PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -37-

Kaçamazsın. Bir kenarda mutlaka bekliyordur. Önce inkâra kalkışırsın. Varlığını yok sayarsın ya da düşüncelerinde bir yerde duran ve bir kalkan gibi önünde duran zırhını görmezden gelirsin. Hile bahçesinden seçtiğin oyunlarla bir süre oyalanır, değme yalancılara taş çıkartacak şekilde yalanlar uydurur ama eninde sonunda teslim olursun. Bu bir rüya. Karanlık kapıların ardında çokça duyduklarınızdan. Sisli bir uyku gecesi, kapılardan, pencere pervazlarından gelen şüpheli gıcırtıların peşinden gitmenin tedirginliği içinde devrilen bedenin kendi kendiyle verdiği amansız bir kavga.

Hayat, yataktan kalktığınız anda tüm bir ömrün geride bıraktığı parazitlerden sıyrılıp kaldığı yerden devam etmiyor. Yanlış bir zamana uyanmak gibi... Bilinen algının dışında, bir şeylerin hiçbir zaman peşinizi bırakmayan takibi, yalnız başınayken bile garip bir şekilde takip edildiğinizin hissi, hiç duymadığınız ama bir yerlerde mutlaka bağıra bağıra sesini duyurmaya çalışanların çırpınışı... Ne kadar çok tanımadığımız ama bir o kadar da tanıdığımız şey var. Hepsi kılcallardan geçip o çatıda toplanıyor. Sinyaller yanlış da gitse o yanlışlığın bir doğrudan ileri gelebilme olasılığının yüksekliği insanı ürkütüyor.

Ayakları yere basmayan bir gündüzün sonrasında başlanılan ama malum nedenler bile diyemeyeceğimiz birçok şey yüzünden kesintiye uğrayan bir cümleyim. Nerede ve nasıl başladığımı hatırlamam için biraz yukarı doğru gerinmem gerekiyor. Oysa aklın yolları arasında geçişler daima mümkün. Nasılları bir kenara bırakırsak ve nedenlerin kuşatmacı kibrinden uzaklaştığımızı varsayarsak, çok kısa bir süre sonra tamamlanabilme olasığım yüksek. Bir yudum daha alırsam "o son yudumu almamalıydım" diyebilecek kadar özgürüm şu an. Yakın zamanda okuduğum bir kitapta geçen "Yalnızca bir an ama. Yalnızca bir an farklı görünüyor her şey." cümlesini anımsıyorum. Muhtemelen altını çizmiş olmalıyım. Altını çizdiklerimiz yeri gelince kendini hatırlatmayı daima sevmiştir. Bir klişenin daha izinden gitmenin rahatsızlığını duymuyorum. Çünkü kaçamazsın! İstesen de istemesen de an gelir ve karşında bulursun. Et ve kemik gibi olması şart değil; bunu sen de bilirsin. Bazen o biçimsiz varlık seni öyle bir ele geçirir, içindeki katmanlardan öyle bir hızla geçip gider ki sen bile fark edemezsin. Bir bakmışsın bir yazının herhangi bir paragrafında yahut beklemediğin bir anın en koyu sohbetinin tam da ortasında yer bulur. Anlam veremediklerin seni zorlar. Kovalarsın. Kendi çıkışının olmadığını düşündüğünde, başka insanların kelimelerine ihtiyaç duyarsın. En kötüsü de içten içe beklersin. Mümkün veya değil; öyle ya da böyle. Tükenme sınırına yaklaştığında uyanmayı dilersin.

Benimki de böyle başlamıştı. Bir bardağı bile kaldıramayacak düşkünlüğe eriştiğimde, beş duyunun yetersiz kaldığı bir anda, birbirine bağlı gibi görünüp aslında hiç orada olmayan yığınla duygunun arasında sıkışıp kalmıştım. Zorlamanın fayda etmeyeceğini anladığımdaysa inkâr yanı başımda duruyordu. Ona ulaşmak kolaydı. Dokundum. Bir inkârın lafı mı olacaktı. Ama oldu. Herkes bir şey söyledi. Durduramadım. Çünkü yerleşik algılar bir diğerini ister istemez etkiler. Açılmak için kendini bırakmak, süzülmek gerekir. En kötüsü de  "mış gibi" ler değil midir? Bir masala inanmak ya da o masalın en belirgin kahramanıyken devamlılığının sürecek olmasının yanılgısı içinde kalakalmak...

O bir kenarda hep bekledi. Ta ki ondan uzaklaşamayacağımı anladığı şu ana kadar. Aylar öncesinin gecenin bir yarısında beni aniden yataktan kaldıran görüntüleri şimdi uyutmuyor. Bu bir rüya. Yalnızca bir an kaçabildiğimi sandığım oysa hep içimde asılı kalmış amansız bir kavga...







*Bahsi geçen kitap: Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra - Barış Bıçakçı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder