PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

16 Mayıs 2010 Pazar

Günler ve Rüya Ekseninde Bir "Kıyı"

Kıyasıya bir yarışın daha sonunu göremeden başlayan bu ani başkaldırışın nedenini çözemiyorum. Hırpalanmış yaşamlarımızın en özgür bildirisi değil midir tanıdık olmayan bir yakınlığın, kimi zaman kendinize bile anlatamadığınız çekiciliği? Bir yerde yüksek seste dinlenilen müziğin, olası bir kaybedişe eşitlenmesi ne ile açıklanabilir? Ya da hiç bitmeyecek sandığınız bir cumartesi gecesinin, bilinmezden gelen öyküsüyle bir adamı, size, tanıdık kıyılardan getireceğini nereden bilebilirsiniz?

Pazar, her zamanki tanıdık telaşından biraz uzakta, can sıkıntısının fazlasıyla bedeni ve ruhu işgâl ettiği bir zaman diliminde geçip gitti. Filmler, okunan kitapların seyrinde alışık olmadık bir dürtünün aklı zorlayan davetkâr cümleleriyle izlendi. Arada bir farkına varılan geçmiş, çokça geride bırakılmış bekleyiş ve belki biraz da sitemli kayıtların duyguları linç eden okunurluğunda eksildi gün. Kıyasıya bir uyku bu. Yıllardır bir türlü rüya eksenine girememiş, bilinçaltının kulvarlarında zig zaglar çizerek yuvarlanan ruhun aldırmayışı...

Geldi. Bekledim. Gitti. Bekledim. Gelmedi. Bekledim. Gelmeyecek. Bekledim. Sustu. Beklemedim. Ruh aldırmadığından ötürü rüyalar sıra sıra her güne diziliyor.

Önce ahşap bir odada o iki adamı görüyorum. İkisi de yazar. İkisi de farklı egoların baş kahramanı. Birinin sırtı dönük. Belli ki aralarında hararetli bir tartışma var. Kavga ediyor gibi görünmüyorlar. Ancak tam karşımdaki adam, ellerini ve kollarını öyle çok kullanıyor ki bir şeylerin yolunda gitmediğini ya da karşısındakine olan neyse, kabul ettirmeye çalıştığını anlayabiliyorum.

Çok susadım. Kalkıp bir bardak su içemeyecek kadar yorgunum. Birisi de yok. Kimse yok. Kapkaranlık bu odada susuzluktan öleceğim. Kapı çalıyor. Kapının çalması normal mi? Ya yine onlar geldiyse beni almaya? Nasıl çıkacağım bu boşluktan? İçerideler, duyuyorum aklımı çalan sözleriyle. Kaçmak istiyorum. Yataktan dışarı fırlamak ve bütün o sözleri yırtıp atmak istiyorum. Yapamıyorum, olmuyor. Belki birilerine sesimi duyurabilirsem uyanabilirim.Bağıramıyorum. Sesim yok. Sesim de gitti. Rüyaları beklerken sesim de gitti. Geldi. Bekledim. Gitti. Bekledim.Gelmedi. Bekledim.Gelmeyecek. Bekledim.

Sırtı dönük olan adam ayağa kalkıyor. Eline aldığı not defterini yırtarak parçalara ayırıyor. Beni görmüyorlar. Kimse beni görmüyor. Oysa orada, tam arkalarındayım. Önümde duran ahşap sütunu yıkmak istiyorum. Sesleniyorum. Yapma, ne olur onu yırtma diye neredeyse çığlık atıyorum. Ama o hiç bir şeyden habersiz sayfaları birbirinden ayırmaya, yazılanları okunmayacak hale gelene kadar yırtmaya devam ediyor. Diğer adam, yazar, her neyse oracıkta hiçbir şey yapmadan öylece oturuyor. Az önceki halinden eser yok. Sanki içten içe kabullenmiş olanları. Yazılanlar umurunda değil. Aslında yazdıkları. Hepsi koca bir çöp yığınına dönüşene kadar izliyor. Daha fazla dayanamıyorum. Çıkıp odayı terk ediyorum.

Kapanış anonsunu duyamadan biten yayının ne zaman başladığını hatırlayamıyorum. Yok oluş sürecinin en acılı sözlerini duymak kadar itici değil midir farkına varmadan kaçırdıklarımız? Bir yerde kitap cümlelerindeki yaşamların, aslında olası bir tanıklığa meydan okuduğu ne ile özetlenebilir? Ya da hiç bitmeyecek sandığınız bir pazar gecesinin, artık tanıdık gelen öyküsüyle bir kadını, o'na, hem de İstanbul'un lacivert renkli gecesini izlediği herhangi bir köşesinden, bahsedilen tanıdık kıyıya götürmeyeceğini nereden bilebilirsiniz?



" Bugün rüyamda sizi gördüm. Ahşap bir çalışma odasında, sırtınız dönük oturuyordunuz. Beni görmediniz oysa tam arkanızdaydım."

1 yorum:

  1. Uyku ve ruhun bedenden ayrılışı, bilinç altın da bir gezi ve geri dönüş.Oh ne güzel bedava gezi.:)

    YanıtlaSil