PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

4 Nisan 2013 Perşembe

Varoluş Portreleri


Burada öylece durmuş onu izliyorum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Gideli neredeyse üç ay oluyor ve üç aydır her gün, aynı yere gelip oturuyor. Gündüzleri sürekli uyuyordu. Çocuğumuz doğduktan hemen sonra başladı bu alışkanlığı. Belki daha önceleri de vardı ama ben fark etmemiştim. Ne de olsa ikimiz de çalışıyor, birbirimizi çok geç saatlerde görebiliyorduk. Yavrucak zırıl zırıl ağlardı saatlerce. O çığlıkları nasıl olur da duymaz bir de anne olacak? Kaç defa onunla konuşmaya çalıştım, beni anlamadı. Ya da anlamak istemedi. Varsa yoksa durmadan aynı cümleyi mırıldanıyordu: “Ben buraya ait değilim.” Oysa kendi isteğiyle çıkıp gelmişti. Beni seviyor sanmıştım. Hiç düşünmeden evlenmiştik. Ailesiyle arası çocukluğundan beri iyi olmamıştı. Arkadaşlığımız boyunca evde bitmek bilmeyen kavgalardan, annesinin onu hırpalayışından ve “Sen ne biçim bir çocuksun?” diye onu hor görmesinden bahsederdi. İçim burkulurdu o bunları anlatırken. Seviyordum. Canı sıkılsa, üzülse içim parçalanırdı. Böyle olacağını bilsem onu karı diye alır mıydım? Hata bende. Sorgusuz sualsiz o hayattan, benim hayatıma girmesine ben izin verdim.
Buraya değilse nereye aitti? Söylemezdi. Kavga etmek isterdim. Konuşsun da içindekileri döküp anlatsın diye. Susup kalırdı. Şimdi de o bankın üzerinde, tıpkı evde oturduğu zamanlardaki gibi kaskatı kesilmiş bir şekilde oturuyor. Kucağında yavrumuz, aramızda tel örgüler ve hiçbir zaman açıklığa kavuşmamış bir hikâyeyle… Lanet olsun. Geçemiyorum da buradan o tarafa. Hem geçsem ne olacak ki? Çıldıracağım.

Korkuyorum. Her sabah buraya gelip uzaktan uzağa onu izlemekten yoruldum. Bütün hayatımızı mahvetti. Bir sabah ansızın gidiverdi. Ne çok aradım. Ne istediğini anlayabilmek her zaman zor olmuştu. İki yıldır evliydik. İlk zamanlar ne kadar da güzeldi her şey. Kendi ailesinden, orada yaşadığı kötü günlerden paçayı kurtarınca, öyle derdi, okuluna daha çok zaman ayırmıştı. Resim yapardı. Neredeyse bütün zamanını kadın portrelerine harcardı. İyiydi de. Resim öğretmeni olmayı istememişti. Üniversiteden mezun olduktan sonra bir yıl dayanabilmişti öğretmenliğe. “Orada, o okulda ben olamıyorum bir türlü. Yeteneğimi köreltecek çocuklar.” diyordu. Hiç anlamıyordum. Çocuklara resim yapmayı öğretmekle yetenek denilen şey nasıl oluyordu da körelebiliyordu? Sanırım ilk o zamanlar başladı aramızdaki anlam savaşları.

Onlarca kadın portresi yaptı okuldan ayrıldıktan sonra. Evin bütün odalarında, yüzlerinde acınası bakışlarıyla bakan kadınlar düşünün. Kimisi boşluğa bakar gibi koridorun bir başında duruyor diğeri içeri az sonra kimin gireceğini merak ediyormuş gibi etrafı kolaçan ediyor, bir diğeriyse onları köşeden onları izliyordu. Hepsinin bir adı ve durması gereken yerleri vardı. Hepsi birilerini bekliyordu ve tablonun içinden herhangi birinin yerini değiştirmek yasaktı. Bunu bir gece, ışığı açmak için durmadan elimi çarptığım tablolardan birini koridora koymaya yeltenirken oldukça açık bir şekilde ifade etmişti. “O kadınlar orada duracak. Bir daha dokunmayacaksın hiçbirine. Onlar da benim gibi buraya ait değiller ama birgün gelecek ve gerçek yerlerini nasılsa bulacaklar.”
İşte o gece, gün geçtikçe kendi dünyasının içinde yerleşmeye ve bu kayboluşun içinde bir yerlerde, varoluşunu aramaya başladığının farkına vardım.

Bir hâl vardı ya onda, çözmek neredeyse imkânsızdı. Birkaç defa psikoloğa gitmesi için onunla konuşmaya çalıştım. Nafile. İnadı inattı. Ama seviyordum onu. İnsan sevince anlamadığı şeyleri bile birgün anlaşılabilir kılabileceğini, aradaki sevginin bütün bu zor zamanların atlatılması için yeterli olduğunu düşünüyordu. İnanmayın buna. Ben inandım bakın neler oldu. Uzunca bir süre daha kendini arayan kadın portreleri yapmaya devam etti. Varoluş portreleri. Bu adı vermiştim. Ta ki evin içinde onları koyabileceği, asabileceği yer kalmayana kadar.

Bir sabah uyandığımda onu evde bulamadım. Gitmişti. Üstelik çocuğumuzu da yanına almıştı. Hemen polise haber vermedim. Ne kadar uzağa gidebilirdi ki? Dışarı bile ben olmadan çıkamazdı. İnsan yabancısı bir karım vardı. Ürkekti. Onu anlayamazdım ama tanırdım. Anlamak ve tanımak ne kadar da farklı şeyler... Sonra onu, bizim evin hemen ilerisindeki parkta buldum. O gün bugündür her sabah buraya gelir. Tanımadığı kadınlarla birlikte saatlerce kaskatı kesilmiş gibi sessizce oturur. Yüzünde hep belli belirsiz bir gülümsemesi olur. İyice bakarsanız siz de fark edebilirsiniz. Şimdi, ben de onunla birlikte buraya geliyorum. Anlamsızca.

Kayboldum. O hiç değilse nerede durmak istediğini seçebilecek kadar kendinde. Yani sanırım. Yanındaki insanları tanımıyorum. Belki onlar da onun gibi evini, çocuklarını, okullarını terk etmişlerdir. Ama o kendisi karar verdi. Hem durmadan demiyor muydu: “Ben buraya ait değilim.” diye. Belki de size, bana anlamsız görünen bu yokluk, onun için bir var olma yoluydu. Ya ben ne yapayım? Burada tek başınayım. İnsanın bir evinin olması yeterli değil. Yerinin yurdunun orayla sınırlı olması da önemli değil. Eğer kendini kaybetmişsen ve bununla başa çıkabilecek bir gücün artık yoksa nereye gitsen orası sana kaybolduğunu anlatır. Burası bana bunu hatırlatıyor.

Elimden hiçbir şey gelmiyor. Konuşmuyor. Geceleri sadece uyuyor. Çocuk ağlıyor. Varoluş portreleri üzerime üzerime geliyor. Bense bir gece uykumun en tenha yerinde tel örgülerden geçip onları öldürdüğümü hayal edip diri kalmaya ve alışmaya çalışıyorum. Bu anlamsız hayal belki de benim varoluşumdur. Olabilir mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder