimi sokaklara vurmuştum.

Apartman sakinlerinin birçoğu, yıllardır orada oturan insanlardan oluşuyordu. Tam bir aile apartmanı desem yeridir. Ben taşınalı yaklaşık altı yıl geçmişti. Annem, babam öldükten sonra Fransa'ya kız kardeşimin yanına gitmiş, babadan miras bu eve de ben yerleşmiştim. Eşyaların çoğunu değiştirmek zorunda kalmıştım. Çocukluğumu hatırlamak istemiyordum. Bir dönem, babamın o eşyaların arasından gelen sesini duymak bana ağır gelmişti.Sanki her zamanki davudi sesiyle: " Fikret, oğlum, babanın yanında düzgün otur. Bacaklarını topla eşek herif! Sana şunu bir türlü öğretemedim gitti." diye söyleniyordu. Yalnız bu olsa, neredeyse bütün kavgalarımıza neden olan küfürleri de sektirmeden sıralıyordu. Ben de daha fazla dayanamadım. Ondan kalan ne var ne yoksa her şeyi sokaktan geçen hurdacıyı çevirip ona verdim. Adamcağızın mutluluğuna diyecek yoktu. Onu da iyice tembihledim. " Bir daha asla bu mahalleden, bu sokaktan geçmeyeceksin. " " Emrin olur geçmem abicim" diye yaya yaya tekrarladı.

Üç dört ay halının üzerinde oturdum. Hemen bir şey almadım. Evin ve gönderdiğim geçmişin boş sesini dinledim. İnsan hayatından bir şeyleri çıkardığında söylenildiği gibi anlamsız değil; anlamlı bir boşluğa düşüyordu. O boşlukta yaşadım. Sonra yavaş yavaş her şeyi tamamladım.

Yine birgün, oturma odasına koltuk almaya gittiğimin dönüşünde, kamyonetin arkasında durmuş hamalları takip ediyordum.
" Dikkatli olun. Kardeşim biraz yavaş taşısana, çizeceksin."
Bıraksanız paldır küldür taşırlar. Eşyalar yeniymiş, başlarına bir şey gelirmiş hiç umurlarında olmazdı. Söylene söylene kamyonetten takımları indirmişlerdi. Önlerine geçtim. Apartmanın giriş kapısını açmak için  merdivenleri iniyordum ki bu kadınla karşılaştım. Yol verdim. Teşekkür bile etmedi. Simsiyah saçları vardı. Gözlerine baktım, sanki bakıyordu ama burada değildi. Asansöre doğru yürüdü. Ben de arkasından koşup kapıyı kapatmasını engellemek için kapıyı tuttum. Birdenbire kolumu itip kendini dışarı attı ve merdivenleri hızlı hızlı çıkmaya başladı.
" Deli mi ne. Sanki sana bir şey yapacağız. Manyak."
Arkasından söylendim. Duyup duymadığını bile bilmiyorum. Zaten böyle zamanlarda sesim çıkmaz benim. Ha kendime söylemişim ha havaya.

Zor bela bütün eşyaları taşımıştık. Evin kapısını kapatıp kendimi yeni yatağıma ve yeni yaşamıma attım. İşe de gitmeyecektim. Rahatça dinlenebilirdim. Pink Floyd'un en sevdiğim albümü Division Bell'i koyup gözlerimi kapadım. O garip kadının bir hışımla kolumu itip asansörden merdivenlere gidişi, uzunca bir zaman aklımdan çıkmadı. Kalkıp kahve yaptım. Odalar arasında gidip geldim. Dışarıda birbirine karışan insanların yalnızca gürültüden ibaret seslerini dinledim. Oturdum. Uzandım. Televizyon izledim. Nafile. Kadın sinirlerimi fena halde bozmuştu. Hatta bir ara gidip yaptığı terbiyesizliği ona ödetmek bile istedim. Ne diyecektim ki? " Ben karşı komşunuzum." "Hayır, ben sizin bugün asansöre bindiğinizde, kabaca kolunu ittirip apar topar kendinizi dışarı atmanıza neden olan adamım. İnsan biraz kibar olur " mu diyeceğim. Hiçbir şey yapamadım. Sinirimle evin içinde dolanıp durdum.

Ertesi gün uyandığımda geceleyin beni rahatsız eden bütün duygular yerini sakinliğe ve derin bir sessizliğe bırakmıştı. O kadını bir dahaki karşılaşmamıza kadar ne gördüm ne de düşündüm.

Biraz daha yürüdükten sonra köşe başındaki büfelerden birine girip tost aldı. Kaldırımın köşesine oturup etrafını şöyle bir kolaçan etti. Sanki günlerden beri hiç bir şey yememiş birinin iştahıyla üç dört ısırıkla, koca tostu yutuverdi. Telefonunu çıkardı ve tatsız birkaç konuşma yaptı. En sonuncusunda karşındaki her kimse küfürlerden epey bir nasibini aldı. Sonra da onu bulduğum bu otele girdi. Bir süre dışarıda bekledim. Belki de iki üç saat. Beklerken, otele birkaç yabancı hayat kadınıyla, zengin oldukları her hallerinden belli adamlar girdi. Arada, tıpkı onun gibi tek başına girenler de oldu. Karşı komşum bir fahişe olabilir miydi? Öyle olsaydı eve her gece birini alması muhtemeldi. Ya da bir şekilde dışarı çıkması. Ama ne gelen vardı ne de o, bir yere gidiyordu. En azından ben görmemiştim. Kıyafetlerinden, yürüyüşünden, makyajından da bir şey anlaşılmıyordu.

Biraz daha beklemeye karar verdim. Otelin hemen karşısındaki küçük çay evine oturdum. Saat neredeyse sabahın altısı olmuştu. Gün ağarmaya, benim de gözlerim iyiden iyiye kapanmaya başlamıştı ki otelin kapısından, gömleğinin düğmelerini elleri titreyerek iliklemeye çalışan bir adam çıktı. Yukarıdaki pencerelerden birinden: "Allah belanı versin hayvan, yine aynı şeyi yaptın! Bütün derdin sadece beni becermek ve sonra defolup gitmek! Puşt!" diye avaz avaz bağıran bir kadın sesi geliyordu. Ses sanki önce bir boşluğa düşüyor, sonra yükselerek oturduğumuz caddeye yayılıyordu. Tam olarak nereden geldiğini anlayabilmek için ön tarafa bakan pencerelere baksam da hiçbir şey göremedim. Otelden çıkan adam, hemen yanı başımda park ettiği arabasının önüne gelip üstünü başını düzeltti. Bir süre anahtarlarını hangi cebine koyduğunu bulamadı. Söylenmeye başladı: " Orospu bir de bana söyleniyor. Asansör de asansör. Bu kaçıncı beni rezil edişi elaleme. Sanki başka yer kalmadı. Asıl senin Allah belanı versin. Hay aksi anahtarlar da yok. Kim bilir nerede düşürdüm." Ceketini çıkardı. İç ceplerini iyice bir aradıktan sonra buldu. Arabasına binip gitti.

Karşı komşum halâ ortalarda yoktu. Adamın söyledikleri aklıma takılmıştı. Özellikle de asansörle ilgili olan cümlesi bir şekilde olanların, buraya kadar gelmeme sebep olan kadınla bir ilgisi olabileceğini düşünmeme neden olmuştu. Hızla otele girdim ve saatler önce buraya gelen kadının hangi odada kaldığını resepsiyon görevlisine biraz para vererek öğrendim. Asansörle yukarı çıkacaktım ki resepsiyondaki adam: " Abi gözünü seveyim merdivenlerden çık, bi arıza çıkmasın sabah sabah," dedi. Anlamadım. Bir asansördür gidiyordu. Zaten ben de o kadınla ilk karşılaşma anımızdan bugüne ne zaman asansöre binsem, keyifsiz bir haldeydim. Kadının tavrından mı, ne yapmaya çalıştığını anlamayışımdan mı bilmiyorum ama benden önce biri asansöre yönelmişse o gün bugündür ya adımlarımı yavaşlatırım ya da yetişmeye çalışmaksızın binerim.

Altıncı katta on sekiz numaralı odaya geldiğimde odanın kapısı ardına kadar açıktı. Asansör de altıncı kattaydı. Kapıyı sessizce ittim. Perdeler siyahtı. Odada hiç pencere yoktu. Ter ve parfüm kokuları birbirine karışmıştı. Adım atacak oldum, ayağıma bir şey takıldı. karanlıktan neredeyse hiçbir şey görünmüyordu. Eğilip el yordamıyla ne olduğuna baktım. Sandalyenin kırık bacağıymış. Bir adım daha attım. Her yerde bir şey vardı. Oda savaş alanına dönmüştü. Banyo kapısının hemen köşesinde, yerde, onu gördüm. Ağlamaktan makyajı akmış, gözlerinin etrafı simsiyah olmuştu. Beni görünce iyice kendine kapandı ve dizlerini karnına yaslayıp başını o aralığa gömdü. Elimi uzattım. Gelmesini istedim. Ses vermedi. Çok korkmuştu. Her halinden belliydi. Ama neden ve niye korktuğunu anlayamıyordum. O adamla muhtemelen ilk defa görüşmemişlerdi. Daha önce de buraya geldikleri ve birkaç defa beraber oldukları belliydi ya da daha fazla. Adam apar topar otelden çıkmış o ise burada, üzerinde sütyeni ve altındaki şortuyla kalakalmıştı. Yüzünde veya bedeninde herhangi bir şiddete maruz kaldığını gösteren bir yara, iz yoktu.

Güçlükle de olsa kaldırdım. Eve götürmek için odadan dışarı çıkardı. Bir ara "çantam", dedi. Girip o dağınıklıkta çantasını aradım, buldum. O halde merdivenlerden inecek gibi değildi. Asansör zaten altıncı kattaydı. Kapısını açmak için kapıya elimi uzatmıştım ki birdenbire kolumu tutup geri çekti. Sanki az önceki bitkin, yorgun, o kendinden geçmiş halinden eser yoktu. Bu defa geçen sefer ki gibi davranmasına izin vermedim. İki kolundan yakalayıp asansöre bindirmek için kapıyı açtım.
Asansörün içinde on sekiz on dokuz yaşlarında  genç bir kız, boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Bir ona bir de yanımdaki kadına baktım. Ne yapacağımı bilemedim. Gördüğüm manzara, o çıplaklık, yüzündeki makyaj, ten rengi her şey aynıydı. Yüzleri bile!

Merdivenleri hızla inip otelden kaçarcasına çıktığımı hatırlıyorum. Hiç durmadan eve kadar koştum. Apartman kapısının önüne geldiğimde titreyen ellerimle anahtarımı çıkarıp deliğe sokmakta zorlandım. Anahtarlar yere düştü. Eğildim. Başımın arkasında büyük bir ağrıyla kalktığımda altıncı katta, on sekiz numaralı odadaydım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder