PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

18 Nisan 2013 Perşembe

Çok Önceden

Bazı hikâyeler anlatılmak için öyle yüksek sesle bağırırlar ki sırf onları susturmak için yazarsınız. 
                                                                                                                                      Stephen King


Sürekli yağmur yağıyor. Pencereyi ne zaman açsam içeriye kurşun gibi bir sessizlik doluyor. Yine de pencereyi kapatmayı hiç istemiyorum. Ardından ne geleceğini bilmediğim bir yolculuğa çıktım. Canım hep yandı. Belki de bu denli acıya hazır bütün bu bekleyişler. Ama işte yağmur yağıyor ve ben bunca sessizlik içinde, çığırından çıkmış bir gecenin etrafa dolan bakışlarında seni bulup çıkartıyorum. Hayatsın. Bir damar nasıl ki can verir ağaca ve bir kan nasıl ki yaşam için çırpınır bedenler içinde, işte sen de benim damarımsın. Bazen çıldırasıya büyüyor. Genişledikçe içimde bir yangın; görsen bütün evi yutacak gibi oluyorum. Eşyalar darmadağın. Adını koyamadığım, daha önce hiç karşılaşmadığım bir şenlik alayı kasıp kavuruyor gövdemi. Gövdemde bir mum. Yanacaksın diyor savrula savrula. Aklım sanki evvelde takılmış ahirde oyalanıyor. Bir yanım hep o evde.

Ekim başlangıçlarını severdik. Yılın bu zamanları eylüle göre serin olurdu. Umurumuzda olmazdı. Kış mevsimi başlayana kadar sahil boyunca yaptığımız uzun yürüyüşlerimiz devam ederdi. Daha üşümeden koşmaya başlardık. En önce senin nefesin kesilirdi. Soğuk kumlara bırakırdın yorgun bacaklarını. Arkamdan söylendiğini, "İkimiz de çok içiyoruz sigarayı, nasıl oluyor da benim nefesim senden önce kesiliyor?" dediğini duyardım. Yine de seni geride bırakıp var gücümle koşmak hoşuma giderdi. Belki de seni yalnızca o anlar içinde bırakabildiğim, kopmayı başarabildiğim için durmazdım. Kendinle mücadele etmeni sağlayabildiğim tek şey, bu aciz koşuydu. İntikam sessiz alınırdı ve aşkı kabulleniş, o intikamı göz göre göre kendi ellerinle öldürmek demekti.

Evden koşa koşa kumsala indiğimiz, ayakkabılarımızı bile giymeye fırsat bulamadığımız zamanların birinde: "Biliyor musun benim hiç oyuncak arabam olmadı." demiştin. Soluk soluğa peşinden seni yakalamaya çalışırken bu cümle nereden aklına gelmişti kim bilir? "Hadi kasabaya gidip sana oyuncaklar alalım o halde." diye arkandan bağırmıştım da cevap bile vermeden koşmaya devam etmiştin. Beni geçmene izin vermiştim. Öyle ya, sen zaten hep en olmadık zamanların adamıydın. Kavga ettiğimiz zamanlarda bile durup alakasız bir şeyler söylemeye bayılırdın. Sinirlenirdim. Ben sinirlendikçe kahkahalarla bana gülerdin. Dudaklarım ele verirdi küskünlüğümü. Hiç konuşmak istemezdim böyle anlarda seninle ama sen ne yapıp edip alırdın gönlümü. Gönlüm zaten gönüllü bir tutsaktı senin sözlerine, bilirdim. 

Bir defasında, yine beni böyle zıvanadan çıkardığın bir gecede, neden sürekli aynı şeyi yaptığını sormuştum sana. Şaşkınlığımı, yüzümde biriken o çocuksu kadınlığımı sevdiğini söylemiştin. Söylendiği an içinde kendimi iyi hissetmemi sağlayacak her şeyi bilirdin. Oysa aradan belli bir zaman geçtikten sonra yine aynı huzursuzlukla başbaşa kalırdım. Aklımı sürekli meşgul eden hallerin vardı. Bilmediğim bir eksiklik, seninle bir bütün olmamızı engelleyen kayıp duygular beni, sana karşı hep çıkmazda bırakıyordu. Yüzüm, yaşadığın şehir kadar tanıdıktı bedenine. Ne kadar saklamaya çalışsam da seni ikna etmek için çabalasam da bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydın. Yine de beni kendi halime bırakıp katlanmakta zorlandığım sessizliğinin içinde bir yerde yürümeye devam ederdin. Bense bir başıma, sen ve sensizlik arasındaki masalda avunmaya çalışırdım. Kaç defa alıp başımı gitmeyi düşündüm. Çaresizliğim engel oldu. Kadere inanmazdım ama aramızdaki uçurum günden güne büyümeye başladıkça yazgı denilen şeyin peşimde dolaşan, bana ait olmayan ama bana sırnaşan kötü bir gölge olduğuna inanmaya başladım. 

Birkaç ay daha aynı evi paylaştık seninle. Sonra bir gün ansızın gitmek istediğini söyledin. Sürekli somurtmamdan, söylediğin her söze bir anlam çıkarmamdan, seni sık boğaz etmemden bıktığını, daha fazla beni alttan alamayacağını, ayrılmamızın ikimiz için de en doğru karar olduğunu bir bir yüzüme vurdun. O gürültünün içinde sığınabileceğim bir yer yoktu. Ben de en iyi bildiğim şeyi yapmakta gecikmedim ve sustum. Bir dağ nasıl susarsa öyle. Parçalarım ufala ufalana aşağılara doğru yuvarlanıyordu. İçimde öfkeden büyüyen bir kelime ordusu vardı. Çok istedim senin gibi apansızca içimde birikenleri suratına vurup defolup gitmeyi. Yapamadım. Kendi çaresizliğimde, kollarım kendime dönük, bıraktığın acıları etraftan toplayıp bir bedenin içinde iki kalp vuruşuyla kalakaldım. İşte o zaman, gidebilmenin aslında ne kadar da kolay bir şey olduğunu umarsızca bana gösterdiğin o an daha iyi anladım çaresizliğin ne demek olduğunu. Kendi ellerimle kendime kazdığım mezarın içinde oturup bizi izledim. 

Aradan yıllar geçti. Senden sonra birkaç defa kumsaldaki eve gittim. O hiç sahip olamadığını söylediğin oyuncak arabalardan bir torba dolusu alıp o cümleyi bana söylediğin yere bıratım. Ayak izlerimiz sanki o koştuğumuz  kumların üzerinde hâlâ duruyordu. Geçmişi sıfırlamak diye bir duygu yanılsamasına kapılırım umuduyla sahil boyunca dolaştım. Oysa geçmiş, her defasında ayak bileklerimden sıkı sıkı tutuyordu. Seninle birlikte geçirdiğimizin zamanlardan eser yoktu ama o günleri var etmek için benimle savaşan kırık bir kalp, kumların üzerinde benimle yürüyordu. Bir zamanlar kırık dökük de olsa nefes alabildiğim o yerden bir daha dönmemek üzere uzaklaştım.

Neyi bulmaya gitmiştim? Ne beklemiştim? Her şey değişmişti. Evin rengi, kasabanın kokusu, denizin sesi... Değişmeyen bir tek bendim.

Bir yanım hep o evde. Çok önceden çekip gitmeliydim. 







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder