PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

18 Haziran 2011 Cumartesi

Kapılar ve Sesler


“Bazen kapının ardında sizi neyin beklediğini iyi bilirsiniz; yine de kapıya vurma ihtiyacını duyarsınız; çünkü ne olacağı, aslında çok da size bağlı değildir. Beklediğiniz kadar beklemediklerinizle de karşılaşabilirsiniz. Kapının ardındaki ses, hiç beklemediğiniz bir şeyi size sunabilir. Bazen de hiç beklemediğiniz anda, o kapının ardından biri sesleniverir size –ki bunun tadı-  bir başkadır…”

Rüzgârlı bir salı… 10 Mayıs… Akşam suları…
Konukluğumun başladığı zaman dilimi…
Sana sıkıştığım an…

Kelimelerin utangaçlığını ilk ne zaman terk etti parmaklarım hatırlamıyorum ancak; düş sularında gezdiğim bir dilime denk geldiğini biliyorum… Parantez içlerine hapsettiğim duygularımı açma vakti gelmişti.. Hangi aralığa karıştırıp hiç kimseye belli etmeden, nasıl yapacağımı çözemiyordum ama bir yolu mutlaka olmalıydı.
Karanlıkta bulmaya çalışırken bir şeyleri, tanımlanamaz olmuştu duygularım. İstasyona düşen sessiz bir gölgeydi önce; sonrasında da adımlarımı ve an’a ad olan kadınlığımı, hiç bırakmadı, adıma dört yıl öncesinde kazınan bir kelime...
Bir günün sancısı yine yerleşti içime durup dururken. Tam hecelerin sayısını unutmaya başlamışken, ansızın yine vurguna takıldım oltanın ucunda. Yedi ömrün şehrinde, öyle bir iki hece var ki; kendi ömrüme bedel.
Masala akıyor ellerim, durdurmak istemiyorum. Perdeleri açılacak o kapının, başka da söz etmiyorum…
22:37:32…

Hummalı bir cumartesi… 14 Mayıs… Akşam geceye doğru yol alırken…
Kapıya vuruldu…
Açtım…
Gelen sendin…
Sarhoştu bu defa parmaklarım…
Gecemi dikizlemene, izin verdiğim an’dı…

Dilimin aksanını bozuyordun… Ne zaman ele avuca sığmayacak olsam, gelip yanı başıma kuruluveriyordun. İçimdeki heyecanı tuhaf bir şekilde sabote ediyor, beni kendimden çok uzaklara alıp götürüyordun. Bense öylece sana bakıyordum…
Beklentilere düşmeyeli, uzun zaman olmuştu. Aylar öncesinde iki kelime etmiştim; bir cümle de sen… Sonrasında kayıp ilanına gerek bile duymadık… Uzun ve sessiz bir uyku olmuştu bizimkisi. Habersiz, manasız, umursamaz…
“Kül olmak korkutmamalı” demiştin bir defasında…
Ki kim bilir hangi rüzgârdan savrulup da gelmiştin taa buralara…
Kül rengi bir geceydi…
Aşka kırılmıştım;  sense aşkı kırmıştın…
Hasırdan bir yüreğim vardı. İçindeyse, biriktirdiğim sayısız deniz kabuğu… Çoğu, nicedir unutmuştu denizin sesini düşürmeyi, dinleyen yanıma… Kırık dökük bir kolyeye, yaşam sığdıramayacak kadar yorgun ve dilsizdiler… Hani dalgalar da olmazsa; sessizlik iyice hüküm sürecekti, kıyıdan uzak şehrimde…
Mevsimler değişiyordu gece ilerledikçe..
Sen kar tanesiydin ve birazdan eriyecektin.

Üç adım attın ve durdun.
Sonra, arkanı döndün ve bir daha baktın…
Öykü(m) adımlarının hızına takılıp kalmıştı.
Öykü(m)de kalacağını söylemiştin; ama sen hiç durmadın…
Yastığımın altına debelenen bir günaydını bırakarak..Gittin…
01:35:28…
Kimseciklerin bulamayacağı bir Salı… 17 Mayıs… Zaman, bir yerinden vuruyor geceyi…
Saklanıyordum…
Yatağımın yanındaki bakışlara takılmıştı gözlerim…
Yüzüne (b)aktım usulca…
Oradaydın…

Bütün bir hüznü sakladığımı biliyordun… Bunun için kaç yolculuk yapmıştı yüreğin, kim bilir. Hangi rollere bürünmüş, hangi replikleri ezberlemiştin.. Bir çözüm bulunmalıydı sızan hüzünlerime karşılık… Farkına varmadan kaçıyorlardı… Ortalığı toparlamaktan bitap düşmüştü yüreğim. Ben de vazgeçmiştim artık; her yan, her yanım, darmadağınıktı. Üstelik içimde bana bağıracak bir annem bile yoktu “ Hadi artık toparla etrafı”  diye… Yalnızlığın olduğu odaya; yalnızlıktan başkası giremiyordu. Hiç kimsenin, senin belirlediğin ziyaret saati haricinde girmesini istemediğin, kuytu bir odan vardı… Görmeme izin verecek miydin diye düşünürken ben, sen yine gitmekten lafı açmıştın.
Kimsesizliğine denk düşüyordu çığlıklarım. Geri sayımı çoktan başlatmıştın…
Gitme zamanın yaklaştıkça, içimden dökülürsün sanmıştım; ama olmadı…Çünkü ben, senin diğer yarındım. Senin aklına senden başkasının gelmediği bir aralıkta, düşüvermiştim o yanına.

Bir yerde, gizli bir ölümün seslendiricisiydin. Yaşamın dudaklarını yakalamayı bırakalı, çok olmuştu. Yalnızca hareketsiz dudaklarının morarmış yalnızlığında, dile geliyordun…
Sonrası acıtırdı söyleneceklerin, gittin…
00:54:32
Yalnızlıkta inilecek bir Cuma… 20 Mayıs… İçimden geçenleri gelen geceye aktaramadığım, tutuk bir saatteydim…
Yeni bir yazının başlangıcı gibiydi gelişin…
Gülümsedim…
Anlam hangi yoklukta unutulmuştu ve ben hangi yokluğa alıştırılıyordum…
Arapça ve Farsça sözcükler tırmalarken akşamı ve seni, ellerim kucağımda başladım seni izlemeye…

Geç kalınmış bir oyunun başıyla  sonu arasındaydım. Ben gelmeden önce, nelerin olup bittiğini elbetteki bilmiyordum. Oyunun başını görebilmek için geç kalmıştım. Göremediklerimin telafisi ise başka bir güne kalmıştı. Belki de bir daha sahnelenmeyecekti oyun. Buradan sonrasını anlamakla yetinmeliydim..
Işıklar neredeyse parlaklığını yitirmişti. Loş bir dünyada, adımlarının hesabını yapmadan yürüyordun. Senden başka hiç kimse yoktu sahnede. Ya da ben geç kaldığım için, oraya gelip gidenleri görememiştim.  
Çok sessizdin. O yüzden, izleyicilerden biri yerinden kımıldasa ya da ne bileyim en ufak bir ses çıkarsa, rahatlıkla duyabilirdin. Belki de o yüzden bakışlarında:
“Hey siz!! Neden geldiğinizi ve beni neden izlediğinizi aslında çok iyi biliyorum” diyen bir cümle vardı.
Bulunduğun yerden rahatlıkla olan biteni görebiliyordun. Ama seni bu denli meraklı gözlerle izleyenlerden, sana aşık olanlardan, hayranlıkla dalıp gidenlerden çok uzaktaydı aklın…
Geceyi ayarladın…
Yıldızlar teker teker dökülecekti birazdan…
Gözlerimi kapadım..
Uyandığımda sen, çoktan gitmiştin…
01:02:22…
Birbirinden ayrı zaman dilimlerinde çalınan kapıların ve kimi zaman duyulması zorlaşan seslerin yol ayrımında rastladık birbirimize… Esneme anımıza denk gelen cümleler ayağımıza dolandı kum gibi.. Noktalara koyduğun zaman beni, kendimden ayrıldım ve sana çözüldüm. Tek noktaya sarıp sarmalayarak gönderdiğin gecelerde de sözlerimi yitirdim.  Derin bir uykuya yatmadan hemen önce içine düştüğüm duyguların girdabında debelendim durdum…
Nerede terk edilmişliğe sızsa kelimeler, geçmişten bir sandık açılır kapımın hemen önünde...
Duvarlara şiddet uygulamak, duvar olmak... Bitmeyen şarkılar başucumuzda... Sanki birileri durmadan başa sarıyor... Uyanınca umudun yanı başında, yürekte salınan ince bir sızıya baş göz edilmiş, ayrılık nameleri…
Yol, türkülerin kavşağında sırra kadem basmışsa; dokunduğunda hücrelerin tenime, belki tanırsın beni…
Şehir, henüz kuşatmamışken bana ait "aşk" dolu dizeleri... Savunmasızlığında saf bir bilinmezliğin, ne olur kaygısı taşımadan, adımlarım sesine karışacak ve ben O şehirde, senin için bir resim yapacağım kelimelerden....

Küçük bir imlâ hatasıyım ben,
Sözcükler(in)den kaçırdım kendimi..
Devrik cümlelerin saltanatında, kendime bir yer buldum; kuytu ve yalnız.
Bazen senden kaçmak uğruna kıvrıldım; bazen de dimdik karşına dikildim…
Parçalara böldüm kelimeleri, par(ç)alandım…
Nasıl ve nerede ile senin uğruna uzun bir arkadaşlık yaptım.
Ama şimdi uzaklaşıyorum...
Devrikliğinden sıyrılabilmek, kurallı bir hale gelebilmek ve anlamın savaşmadığı,  belkisi olmayan bir öyküde uyanabilmek için....

Dedim ya, küçük bir imlâ hatasıyım ben
Sözcükler(in)den kaçırdım kendimi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder