PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

4 Mart 2010 Perşembe

Lodos ve "O Kadın"

“İsyanına tebessüm,
Sevdasına su katılmış kadınlar
Lodosta dağılmıyor onların saçları.”
Gökçehan Daçe

Bir kadının ruhuna lodos çarparsa ne olur hiç düşündünüz mü? Size soruyorum ama ben henüz düşünmedim. Aklıma sıralanmış cümleler arasından birdenbire kendini orta yere atmayı başarıp sıyrıldı bu soru. Demek ki içimde bugün lodos var. Zapt edemiyorum geceyi. Evin içindeki kuvvetli dalgaların sanki oyun oynarmışçasına beni kendine azar azar çektiğini hissediyorum. Dalgakıranlarım yerle bir olmuş, sular yüzüme yüzüme çarpıyor. Bir adam var. Resmin neresinde durduğunu hepiniz benden daha iyi biliyorsunuz. En azından tahminleriniz bir kişinin tahmininden daha fazla. Siz çoksunuz oysa bu gece ben, yalnızım.

Lodosta kadının saçlarının dağıldığını ve bu dağınıklıktan, bütün bir toparlanma hikâyesi yazdığını varsayalım. Hikâyenin içinde o adamdan başka kimlerin olduğunun ne ben ne de siz farkındasınız. Yalnızca bunun, dağılan birkaç şeyi toparlamaya çalışan bir kadının hikâyesi olacağı konusunda hem fikiriz. Kadın kim? Lodos ne kadar sürecek? Bu toparlanmanın başkahramanı adam, her şey olup bittiğinde ne yapacak? Kadın gerçekten var mı?

İşin kolayına kaçtığımın ve kendimi bir şekilde bu örgüden soyutladığımın farkındayım. Çekip gitmeden önce size ufak ipuçları bırakıyorum. Ben o kadın olamam. Kadının sesiyle ve ona ait bir bedenle, dalgakıranlara karşı duramam. Ama eğer kadın bensem, o kadından yola çıkarak sizin kadınlarınızı vakit kaybetmeden size anlatabilirim.

Sizin hiç lodosta saçları dağılan bir sevgiliniz oldu mu? 
Cevapları hemen almayacağım. Biraz beklemeli. Bazı şeyler dinlendiğinde daha güçlü iz bırakır. Beş çayının zevki, kahvenin suya katılma miktarının önemi yahut ön sevişme sonrası başlayan ve tıpkı müzikte kreşendonun yaklaştığı anda iki bedenin gittikçe artan hızda birbirine bir şeyler söylemesi gibi... Herkesin biraz da olsa zamanı vardır değil mi? Sakın ola ertelemeyin kendinizi, olabildiğince dozunda bırakmalısınız dinlenmeyi. Ne de olsa 'hissetmek' kadar coşkulu, 'acı' gibi kuvvetli, 'tam olarak nerede' durduğunuzu anlatan bir cevap vereceksiniz eninde sonunda. Siz bile şaşıracaksınız demeyeceğim ama cevaplar biraz beklemeli.



Bir kadının ruhuna lodos çarparsa:


Tek tek aklımdan geçen kelimeleri burada sıralamakta zorlanacağımı biliyorum. Hangisini alıp nasıl bir gövde kuracağımı ve o gövdenin uzuvlarından ortaya ne çıkaracağımı düşünemeyecek kadar dağınığım. Ruhumun ayak izi diye bir şey varsa eğer -ki var- kendimden çıkıp o ayak izlerini takip ediyorum. Gece yarısını biraz geçmiş olması önemli değil. Dışarı çıkıyorum. Bedenimin iki ayrı mekânda konaklamasından güç alarak ve bir benliği diğeriyle yer değiştirerek, sokak taşlarını eze eze yürüyorum. Ses yok! Belki karşı kaldırımda soğuktan titreyen kedinin iç mırıltılarını saymazsak, neredeyse bu hikâyenin sessiz bütünlüğünü bozan hiçbir şey yok.

Hızlı hızlı eve gelmiş, üzerimde işi anımsatan ne varsa çıkarıp atmıştım. Her zaman böyle olmazdı. Genellikle bir giydiğimi bir daha giymeyeceğim için o günün kıyafetlerinin yeri hep kirli sepeti olurdu. Eğer ki üzerinde kokumun kaldığı ve onu çıkarırken başımı döndürecek kadar içine benden bir şeyler saklamış bir kıyafetim olursa, onun yeri de "kıyılamayanlar" gardrobu olurdu. İnsan bazen böyle tuhaf bağlar kurabiliyor eşyalarıyla. Kıyılamayanlar gardrobu, vazgeçilemeyen takılar sepeti, olmazsa olmaz fincanlar, alınan ama bir türlü kullanılmayan kalemler, küçük defterler… Bunların hepsi sadece varlıklarıyla bile olsa, içimizi ısıtan, kendi küçük yuvamızda bizi mutlu eden şeyler.

Üzerimdeki kıyafetlerden kurtulur kurtulmaz kanepenin en görkemli yerine kurulmuş, son günlerde okumaktan büyük keyif aldığım kitabı alıp okumaya koyulmuştum. Kitabın yazarıyla aramda kurduğum o büyük aşk, yazdığı her cümleyi benimmiş gibi sahiplenmem ve sonrasındaysa içinde onun da olduğu rüyalar âleminin kapısında konaklayan tam iki saat geçirmiştim. İşte her ne olduysa uyandıktan ve kendime geldikten sonra oldu. Sanki biri odaya girip müziğin sesini açmış, bütün odayı birbirine katmış gibi bir duyguyla kalktım kanepeden. Odanın ruhu içime girmişti. Yorgunluğun izleri bedenimden silinmişti. Saatlerce dinlemişçesine kendime gelmiştim. İçimde tarifsiz bir heyecanın durdurulamayan bağırtısı duyuluyordu. Şuursuzca bir odadan diğerine gidip geldim. Elime aldığım, dinlediğim, içtiğim, baktığım her şey yarım kalıyordu. Şıpsevdi bir rüzgâr gelip bana dair ne varsa ele geçirmişti. Biraz kendimle uğraşırsam bu duygudan kurtulurum diye düşündüm. Kırmızı rujumu alıp bir iki kat sürdüm. Serçe parmağımla taşan yerlerini düzelttim. Çantamda taşıdığım yuvarlak pembe aynamı alıp nasıl durduğuna baktım. Her şey yerli yerindeydi. Ben hariç.

Saçlarımı göremiyordum. Banyoya gidip büyük aynaya bakarak onlarla uğraştım biraz. Ne yapsam bir türlü düzen tutmayan işler gibi yoluna girmiyordu saçlarım. Ruhumdan yayılan rüzgâr sanki gerçek olmuş ve evin içinde esmiş gibi onlar da darmadağınıktılar. Güldüm geçtim. İçeri gidip uykuya dalmadan önce okuduğum kitaba kaldığım yerden devam ettim. Bir türlü bitiremediğim ve bir sonrakine geçemediğim cümleye baktım.  Cümlenin içinde kendime bir yer buldum. Oturup karşısına konuşmaya başladım:

Sözcüklerden kocaman cümleler kuran kadınların vardı senin. Teninin kokusunu kalemlerine hapsettiğin kadınlar… Üzüm buğusu gözlerinden (ç)alıyorlardı tutkuyu ve belki sesinde çalkalanan, yalnız bir adamın hüzünlü alevinden. Bilmem hatırlıyor muydun kim olduklarını? Kim bilir sana ait olan hangi sen’i vermiştin onlara. Hangi zehirli yarandan sağaltıp aşk diye, metrelerce dibe vurmuştun gözyaşlarını. Oysa bir tek sen biliyordun karanlık mavi sularda tıpkı bir ölü gibi nefessiz ve hareketsiz kalmayı. Bense yalnızca sana gelirken geri geri giden adımlarımın farkındaydım adresi olmayan sokaklarda. Uzaklaştıkça değişen rengiydin denizin yüzmekten korktuğum. Şimdi, hiçbir karşılık vermeden ve bu havasızlık beni öldürmeden, çekip gidiyorum kalbini (s)attığın satırlardan. Anladım ki; okyanusların kalbi olmazmış!

Yazar sanki beklenmedik bir hamleyle karşılaşmış gibi irkilmişti söylediklerim karşısında. Günlerdir dilimi bağlayan cümlelerinin karşısına dikilip  ‘al işte, bunlar da bana ait söz dizimleri’ demiştim. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez tavırlarını büyük bir keyifle izledim. Birkaç gündür bana yaptıklarının bedelini ödetmek istercesine başlattığım karşı koyma savaşı, başarıyla sonuçlanmıştı. Daha önce de üzerinde düşündüğüm çok cümle olmuştu. Ama yazar, o cümlenin içine kendinden her ne kattıysa sanki beni de oraya çekmek istermiş gibi bu kitabı, İstiklâl Caddesi’ndeki sokak arası kahvecinin orada otururken durup dururken yerimden kalkmış ve en yakın kitapçıya girip almıştım. Gerçekliğe şu kadarcık inanmasam diyeceğim ki bunun adı kader ve yazar bu kaderi, bütün bunları bilerek hazırladı. Ama işte inandıklarımızla inanmak istediklerimiz her zaman aynı olmayabiliyordu. Nasılsa ben de bu hikâyede basit bir anlatıcıdan ibaret değil miyim? Ya da ‘o kadının’ yerine geçen herhangi bir kadın. O halde şimdilik kader demekte herhangi bir sakınca yok.

Bir süre yazar, kitap ve benim cümlelerimle baş başa oturduk. Sanki herkes göz ucuyla bir diğerine bakıyordu. İçimizden biri hareket edecek olursa diğeri, onu susturacakmış gibi tetikte bekliyordu. Ani çıkışım, yazarın belleğindeki birçok şeyi alt üst etmişti. Planları arasında olmayan hayali bir gerçeklikle karşısına dikilip ona kendinden bahsetmiş olmamı belli ki kendine yedirememişti. Sessizliğe ve olanların kontrolünden daha fazla çıkmasına izin vermemek adına ayağa kalkıp : “Ne kadar ömrüm kaldı bilmiyorum. İki kere kapını çalmıştım. Açmadın. Benimle bir daha konuşamayacak olduğunu düşünmüş, geldiğim yolu aklımda ‘kendimi bu yokluğa nasıl alıştıracağım’ sorusuyla geri yürümüştüm” dedi. Sonra yeniden kanepede, bacaklarımın hemen önünde, kaldığı yerden bana bakmaya devam etti.

Hiçbir şey anlamamıştım dediklerinden. Hızla kitabın kaldığım sayfasını açtım. Okuduğum ve bir türlü okuyamadığım bütün cümleleri gözden geçirdim. Oysa burada, bu sayfada olmalılardı. Ne de olsa yazar konuşuyordu. Kafam karışmış, hikâye baştan aşağı yerle bir olmuştu. Kendimden emin olmasam ‘ben de kimim?’ diye sorardım. O kadın, anlatıcı, hikâyenin gerçek sahibi ve belki de yazarı, kimdim?

Evden bir türlü dışarıya çıkamadığımı fark ettim.  Oysa şimdiye kadar çoktan çıkmış olmalıydım. İşten dönmüş, elbiselerimi çıkarmış, biraz kitap okumuş ve uyumuştum. Sonra aniden, kitabın bir sayfasında bir türlü geçemediğim o cümle sonrasında kendimi burada bulmuştum. Okuyucuyu bilgilendirmek amacıyla yaptığım ara anlatım, bitmek bilmiyordu. Bu kadar ayrıntı kimin işine yarayacaktı ki? Hem bir kadının ruhuna lodos çarpmasıyla tüm bu gereksizliğin ne ilgisi vardı? Madem bu bir toparlanma hikâyesiydi; o halde toparlamalıydım.

Kedinin mırıltılarını geride bırakıp yavaş yavaş ışıklarını söndüren caddeye çıktım. Her defasında elektrik idaresine veryansın ederdim sokak ışıklarını bu kadar kısık tuttukları için. Yine bilinen cümleler bir bir döküldü içimden. Yalnız bir kadının, tek başına yürüyemeyeceği kadar güvensiz bir ülkede ne işim vardı benim? Bacaklarımın yarısını bile kapatmayan şu mini eteğin görünmemesi için üzerime geçirdiğim uzun siyah hırkayı giymeyeceğim bir gün olacak mıydı? Böyle basit ve sıradan yaşamsal kaygılarım vardı. Babam olsaydı yanımda: ‘Biraz da toplumsal olaylara ilgi göster, etrafında neler oluyor dikkat kesil’ derdi kesin. Zaten en olmadık zamanlarda onun o bilgiç yüzü gelip dikiliyordu karşıma. Ve ben kim bilir daha kaç defa, ‘en olmadık’ zamanlarda babamı ve çıkmayan bir leke gibi üzerimde kalan sözlerini hatırlayacaktım.

Üzgünüm baba, senin kadar o hep bahsettiğin topluma bağlı olamadığım ve bir türlü seninle ortak bir siyasi kaderi paylaşamadığımız için gerçekten üzgünüm. Eteğimin boyu ve sokak lambalarının neredeyse gözle görülemeyecek kadar belli belirsiz etrafı aydınlatması, daha önemli benim için. Biliyorum, her koşulda senin için büyük bir sorunum. Bunu hiçbir zaman dile getirmesen de oturaklı sözlerinden bunu anlayabiliyorum. Ama işte bazen benim adımlarımla yürünen bu dünyanın hissettirdikleriyle, senin anlattıkların uyuşmuyor.

Aniden yola koyulmuştum. Nereye gideceğimi, kiminle buluşacağımı ve ne yapacağımı bilmiyordum. Can sıkıntısı bazen iyidir özellikle de alınması gereken bir kararın hemen öncesindeyse. Sıkıntı bir zaman sonra ilk başlardaki savsak düşüncelerden kendini sıyırmayı başarır. Yerini ya sonucuna katlatmakta zorlanacağın bir şeylere bırakır ya da bilinçli bir kabullenişe kaldığı yerden devam edilir. Dışarıda kış mevsimine göre oldukça iyi bir hava vardı. Sadece esen rüzgârın insanın içini üşüten sertliğini saymazsak. Akşamüstü haber bültenlerinin hava durumunda, lodosun ilerleyen saatlerde daha da etkili olacağı söylenmişti. Evin karmaşası içinde belli belirsiz de olsa bu cümleyi duyduğumu hatırlıyordum. Demek ki lodos, hem benim evimde hem de dışarıda bugün iş başındaydı. 
Saçlarım rüzgârın şiddetiyle yine darmadağın olmuştu. Elimle bir iki defa kontrol etmeye, düzeltmeye çalışsam da faydası olmamıştı. Öyle şiddetli esiyordu ki üzerimdeki her şey uçuşmaya başlamıştı. Çantamda her zaman bir saç tokası taşırdım. Hani bazen olur ya birdenbire bir sıkıntı gelir insanın içine. O anlarda üzerinizde ne fazlaysa, kendini oradan dışarı atmak için sizinle cebelleşir. Benim de saçlarım daima ilk önce ayaklanan olurdu. O yüzden mutlaka bir toka bulundururdum. Her zamanki gibi neredeyse gövdemden bile büyük çantanın içinde, aradığımı bulmak için bir o yana bir bu yana aranmaya başlamıştım. Ufak bir defter, birkaç parça banka dekontu, cüzdan, güneş gözlüğü, mp3 player, makyaj çantası, oynarım diye aldığım sayısal loto kuponu ve telefonlardan başka hiçbir şey yoktu. Bir de her zaman çantada bir şeyler ararken elime batan çengelli iğne. Böyle tedbirli olmayı bana annem öğretmişti. Olur olmaz yerlerde küçük bir çengelli iğne, insan hayatını kurtarabilecek kadar büyük bir öneme sahip olabilirdi. 
Üniversitede bir sabah sınava yetişmeye çalışırken, yeni aldığım ama üzerimde henüz denemediğim uzun ve derin yırtmaçlı eteğimi giymiştim. Alış veriş kültürüm hiç olmadı benim. Mağazaların kalabalık dokusu oldum olası beni ürkütmüştür. O yüzden gözüme kestirdiğimi alıp çıkmakla yetinmişimdir. Ne zaman kendime bir şeyler alacak olsam apar topar mağazaya girer, şöyle bir uzaktan bakar ve gözüme kestirdiğimi alıp çıkardım. Bu eteğin hikâyesi de böyleydi.

Sınav saatini kaçırmak üzere olduğumu fark edince, sandalyeye koyduğum eteği giyip üç dört parça kitapla birlikte koşarak otobüs durağına gitmiştim. Sınav zamanları otobüs her zamankinden daha fazla kalabalık olurdu. Herkesin elinde notlar, kimisi yüksek sesle çalışır kimisi de yanındaki arkadaşına çalıştıklarını anlatıp sınava hazırlanırdı. Kitapları sırt çantama koymayı aceleden unuttuğum için elimdeki kitaplarla ayakta gitmekte zorlanıyordum. Aynı bölümden bir çocuk, halime acımış olacak ki yerini bana verdi. Ama ne olduysa işte tam da o anda oldu. Otobüsün sağa sola yaptığı manevralarla düşmemeye ve elimdeki kitapları tutmaya çalışırken, kendimi sert bir şekilde koltuğa oturmuş buldum. Eteğin derin yırtmacı neredeyse iç çamaşırımı gösterecek kadar açılmıştı. Elimle bir yandan yırtmacı kapatacağım diye çabalarken diğer yandan kitaplar, otobüsün koridoruna saçılıverdi. Eğilip almaya çalıştıkça yırtmaç ve çıplak bacağım arasındaki mesafe daha da açılmaya başladı. Çok utanmıştım. Ne yırtmacı kapatabiliyordum ne de kitapları alabiliyordum. Kitapları koridorda bırakmaya karar verdim ve hemen sırt çantamı açıp ön gözüne iliştirdiğim çengelli iğnelerden birini alıp yırtmaca iğneledim. Kimsenin yüzüne bakamamış ve bir an önce o yolculuğun bitmesini istemiştim. Zaten bu kötü tecrübeden sonra da o eteği bir daha hiç giymedim. Oysa yırtmaç o kadar da derin gözükmemişti gözüme alırken.

İşte, bir çengelli iğne insan hayatını böyle kurtarabiliyordu. Genelde annemin sözünü dinlememekte ısrar etsem de bazı şeylerdeki haklılığı zamanla ortaya çıkıyordu. Böyle zamanlarda söylediklerini sessizce kabulleniyordum. Onun haberi olmuyordu. Bilmesini de hiçbir zaman istemedim zaten. Sonra o hep bilinen teraneleri dinlemek zorunda kalacaktım yoksa. ‘Ben sana dememiş miydim? Anne sözünü hiçe sayma kızım. Ah, bir de benim söylediklerimi yabana atmasan,’ gibi daha bir sürü şey. Fazladan cümle duymaya tahammülüm yoktu. Hayatımın hiçbir evresinde de olmayacak.

Tokayı bulamamıştım. Herhalde koyduğumu zannetmiştim. Çanta değişimi sırasında farkında olmadan çıkarmış olmalıydım.  Mecburen rüzgârın dediği olacaktı. Ben de zaten boşvermiştim. İnat edip toplamaya çalışmanın bir faydası yoktu.

Sahil kenarına gitmeye karar verdim. Oraya kadar yürüyemeyeceğim için yoldan geçen ilk taksiyi durdurup Yeşilköy’e doğru yola koyuldum. Gecenin bir yarısı şehrin içinden geçip giderken, evlerin yanan ışıkları bana hep manav tezgâhlarını anımsatırdı. Turuncu portakallar, kırmızı domatesler ve sarı elmaların yan yana olduğu kocaman bir manav. Tek çeşit bir ışık göremezdiniz evlerde. Tabii aralarında yanıp yanıp sönen ışıklar da yok değildi. Ama genelde bu üç renk şehre hâkim olurdu.

Yol boyunca bir sürü şey düşündüm. Ama en çok o cümleyi. Senin cümleni. Neden orada takılı kalmıştım. Hayatımdaki hangi benzerliğe denk düşmüştü de o cümle kendisinden kopmamam için bu kadar mücadele veriyordu bana karşı. Yoksa sen mi bana karşıydın ha adam? Ben bunu mu anlayamamıştım onca zamandan sonra. Sana âşık olduğum, yani o kitabı ilk defa elime alıp okumaya başlamamdan bugüne, arada kaçırdığım bir yer mi olmuştu. Hani okursun da okuduğundan bir şey anlamadan geçip gitmişsindir satırları. Öyle bir şey miydi?

Şimdi bu uzun gecede, seni unutturmak istercesine lodosun baskın çıktığı dakikalarda, bir kez daha karşıma dikilip benimle konuşur musun acaba? Bu defa kendi cümlelerin olsun ve bir anlamsızlık olmasın aramızda olur mu?

Sahile geldiğimde etrafta tek tük dolaşan insanlar, parkın hemen köşesinde duran bir kokoreççi, rüzgârdan bir balıkçı kayığının brandasının altına sığınmış birkaç köpek vardı. Deniz kendinde değildi. Demirlenmiş tekneler lodosun şiddetiyle adeta ürkütücü bir ölüm dansına eşlik ediyor gibiydi. İki elimle hırkamın yakasından tutup kollarımı göğsümde birleştirdim. Üşümüştüm. Saçlarımın dağılmasını artık iyiden iyiye umursamıyordum. Dalgakıranların oraya doğru yürüdüm. Düz bir kaya bulup oturdum. Deniz, siyahla lacivert arası bir renkteydi. Uzakta demir atmış gemilerin ışıkları belli belirsiz de olsa görülebiliyordu. 
Dalgaların sesini dinledikçe ve lodos onları gittikçe hiddetlendirdikçe ben, uysallaşıyordum. Çocukluğumdan beri yüksek sesli hiçbir şeye dayanamazdım. Ne zaman ortalık karışsa, biri diğerine bağırsa hep susardım. Aklıma salyangozu anımsatan o deniz kabuğu gelirdi. Böyle anlarda onun içine kıvrılıp uyumayı ve her şey bitene kadar da oradan çıkmamayı dilerdim. Şimdi kim bilir nerededir o deniz kabuğu. Ankara’dan ayrılırken yanıma almadığım için o kadar pişmanım ki! Neredeyse iki yıl oldu. Bir gün yeniden gidecek olursam, onu almadan dönmeyeceğim İstanbul’a.

Yazara söylediğim cümleleri hangi arada yazmış olabileceğimi düşündüm. Birdenbire vakitsizce gelen hesaplaşmanın içine öylece atıvermiştim kendimi. Oysa asla haberi olmayacaktı söylediklerimden. Ben de bahsi geçen ‘o kadın’ hiçbir zaman olamayacaktım. Ama yine de o cümlenin yazılış hikâyesini merak ediyordum. Belki de bu merak bütün hikâyeyi yerle bir etmeme, kendime o cümlelerin içinde bir yer edinmeme sebep olmuştu. O sırada daldığım rüyanın etkisiyle gerçeklik duygumu kaybetmiş olabilirdim. Kaybettim de. Yine de büyük bir ısrarla hikâyenin başkahramanı olmak için uğraşıyordum. Bir kadının yerine geçmek değil; ben, ‘o kadın’ olmak istiyordum.  Boşverin en başında dediklerimi. Ben o kadınım ve işte bal gibi de dalgakıranlara karşı durabiliyorum.

Kitabı yanıma almamıştım. Zaten bu karanlıkta ne onu okuyabilirdim ne de bu rüzgârla aynı anda baş edebilirdim. Sonra, okuduktan sonra kitabın diğer cümlesine bir türlü geçemediğim o iki kelimeden oluşan cümleyi düşündüm yeniden. Yazar ‘ben verdiğim sözleri mutlaka tutarım’ diyordu ama ben tutmayacağını bilerek direniyordum. Böyle apansız gitmemesi için O’na ve kendime rağmen direniyordum. Demiştim. Çabuk kanarım. Bu cümleyi belki de hiç söylememeliydim. 
Biliyordum, o kitabı okumaya başladığım ve o cümleye geldiğim günden beri beni dinliyordu. Dokunuyor ve sarı sayfalara düşmüş ‘onun’ kelimelerinin üzerinden parmaklarımla geçiyordum. Her şeyden haberi vardı. En güzeli böyleydi. Önce kendi hayatından derkenarları usulca paylaşacak, her gün kendini anımsatacak sonra bir zaman pişmanlık duyup beni terk edecekti. Yine de ufak da olsa bir parçasını bende bırakacaktı ki gerektiğinde onun sayesinde bana hâlâ bağlı olduğunu hissedebilecektim. Tabi ya, nasıl fark edemedim. Küçük, anlamı olmayan sevgi kırıntıları… Yoklamalar, varmış ve aslında hiç gitmemiş gibi yapmalar…

Dağınıklık bütünüyle her yanımı ele geçirmişti. Lodosta saçlarım ve ben karışıp gidiyorduk birbirimize. Hangimiz daha güçlüydük? Hangimizin tabiatına uygundu yaşadıkları?

Ağladım. Dalgakıranların üzerinde denize karşı saatlerce ağladım. Bir tek umursamazlığın gölgesinde yaşayan kadınların saçları dağılmıyordu lodosta ama ben tepeden tırnağa inanmıştım. Dağılmıştım. Çabucak kanmıştım. Yazar, bütün o kaleme aldığı öyküleriyle beni ele geçirmişti. Aşk böyle bir şey miydi adam, yazar, her neysen? Birkaç itinalı vuruştan sonra kaybolup yitmek miydi zamanın içinde? Bir metnin içine sıkıştırılmış kurmaca kahramanların sesi miydik aslında biz? Hani rüyaların ardına saklanan ve her şey olup bittikten sonra okuyucunun hep bir ağızdan “Aaa meğerse rüyaymış tüm anlattıkları”, dedikleri cinsten.

Öyleyse hiç zorlamayacağım daha fazla sizleri. Adam tüm bunlardan sonra bir daha hiç aramadı ‘o kadını’. Kadın, hikâyenin başındaki varlığından sıyrılıp daha önce böyle bir şey yaşamamış olmayı tercih etti ve hafızasının en kuytu yerlerinden bile adamı sildi.
Yazar, söyleyeceklerini çok önceden söylemiş ve kitabı bitiren son cümleyi düşmüştü. Kadın bir süre o cümleye bakmamakta diretse de bir gayret, peşini bırakmayan cümlenin olduğu sayfayı geçip son sayfayı açtı. Bir sonrakini çoktan unutmuştu bile. Arada kalan bölümleri okumak için artık hiç zamanı kalmamıştı. Daha fazla bekleyemezdi. Gitmeliydi. Kendi cümlesinin aynası olacak son cümleyi okuyup, o adama son defa kendi dilinde iyi uykular dileyip sayfayı kapattı.

Bense yani o kadının yerine geçerek sizin kadınlarınızı anlatan kadın, yazar, anlatıcı -ne derseniz deyin- olarak bile, tıpkı sizler gibi o kadının yerinde olmak istemezdim.

Sorunun cevabını şimdi alabilirim sizden!











2 yorum:

  1. Yazı dilin için şöyle demeliyim. Belki de şöyle demenin vakti geldi. Yazı dilin bir kemik gibi... Öyle genç, enerji dolu, kıvrak ve ustaca. Böyle bir kemik kırılsa dahi tüm bu sebeplerden dolayı çok çabuk kaynayacağı kesin...

    YanıtlaSil
  2. Çok etkilendim.Bir kadının ruhuna o şiddet te çarpacak bir lodos olmak.Öyle bir sevgilim olmuştur belki.Ama o mu benim lodosum benmi onun lodosu olmuşumdur...Ama "kıyılamayanlar" gardrobunda olmak isterdim..))) .Lodostan etkilenmeyecek en güvenilir yer olsa gerek..)))

    YanıtlaSil