PEKİ, NEREYE VE KİME DOĞRUDUR bir kadının yatağındaki(!) GÜRÜLTÜYSE KELİMELER?

9 Aralık 2010 Perşembe

Şüphenin Mukavemeti

"Karanlıktan korkuyorsan elimi tut" dedi. Siyah boşluğun içerisinde ufak bir yansımasına şahit olduğum ince uzun parmakların, kıvrılarak uzandığı yerde "gel, hadi" diyen isteğe doğru baktım. İçimde ne bir harekette bulunmak ne de konuşarak bir şeyleri anlatabilme gayreti vardı. Kalmamıştı. Zamanla çürüme hızlanmış, yerini korkularla dolu bir şüpheye bırakmıştı. Şüphenin mukavemeti arttıkça hiçbir iyi niyetli beklentinin de önemi kalmıyordu. Kemirme önce his üzerinde başlıyor, giderek kılcallara yerleşiyor, en nihayetinde de düşünce kapılarından vakit kaybetmeden içeri doğru sızmaya başlıyordu. Sızıntının kaynağını kurutmak için sarf edilen her türlü çaba da nihayet sonuçsuz kalıyordu.

Her şey bir yaz günün bitişiyle başlamıştı. Eylül kıvrak rüzgârlarla tenleri okşarken ve henüz ağustosun kucağından tam olarak kendini kurtaramamışken gelmişti. Kırlaşmış saçlarının yeni kesildiği belliydi. Kulaklarının arkasından yayılan parfüm kokusu önce hafızamda hiçbir iz bırakmamış, ilerleyen günlerdeyse oturduğu koltuğun bir kenarından kaldırdığım yastıktan yayılan kokuyla bir daha aklımdan çıkmamıştı.

Uzun bir süre hemen hemen her gün onunla birlikteydim. Sabahı karşılayan ilk cümleler ondan geliyor, akşam genellikle aynı saatlerde heyecanla beni arayıp "Naber?" dediğinde mutlu oluyor ama derinde bir yerlerde eksik bir tebessümle olanlarla baş etmeye çalışıyordum. İnsan bir yanında varlık, bir yanında yoklukla yaşayınca eksikliklere olan tahammül kuvveti de yol boyunca düşüyordu. Ara sıra üzüldüğümü bilmesin diye ona hiçbir şeyden bahsetmedim. Kendi mücadelemle başa çıkamadığım zamanlarda ağzımdan çıkan sitemli sözcüklerin karşısında da ağzımın payını daima geçiştirilmiş "saçmalama" cümleleriyle fazlasıyla almıştım. Onu arkasını dönmüş gidiyorken düşünmeyi hiç istemedim. Ama bir yüzü bu gerçeğe hep yakındı.

Kış mevsimi olduğundan daha da soğuk geçmişti. Her şey azalan bir hızla geçip gidiyordu. Ne eskisi kadar onu görebiliyor, sesini duyabiliyor varsa yoksa herkesin ulaşabileceği kadar yakın bir uzaklıkta kendimi avutuyordum. Bütün bunlar her şeyi biliyor olmamdan dolayı başıma geliyordu. Bazen bilmek harekete geçmeyi engelliyordu. Kıpırtısız, bir köşede öylece kalıp olanı biteni izlemek lüksünü(!) veriyordu. Belki de hayatın bellek sızılarından en can alıcı olanları da böylelikle kendi kimliğini çekinmeden bize tanıtıyordu.

Şimdi, bu gecede hayatın prospektüsünde aşırı duyarlı zaman dilimlerinin yaşandığı şu anda, elini uzatmış bir yabancının seslenişinin ne kadar uzaklardan geldiğini söylememe gerek yok sanırım.

Karanlığın içinden yükselen bu sözümona iyi niyetin hiçbir anlamı yok. Hepsi hepsi anlamsız bir yakınlaşma çabasının önsözü. Okursunuz ama asıl hikâye bir sonraki sayfada başlıyordur. O sayfayı açacak bir meraka da henüz rastlamadım. Her şey saç tellerinin ucundaki kırılmış teller gibi çıt sesinde kırılıyor. Bir daha o tel oraya kaynamayacak. Kırılmış bir saç telinden geriye kalanın sağlıklı olup olmadığı da hiçbir zaman tam anlamıyla bilinemeyecek. Çünkü insan ne de olsa kendine ait bir parçadan ortada hiçbir sebep yokken ayrılmak istemez. Ya da istese de ayrılamaz.

O eli tutmadım. Şüphenin mukavemeti de artıkça arttı. Bazı insanlar anlık isteklerini yerlerine getirmeniz için gelirler. Dünyanızı avuçlarlar. Hoşunuza gider. Kimin gitmez ki? O anda kalabiliyorsanız ne alâ, yok kalamıyorsanız da hallaç pamuğu gibi düşünceleriniz arasında atlamadan hiçbir ayrıntıyı, çevirir durursunuz.

Birbirinden farklı iki kişi. Birini ben seçmedim. Diğeri de istediği zaman geldi istediği zaman gitti. Hiçbir şey söylemedim. Bazı insanlar sebepsiz mutluluk kaynağıdır. Bir şekilde nüfuz etmişlerdir hanenize, yerleri ömürlüktür. Teslimiyetin böylesi görülmemiştir.

Özlem, her zaman olduğu gibi barın en uç köşesindeki masada oturmuştu. Votkasını yudumlarken ağır ağır çektiği sigarasının dumanları arasında gözlerinden birini kısarak çaprazda oturan bir adamı izliyordu. Her gece aynı görüntüler, değişmeyen içkiler, saf tutulan yerlerin karşı konulamayan cazipliği... Yazmaya devam etti ama sona yaklaştıkça kendisini tekrarladığını fark ediyor hep aynı hikayelerin aynı kahramanlarını bilinen bir sonla ebedileştiriyordu. Birkaç defa kahramanının elini tuttuğu da olmuştu. Oradan bir yazma yolculuğuna çıkmıştı. Fakat ilerledikçe eninde sonunda aynı anlama teslim oluyordu.

Kendi adının anlamsal döngüsünde savruluyordu hayatı. Ben onu izliyordum. O ise tüm bunları seslendirmem için beni seçmişti. Aslında benim varlığımın çok da bir önemi yoktu. Nasılsa özlem de bir gün çekip gidecekti. Ya da kendi yarattığı hikâyelerin kahramanları gibi o da teslim olacaktı günün birinde.

Her şey yeniden başa dönüyor. Bu yerlerin hepsinden geçmemiş miydim zaten ben? Neden dönüp dolaşıp buraya geliyorum? Niye yerimde sayıyormuş gibi hissediyorum? Vücuduma yayılan bu ağrıların sebebi ben miyim? Siz nasıl içeri girmiştiniz? Öyle ya kapı açıktı değil mi? Oysa yüzlerce kez kilitlediğimi hatırlıyor gibiyim. Elini uzatmıştı. Tutsa mıydım? Tutmadım. Sebepsizce sevmiştim. Sevmese miydim? Bu sokakta nasıl beklenilir?

"Ve bir gün her şey bitti... O kadar basit, o kadar kati bir şekilde bitti ki, ilk anda işin azametini anlamak benim için mümkün olmadı." Kır saçlı adam da kendine haritada uzak bir yer seçti. Bir daha göremedim.





* İtalik cümle Sabahattin Ali'nin -Kürk Mantolu Madonna- adlı kitabından alıntıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder