PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

17 Nisan 2011 Pazar

Ada Yanılsaması

“Gürültülü bir günün hemen sonrasında durup da bir saniye bile olsa akla gelen bazı şeyler, insanı bazen uzaklarda kalmış bir anıyı hatırlamışçasına düşündürüyor. Bir süre, bulunulan yerle olan ilişkiniz kesiliyor, sesler kendi içinde tuhaf bir döngünün içine giriyor ve siz o döngünün içinde oradan oraya yer değiştirmeye başlıyorsunuz. Böyle garip bir girdabın etrafınızda dolanıp durduğu sırada içinizdeki karanlık sokaklara sapıp huzursuz bir uykuya yatıyoruz. Çoğul bir şahıs ekine meyletmek belki de en kolayı!

Yatağa yattığımda gece saat ikiyi çoktan geçmişti. Ne zaman ki uzun sessizlikler kendini göstermeye başlasa, saklandığı yeri keşfedilmiş küçük bir çocuk gibi korkardım. Korktum. Biraz daha fazla yanında kalsam sormak istemediğim soruları soracak, (aslında sormak isteyip de cevabından korktuğum desem daha doğru) belki de sevimsiz bakışlarını görüp yine bir şekilde kendime, o en güvenli sığınağıma kaçacaktım. O an çok hızlı karar verdim. Koltuktan hızlıca kalkıp "Uykum geldi, ben artık yatıyorum." dedim. Gönülsüzce, bir an önce beni başından atmak istermişçesine sadece " Sen bilirsin." demekle yetindi. Oysa ben 'Biraz daha otur, birlikte uyumaya gideriz' gibi cümleler kurmasını beklemiştim. Beklemek... Hiç olmayacak duyguların üzerinde nasıl duracağını görmeyi istemek gibi bir şey miydi? Ya da zorla bir anın resmiyetini, gerçekleşmeyecek bir beklentinin hemen yanı başında kazandırmaya çalışmak mıydı? Tek bir söz dahi söylemeden beyaz merdivenlerden zihnimde oluşan büyük bir boşlukla yukarıya, yatak odasına çıktım.

Çift kişilik bir yatak, odanın girişinde hemen solda duran bir sandalye, kapıya yakın bir elbise dolabı ve pencere kenarında duran ufak, saydam bir sehpadan başka hiçbir şey yoktu. Martı seslerinin artık bir sesten öte çığlığa dönüşen gürültüsü içerisinde buz gibi yatağa uzandım. Birkaç dakika, arkamdan gelir de beni burada yalnız bırakmaz diye düşünüp uykumu bastırmaya çalıştım. Gelmedi. Ne birkaç dakika sonra ne de geldiğini duyabileceğim yakınlıktaki bir zaman aralığında. Sanki o gece adada ikimizden başkası yaşamıyordu. Herkes bir süreliğine gelip sonra yeniden şehre dönmüş gibiydi. Herhangi bir anlamı olmayan odaların yalnızlığı çökmüştü. Boştu, boşluktu, sessizdi ve içimdeki karmaşadan başka hiçbir şey yoktu. Birkaç saat öncesinde seviştiğimiz yatağın dağınıklığı da yavaş yavaş ayaklarımın arasından kayıp gidiyordu uyku sersemi bir yalnızlıkta.

Yorganı gözlerime kadar çektim. Bir tek gözlerim söz geçirebiliyordu karanlığa. Bir tek onlar beyaz duvarların üzerine yapışmış hikâyeleri okuyabiliyordu. Çoğu yıkık, gelip geçici… Çok sordum o gece kendime "Ne işin var burada senin?" diye. Sordum ama bir türlü istediğim gibi bir cevap bulamadım. Kendi cevapsızlığımda kıvrana kıvrana aldığım ilacın da etkisiyle uyumuşum.

Bir ara, sabaha karşı dörtte, sağ tarafımdan omzuma değen nefesin sıcaklığıyla irkildim. Uyumadan önceki yorgunluğum hâlâ yerli yerindeydi. Yağmur yağıyordu ve yağmurun sesi hiç bu kadar ürkütücü olmamıştı.

Yorganın diğer tarafındaki varlığının tedirginliğime karıştığı bir anda, telefondan yayılan ışığın rahatsız edici yansımasıyla güçlükle de olsa gözlerimi arayabilmiştim. Sonra hemen yeniden kapattım. Uyuduğumu sansın istedim. Yatağın içinde yerini bulmaya çalışan bir bedenin, bir o tarafa bir bu tarafa dönen beceriksizliğiyle ne yaptığını görmek için birkaç defa dönüp durdum. Uyumuyordu. Saatlerdir onu oyalamayı başaran telefonunun dokunmatik ekranına basıp duruyordu. Ona fark ettirmeden gözlerimi hafifçe araladım. Kederli bir yüzü vardı. Yorgunluk, uykusuzluk ve tüm o saatler boyunca aklına takılan bir düşüncenin peşi sıra gelişen belirtiler silsilesi, her yanını kaplamış gibiydi. Sağ elimi yorganın altından çıkarıp yüzüne düşen saçlarını kulağının arkasına atmak ve dudaklarına masum bir öpücük kondurmak istedim. Yapamadım. "Seni özledim." dediğimde "Beni neden özlüyorsun?" diyen bir adamın sözleri geldi aklıma. Aynı adamdı. Zaman alır götürür demiştim içindeki yıkıntıları, o hep bir şeyleri ortadan kaldırma, yok etme duygusunu. Ama zaman ondan yana bir değişime uğramıyordu. Varsa yoksa değişen ve her geçen gün kendi çelimsiz duyguları içerisinde boğulan ben oluyordum. Zaten hiçbir şekilde zamanın bir şeyleri iyileştirdiğine inananlardan birisi olmadım. Bir duyguya esir olmak bana göre değildi. Yine de her defasında bu cümlenin açılışını ben yapıyordum.

Çok sonra iki kelime güçlükle de olsa çıkıvermişti ağzımdan. "Ne yapıyorsun?" ( Böylesine basit bir sorunun bile cevabından ürküyor bazen insan.) Neyse ki fazla geciktirmeden: "Bir arkadaşımla yazışıyorum" dedi. Kim diyecek oldum, yüzündeki memnuniyetsiz ifadeyi görünce vazgeçtim. Sessizliği seçmek bu defa daha kolay olmuştu. Bir süre telefonun ışığı ve arada bir çakan şimşeğin beyaz odanın içerisinde yarattığı kısa aydınlatmalarla başımı omzuna koyup onu izledim. Parfümle karışık teninin kokusunu alıyordum ve bu, orada bulunmaktan dolayı oluşan bütün olumsuz, huzursuzluk verici düşüncelerimden uzaklaşmamı sağlıyordu. Her defasında aynı zaafın kurbanı oluyordum. Dokunabileceğim bir tene kavuştuğumda, içimde durmaksızın bağıran kadını doyurmak istiyordum. Arzularından yorulmayan, hep yukarıda taşıdığı duygularının gönüllü kölesi olmaktan vazgeçmeyen, dudaklarına ve omuz kenarlarına bırakılan küçük ısırıkları şehvetli sevişmelere doğru yol açtırmasını iyi bilen bir kurbandım.

Apar topar yataktan kalktı. “Nereye?”dediğimde canının sıkıldığını, eski bir mevzudan dolayı tadının kaçtığını söyleyip çekip gitti. Merdivenlerden inişini dinledim. Kahve içmek için çaydanlığına su koyduğunu, mutfakla salon arasında gürültülü adımlarla üç beş dakika gidip geldikten sonra denize doğru duran kanepeye oturup bir sigara yaktığını duydum. Yataktan kalktım. Ayakkabılarımı giymek için eğildiğimde, "Ne yapıyorum ben?" diye okkalı bir soru sordum kendime. Tokadı kendine atmak! Çabucak giydiğim o tek ayakkabıyı çıkarıp yatağın az önce bıraktığım köşesine geri sokuldum. Sonrası, sonrasını hatırlamıyorum. Uyumuşum.
Sabah olduğunda uykusuzluğu bahane edecek ruh halini önemsemeyip bir hışımla yataktan kalktım. Bütün kıyafetlerim alt kattaydı. İlk sevişmemiz burada başlamıştı. Siyah dantelli iç çamaşırımı bluzumun altından gördüğünde: “Böyle seksi şeyler mi giyerdin hep?” diye sormuş, cevabımı beklemeden parmaklarını belimin etrafında bir iki defa usulca dolaştırıp hiç geciktirmeden kasıklarımdan aşağıya doğru ilerlemişti. Bütün bedenim kocaman bir buluta dönüşmüştü. Parmaklarının ıslandığını hissedebiliyordum. Ondan sonra da dalgalı bir denizin üzerinde yıkılmamak için kendimi zapt etmeye çalışmış, hırçınlığına yenik düşmüştüm.
Üşüye üşüye merdivenlerden indim. Üzerimde yalnızca sağ kolumun altı hafif yırtılmış dantelli iç çamaşırım ve spor ayakkabılarım vardı. Banyoya gidip elimi yüzümü yıkadıktan sonra apar topar üzerimi giydim. Kahve yaparken buraya gelmeden önceki birkaç saatimi düşündüm. Her şey ne kadar da durağan bir şekilde ilerliyordu oysa. Aklımda yeniden aynı yerde, onunla olmak yoktu. Ama şimdi sabahın bu erken vaktinde,  bir daha hiç gelemeyeceğimi düşündüğüm bu evde, onunlaydım. Her şey hiç beklenmedik bir hızla gelişmişti.

Dün akşam ada vapurunu yakalamak için koşa koşa iskeleye doğru yola koyulmuştum. Üstelik birkaç aydır gitmediğim, sürekli geçiştirdiğim arkadaşlarımın yemek davetinin tam ortasında, "Gitmeliyim!" diyerek aniden evden fırlamıştım. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışırken onları terk etmiştim.

Takside yol boyunca gelişen olayları düşünüyor, bir yandan gülüyor, bir yandan da anlamsız bir mutluluğun bir saat kadar sürecek yolculuğunun başlangıcına doğru gidiyordum. Tam saatinde vapuru yakalamıştım. Yorgundum. Bacaklarımı karşı koltuğa uzatıp Sait Faik Abasıyanık'ın Havuz Başı kitabını çıkardım ve okumaya başladım. En fazla altı yedi sayfa okuduktan sonra kafamda biriken onca düşünceden, ayıklayamadığım görüntülerden dolayı kitabı bıraktım. Ne okuduğumu anlayamayacak kadar dışındaydım kitap sayfalarının. En iyisi yol boyunca uyumaktı. Ben de öyle yaptım.

Adaya geldiğimde yağmurun ıssızlığı her yeri kaplamıştı. Uzaklardan gelen köpek sesleri, vapurdan inen birkaç ada sakinin telaşlı ayak adımları ve yalnız başına yürünecek o yolun korkusuyla, hızlı adımlarla yokuşu tırmandım. Yol öylesine ıssızdı ki böyle anlarda her zaman yaptığım gibi türlü kötücül kurguların içerisinde bir an önce oraya varmak için koşmaya başladım. Eğer hızlanırsam her şeyin üstesinden gelebilirdim. Öyle de oldu. En azından şimdilik!
Eve doğru inen merdivenlerin az ilerisinde beni bekliyordu. Soğuktu. İstanbul çok uzaklardan belli belirsiz de olsa görünüyordu. Sarıldık. İki yakın yabancı gibi...
Ev bu defa geçen geldiğimden daha sıcaktı. Korkudan öyle çabuk çıkmıştım ki yolu sırılsıklam olmuştum. Üzerimde ne varsa çıkardım. Hemen oturamadım. Birkaç adımda salonu dolaştım. Kocaman pencerelerin ardından denizi izledim. Masanın üzerine bırakılmış kitapları gelişigüzel karıştırdım. Yağmur usul usul düşüyordu karanlığın ortasına.

Radyodan odaya yayılan seksenlere ait bir şarkının orta yerinde "Gel yanıma, otur. Ne kadar sevimlisin sen bugün böyle. Bir şey mi oldu?" diyerek beni yanına çekti. Oturduğum yerden geri geri koltuğun en ucuna doğru yaslandım. "Yoo, her zaman ki halim. Daha doğrusu çoğunlukla böyleyim. Ne bileyim" dedim. Gülümsedi. Parmaklarını saçlarımın arasına dolayıp yanağımdan öptü. Sonra dudaklarım, sonra boynum, göğsüm... Onu deli gibi istesem de sürekli değişen ruh halimin serseriliğine ayak uydurmayı tercih ettim. "Yapma" dedim ve geri çekildim. Ne oldu sana böyle der gibi baksa da umursamadım. Büyük pencerelerin hemen önünde duran tekli koltuklardan birine oturup konuşmaya oradan devam ettim. Şaşkınlığını izlemenin keyifli olduğunu hissetmek mi yoksa ona hayır demiş olmanın verdiği pişmanlıkla bir süre baş edecek olmanın getirdiği huzursuzlukla mı oturuyordum karşında? Bazı anlarda duygularıma karşı koyamıyordum. O an için doğru olduğunu düşündüğüm herhangi bir şey, kısa bir süre sonra yerini tatsız, acı veren, anlamsız bir şeye bırakıyordu. Tepkide bulunduğum davranışın ardından geçen zaman ne kadar uzun olursa o kadar kolay asıl istediğime geri dönebilirdim. Belki de saçma bir düşünceydi benimkisi!

Fincanı alıp tavandan yere kadar olan camların kenarındaki koltuklardan birine oturdum. Yağmur hâlâ yağmaya devam ediyordu. İstanbul neredeyse görünmeyecek kadar sisin içinde kalmıştı.  Kendime kuşbakışı bakarak olanlarla hesaplaşmaya çalışan ‘bu kadını’ izlemeye koyuldum.

Küçük yudumlarla içmeye çalıştığı kahveden çok uzaklarda, gözlerinin değdiği yerde konaklayan bir iki yol işçisinin çıkardığı gürültüyü umursamadan kim bilir bilinçaltının hangi yaralarıyla konuşmaya çalışıyordu. Kendi hayatının olağan ritminden bir hiç uğruna kalkıp buraya gelmişti. Bilinçli bir şekilde boyun eğdiği kişi ta kendisiydi! Sevilmek arzusu onda öyle büyük uçurumlar yaratmıştı ki karşısına çıkan her erkeğe tutunabilmek arzusuyla kendi dünyasının o herhangi bir şeye muhtaç koridorlarında dolaşmasına izin veriyordu. Sonra da böylesi bir yalnız kalma merasiminin tam ortasında yaptıklarından duyduğu pişmanlığı bakışlarını en uzak noktaya dikerek yok etmeye çalışıyordu. Oysa her şey koca bir yanılsamadan ibaretti. Kendi yanılgıları başkalarının gerçekleriyle çatışmaya başladığında üzerine düşen gerçeklerle baş edemiyordu. Ve şimdi, sabahın bu erken saatinde elinde bir fincan kahvenin dayattığı katı acı tat içerisinde bir an önce çekip gitmenin en doğru şey olduğunu düşünüyordu.

Soğuktu. Bir kahve daha içmek hiç fena olmazdı. O uyanmadan gitmemeye karar vermiştim. Ona bakıp bundan sonra asla göremeyeceğim o yüzü iyice aklıma kazımak, bu büyük yanılsamayı yaşamama neden olan o hiçbir yere varmayacak sözlerini, son bir defa daha duymak istiyordum.

Çaydanlıktaki su hâlâ sıcaktı. Fincanı tam doldurmadım. Çantamdan kitabı çıkardım. Yanaklarımı ısıtan kahvenin buharıyla kitaba kaldığım yerden devam ettim. Sayfalar hızla tükeniyordu gözlerimin ucunda. Burgazada’da bir pazar sabahı bu caddelerden, sokaklardan geçmiş büyük bir yazarın kitabını okuyor olmak mekânla ilgili olan huzursuzluğumu biraz da olsa alıp götürmüştü. Öyküler geçip gittikçe ve sona doğru yaklaştıkça düşündüğüm bütün her şey de hızla tükeniyordu.

Kitabın son cümlelerini okurken yukarıdan bir tıkırtı duydum. Uyanmış olmalıydı. Birkaç defa öksürdü. Derinden. Sabaha kadar sigara içmiş olmalıydı. Ayakkabılarını sürüyerek merdivenlerden aşağı indi. Belli belirsiz bir “günaydın” dedikten sonra başından çıkarmadığı siyah beresinin içerisine azalmış saçlarını tıkıştırıp banyoya doğru yürüdü. Arkasından bakarken niye olduğunu anlayamadığım bir şekilde gülümsedim. Belki de kendimle alay edip olayları hiç olmamış gibi göstermenin bir yoluydu bu. Anlamsız, tekinsiz bir mimik…
Güçlükle nefes alır gibiydi. Birkaç defa elini yüzüne bastırıp kendine gelmeye çalıştı. Bir öne bir arkaya eğilip duran bedeninde biriken yorgunluk sadece dün geceye ait değildi. Bunu görebiliyordum.

“Ne zaman kalktın, çok oldu mu? Acıktın mı? Halsizim. Evde de doğru dürüst bir şey yok dilersen giderken yol üstünde poğaça satan bir yer var, oradan bir şeyler al kendine.” dedi. İlk sorduğu sorunun cevabını vermek istemedim. Yalnızca “Aç değilim.” demekle yetindim. Önce düşünceli başlayan cümlesi gittikçe düşüncesizleşmeye başlamıştı. Sinirlendiğimi, kırıldığımı belli etmemek için kendimi sıktım. Zaten gidecektim. Uyanır uyanmaz gidiş yolunun üzerinde olanları sıralamasına gerek var mıydı? O an birkez daha oradaki varlığımın hiçbir anlam ifade etmediğini anlamıştım.

“Saat kaçta vapur var bakar mısın? diye sordum. “12.30’da olması…” cümlesini bitirmesine fırsat vermeden “Tamam ben onunla giderim” dedim. Nedensiz yere paniklediğim her halimden belliydi. Ona belli etmemeye çalıştıkça ağzımdan çıkan sözlerle davranışlarım birbirine geçiyordu.

Pencereden dışarı baktım. Yağmur hızlanmıştı. Öykünün kalan son sayfasını okuyup bitirdim. Kitabı ters çevirip dizlerimin üzerine koydum. O sırada arka kapakta yazan cümleler dikkatimi çekti. “… Ben, iskâmbil oynarken, yanımda birisi durursa pek memnun olurum, o zaman oyunu da iyi oynarım. Yalnız başına olan insan kadar büyük adam yoktur ama insanlarla beraber olan insan hakiki kıymetini ölçer, biçer.”  Buraya geldiğimden beri düşündüğüm şeylerin kısa bir özeti gibiydi. Bu defa az öncekinden daha anlamlı bir gülümsemeyle oturduğum koltuktan kalkıp gitmek için hazırlandım.

Dün gece orada olduğuma dair bütün izleri neredeyse silmişti bakışlarından. Önce kapıyı açıp dışarıyı kontrol ettikten sonra:  –söylediğine göre daha önce buraya annesinden ve kuzenlerinden başka hiç kimse gelmemişti, o yüzden temkinli davranıyordu.-  “ Çok yağmur var. Kırık ama istersen şu şemsiyeyi al. Hiç değilse vapura binene kadar işini görür.” dedi. Alıp almamakta kısa bir tereddüt yaşadıktan sonra aldım. Yüzüne baktım. Hâlâ uykuluydu.

Karşılıklı söylenen“görüşürüz” kelimesi havada bir yerlerde asılı kalırken ve artık hiçbir anlamı yokken elimde kırık bir şemsiye, aklımda Sait Faik’in okuduğum son cümleleriyle, yola bakan merdivenleri çoktan çıkmıştım bile.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder