Kim derdi ki o sokağı döner dönmez geçmişten bir elin beni kendine çekip:"Bak işte seni buldumm!" diyerek boynuma atlayacağını. Demezdi. Kimse böyle bir karşılaşmanın gerçekleşeceğini ben dahil düşünemezdi. Yıllar, yıllar önceydi.
Oysa üşüyordum. Alkollüydüm. Arnavut kaldırımlarını saymak gibi saçmasapan şeyler yapıyordum. Hatta bir ara sek sek bile oynamış olabilirim. Nasılsa anlatırlar kendime geldiğimde. Kendimde miyim peki şu anda? Değilim. Sağ işaret parmağımla, uyku ve ağrıyan başımla inatlaşarak yazmaya çalışıyorum. Yaşamla inatlaşmayı seviyorum. Gereksiz gerginliklerden, en olmadık yerlerde kasılmaktan -aslında zorunda bırakılmaktan- sıkıldım. Neyse ki bunaldığımda, evin kapısı çarpıp çıktığımda ardımda hesap vereceğim birisi yok. Hesap vermek fena halde can sıkıcı. Gittikçe çekilmez buluyorum bazı kavramları. Geleneksellik ve modernite arasında yalpalayan bir sürü insanın kurduğu muazzam(!) cümlelerin o ekşimsi hissiyatında kafamı nereye vuracağımı şaşırıyorum.
Ne oldu bulunca beni? Evet İstanbul'dayım. Gerçeklerimin arasında Ankara'yı solmuş takvim yapraklarının arasında bırakmayı başaran şehirdeyim. Değişen bir şey yok. Çok şey var. Meselâ, aklına gelmeyecek kurallarımı yıktım. Bilirsin, gidince bir dönem seninle birlikte gelen her şey zamanaşımına uğruyor. Unutmak değil kastettiğim. Şimdilerde birçok kişinin yeni yeni öğrenmeye başladığı bazı düşüncelerimi, sen herkesten iyi bilirsin. Pencere önünde sabahlayan sohbetlerimizde anlatmıştım. Bunun da bir önemi yok. Zaten artık pencere önünde de sadece çiçekler var. Saksıların içinde devekuşluğu yapan çiçekler. Duygularını umarsızca bedenlerinin içine gömen insanlar gibi.
Es kaza sokaktan geçerken birinin evine, penceresine bakacak olsan artık suçluymuşsun gibi bakıyor insanlar. Yirmili yaşların heyecanını Ankara'da, seninle karşılaşabilmek uğruna sokak aralarında dolaştığım o yıllarda bıraktım.
Zamanaşımına uğramayan, istesem de uğratamayacağım bazı şeyler var elbette. Hani o hep dediğin bir cümle vardı ya bana:
"Ne deli, ne güçlü bir kadın olacaksın sen ileride görebiliyor musun hiç aynaya baktığında kendini? Delilik ve kadınlık senin özünde var. Şimdi farkında olmadığın, duygusallığının yamalı bir kumaş gibi gösterdiği her bir özelliğini, yıllar sonra parçalayıp bulacaksın. Gerçek kendini, kendi gerçeğini. Belki o zamanda bile hâlâ, o neredeyse bir ölüyü bile yattığı yerden kaldırabilecek kadar güçlü olan bakışlarındaki parıltıyla yağmurun sesi olacak, yağacaksın. Ama bu karışım çok zehirlidir, unutma. Yine de bilirim, içindeki doğallığı hiç kaybetmeyecek bir ruha sahipsin. Huzurlu bir ruha. O yüzden sen hep uç noktalarda gidecek olsan bile, kadın olmanın verdiği gücü tanıyınca sıyrılacaksın. Bugün beni lime lime ettiğin cümlelerinde birkez daha gördüm bunu."
Bunu hiç unutmadım. Unutulacak gibi değildi ki. Neredeyse hep söyledin. Aklıma kazıdın. Acaba nelerden bahsediyordum da sana bana bunları söylemiştin. Aklı bir karış havada değil miydim o zamanlar?
Tamam tamam. Hem aklı bir karış havada hem de o aklın orada olduğunu bilecek kadar da saçma bir olgunluktaydım. (Sen olur da bir gün okursun diye senin yerine yazdım bu kısmı. Bilirim, bayılırsın beni düzeltmeye.)
On koca yaş vardı aramızda. Şimdi yaşların bile bir önemi kalmadı. Otuzlarında bir kadının söyleyeceği çok şey oluyormuş. Kadınlığının sınırlarını, bedenindeki özgürlüğün değerini daha iyi anlıyor ama ruhuna yansıyan asıl gerçeklik, her şeyi yerle bir ediyor. "Öz"... Yalınlığım... Bunlar nedense önemsenmiyor.
O zamanlar benim için söylediklerin ve daha bir çoğu, yavaş yavaş yaşanıyor. Bilgi ve zekânın ağzında durmak kimi zaman ürkütüyor. Fark etmediğimi sanıyorlar ama bir zaman sonra korkuyorlar.
Biliyor musun bazen bir aynanın içinde hapsolmuşum gibi geliyor.
Demek istediklerini artık daha iyi anlayabiliyorum desem, geride bırakılmış onca yıldan sonra en fazla "demiştim sana" sözcükleri dökülürdü ağzından. O yüzden bu sokakta karşımda olmanın da hiçbir anlamı yok.
Yine de o hep alıştığın gözlerle baktım sana. Bırakacağımı bilerek sarıldım boynuna sıkı sıkı. En fazla yirmi dakika süren bir karşılaşmanın sonrasında, üstelik de alkollü bir gecenin ardından sana daha başka ne diyebilir ya da ne gösterebilirdim ki? Sen konuşma meraklısıydın. Bense saçmalamakta özgürdüm bu gece. Sığınacağım tek kapının bu olduğunun farkında olup olmamam önemli değildi. Zaten bekleyen arkadaşlar da kendi aralarında gereksiz sohbetlere yavaş yavaş girmek üzereydiler. Sıyrılmam gerekiyordu. Sağ omzuma baktın. Gülümsedin. Başını salladın. O tanıdık mimiklerin yıllar öncesinden yeniden gelip yerleşti gözlerimin önüne. Öksürdüm. Öksürürsem bedenimin sarsıntısıyla dökülürler sandım. Kirpiklerim hızlı hızlı birbirine değerse dikkatin dağılır, sıkıldığımı anlar, susarsın diye bekledim. Hiçbiri olmadı. Sen yine diyeceklerini dedin. Saçlarında üçlü bir renk ordusu vardı. Yaş almak ne kadar yakışmıştı sana. Ve evet, hâlâ çok seviyorum omzu açık şeyler giymeyi.
Biliyor musun tutsan beni ne çok şey anlatırdım sana. Bilinçli aldanışlarımı, tutulmayacak ne çok söz aldığımı, okuduğum yeni kitapları, yazdığım romanı, bazı kelimeleri değiştirip kendimce yeniden türettiğim komik kelimeleri, ne çok özlediğimi, her şeyi anlatırdım sana. Ama işte zamanaşımına uğruyor bazı şeyler.
Değişen çok şey oldu. Eve gitme zamanı.
Sana hoşçakal demekse yıllar sonra ne yazık ki yalnızca kısacık bir bakışa sığdı. Delilik böyle bir şey mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder