PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

20 Ocak 2013 Pazar

Frekansı Bozuk Radyo Alıcısı -45-

Öyle büyük bir hızla geliyordu ki karşılayamadım. Önce çekingen, biraz zaman geçtikçe hırçın ve son sözü söylemek için geri döndüğünde ise kırıcıydı. Ne yalan söyleyeyim oldukça başarılıydı. Kırıldım.

Aralık kapıyı henüz kapatıyordu. Birkaç söz dizimi kadar yakınlaşmıştı. Orada, kayıp duygularının saklandığı yerde, kimsenin göremediği bir şeyleri görmüş olmalıydım. Hani onlar hep vardır ama ustalıkla yapılmış bir makyajla, süslü birkaç cümleyle görünmez hale getirilir ya işte böyle bir şeydi onun da yaptığı. Küçük bir çocuğun evde hiç bulunamayacağını düşünüp saklandığı elbise dolapları gibi. Ben bulurum. Çünkü çok saklandım kapalı yerlerde uyku zorunluluğu olan öğle sonralarında. Üstelik bir insanı ele veren öfkesidir. Olmadık yerlerde, hani neredeyse öyle bir tepkinin geleceğini beklemediğiniz anlarda birdenbire alev alır. Çoğu zaman siz de değilsinizdir ama şans eseri orada olmanız bile yeterli olur. O gün de yanında olmasam bile  karşısında bir tek ben vardım. 

Masum bir çocuktum. En sevdiğim oyuncaklardan birini bana getirmişti. Hesapsızca "Alıp oynar mısın bununla?" diye sorup yine yanında olmayan ama olsaydım mutlaka bakacağı gözlerime bakmıştı. Uçabilirdim. Kanatlara ihtiyaç duymadan yükseklere ya da müsait bir yatağın üzerine çıkıp tavanla yatak arasında bir yere. Evet evet bunu yapabilirdim. Ama yapmadım. Bilmezsiniz şaşırdığımda nasıl saçmalayabileceğimi. Odalar arasında dakikalarca yürüyebileceğimi... Hatta oturup aptal aptal duvarlara bakabileceğimi. O an yanı başımda olan her ne varsa onunla bir bağ kurup içimdeki sevinci nasıl boşaltabileceğimi, bilmezsiniz... Nereden bileceksiniz ki?
O da bilemedi. Çok kızdı bana. Öfkesinden kaçtım. Korktum. Elbise dolabıma mı yatağın altına mı yoksa perdelerin arkasında herhangi bir yere mi kendimi saklamalıydım? Panikledim. Ben panikledikçe bütün kelimelerin ayağı kaydı. Birini tutsam diğeri bırakıyordu kendini boşluğa. O boşluktan onları nasıl çıkarabileceğimi, kızgınlığının üstesinden gelip gelemeyeceğimi düşünmeye çalıştım. Faydası olmadı. Kaç zaman geçti üzerinden bugün hâlâ o anı düşünüp bizi o noktaya getiren asıl sebebin varlığını arar dururum. Ben anlatamadığımda çok üzülürüm. Çok.

Bu kadar büyük bir kızgınlığın, her şeyi yok edip yıkmanın, aramıza böyle engeller koymasının nedeni ben olamazdım. Mutlaka başka bir şeylere canı sıkkındı, beni kırmak istemezdi. Ne bileyim, öyle olsun. İnsan, üzerinden aklı selim bir zaman geçmediği müddetçe an değerlendirmelerinde başarısız olabiliyordu. Her şeyi üzerime alınmak gibi çoğu zaman canımı yakan bir huyum vardı ve işte bu huy, beni yıllarca kendimden alıkoydu. Ama o da çok büyük bir hızla gelmişti be hayat! Oysa ne çok kucaklamak, sarıp sarmalamak ve bir yaz evinin sıcaklığına dokunup denizin şahitliğinde onu öpmek istemiştim. Bir şeylerin yanlış olduğunu, kolaylıkla düzeltilebileceğini, beni benden dinlemesini söyledim. Defalarca. Kabul etmedi. Sustu. O baş edilmesi güç odaya kilitledi kendisini. Günlerce kapısını çaldım. Bir daha açmadı. Göstermedi bana yüzünü. Bekledim. Biraz daha biraz daha bekledim. Hani yeminini bozar da çıkıp geri gelir diye. Gelmedi. Ne o ilk sözlerimizi kavuşturduğumuz yere ne de beni bir hayale inandırmayı başarıp sonra da apansız sustuğu yere geldi. Kaç gece uyuyor mu yoksa hâlâ o da benim gibi uyanık mı diye evinin orada, caddelerin kesiştiği yerde onu izledim. Perdelerini bile açmadı. Yalnızca bir defa gün batımında, o tanıdık büyük ışıkların olduğu yeri görebilmek için kendini gösterdi. Çok seviyordu orayı, biliyordum. O söylemedi hiçbir zaman ama ben biliyordum orayı sevdiğini. Hatta parmağındaki yüzüğü bile görmüştüm. Geçmişten bir iz, saklı bir an. Hepsini biliyordum. Ve bilmek böyle zamanlarda hiçbir işe yaramıyordu.

Takvimlerdeki çentikler günler uzamaya başladıkça kısalıyordu. İstanbul'da kelimeler çok müsriftir. Öyle anlamsızca duraklarda bırakırsın ki onları, iki dakika sonra dönüp gelsen bulamazsın. Bense sana söylemeye bile fırsat bırakmadığın hiç kullanılmamış kelimelerimle o hiç binmediğim otobüsün altı numaralı koltuğunda seni bekliyorum. Yıllardır aynı koltuğu birgün bana gel dersin diye ayırtıyorum. Günler, haftalar, aylar geçiyor o koltuğa hiç tanımadığım insanlar binip sana, senin yaşadığın şehre gidiyor. Hepsini kendi ellerimle uğurluyorum. Otogarların hüzünlü ayrılık sahnelerini sevmem. Sana erişebileceğim kadar yakınken bir o kadar uzak oluşumu hatırlatıyorlar her defasında bana. Kıskanıyorum gidenleri. 

Otobüs geri geri o perondan çıkarken bir köşede durup içim yanarken keşke diyorum, keşke nereye saklanacağımı düşünmek yerine altı numaralı koltuğa oturup sana gelseydim. Otogarları sevmiyordum. Ama seni seviyordum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder